Bir varmış, bir yokmuş Tanrı’nın kulu çokmuş. Çok demesi yok demesi günahmış. Bir padişahın hiç çocuğu olmaz, olursa da yaşamazmış. Günlerden bir gün bu padişahın bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Babası ile anası saraydakiler, dışarıdakiler, köydekiler, kenttekiler, yazıda yabanda kim varsa herkesi bir telaştır almış, “Bu kızı nasıl olsa da yaşatsak?” diye tasaya düşmüşler. İşin sonunda padişah hekimlere, hocalara başvurmuş danışmış. Onlar da uzun uzadıya görüp kitaplar karıştırdıktan sonra padişaha: “Yerin altında gün girmez, dünya görmez bir mağara yaptırın. Varsın orada yaşasın da büyüsün. Ancak böyle olursa olur, başka çaresi yoktur.” demişler. Padişah da çocuğu yaşasın diye çaresiz bu düşünceye uymuş, yer altında her yanı kapalı, yalnız tavanında bir küçük penceresi olan bir mağara yaptırmış. Yanına sütninesini, dadısını, halayıklarını katmış. Böylece bir düzen kurulmuş, bunlar gelir gider, nöbetleşe hanım sultanın işlerini yaparlarmış. 9 Günler, aylar, yıllar geçmekle bu kız büyüyüp gelişmiş, okuma yaşına gelmiş. Her gün aşağıya bir de hoca gönderir olmuşlar. Okumayı, yazmayı gerekli bilgileri öğrenmiş. Gel zaman, git zaman on beş yaşlarına erişip aklı uyanık, güzellikte benzeri yok, yetişkin bir kız haline gelmiş. Bir kusuru varmış, gün görmediğinden yanakları sarı güller gibi solgunmuş. Bir saray gibi dayalı döşeli bu mağarada, her istediği yerine getirildiyse de, eninde sonunda kızcağızın, canı sıkılmaya başlamış; yerinde duramaz, bir yerde oturamaz olmuş. Dört duvar bir oda içinde bilinmedik, görülmedik köşe mi kalır? Günün birinde aklına ta yüksekte, tavanın ortasındaki tepe penceresi düşmüş. Odada ne kadar masa, rahle varsa üst üste koymuş; bunların üzerine tırmanıp tepe camını kırmış. Başını dışarı çıkarınca ne görsün? Karşıda uçsuz bucaksız bir deniz. Üzerinde gemiler yürür, güneş vurdukça şavkı yalım yalım gözler alır. Daha beride yemyeşil ağaçlar rüzgârda salınır; üzerlerinde alacalı kuşlar cıvıl cıvıl ötüşür. Her yandan burcu burcu çiçek kokuları gelir. Bir bakar, göz açıp kapayasıya bunları görür; gözleri kamaşır, bir daha bakamaz olur. “Vay! Bu dünyanın dört adımlık bir altı varsa, dört bacaklı bir de üstü olurmuş…” deyip öylece bir zaman sesten sedadan kesilir, dalar gider derin düşüncelere ki, dibi bulunmaz. Dadısı gelir bakar ki eşyalar üst üste yığılmış; mağaranın tepe camı kırılmış; kız da bir köşeye çekilmiş, derin düşlere, düşüncelere dalmış oturur. Telaşa düşen dadı: “Aman! Bu eşyaları kim yığdı böyle; bu camları kim kırdı, deyince, hanım sultan derin uykulardan uyanır gibi silkinip; 10 “Üst üste koyan, Üstüne çıkan, Camları kıran, Zavallı sultan!” benim… Bu dünyanın üstünde bir başka dünya daha varmış. Parıltısı gözlerimi, güzelliğiyse hem aklımı hem gönlümü aldı. Aman, beni bu dar yerden çıkarın; yoksa kendimi öldürürüm…” diye keser atar. Dadı bunları duyup, bu halleri görünce yüreği korkuyla çarpa çarpa padişaha koşup ayaklarına kapanmış. Olup bitenleri, hanım sultanın dediklerini bir bir anlatmış. Bunun üzerine, padişahı almış bir telaş… Hemen hekimleri, hocaları, danışmanları çağırmış; bunlar kızı muayene etmişler; baş başa verip danışmışlar; derin derin düşünmüşler. Sonunda bir kararda birleşip: “Padişahım, bu kızı artık dışarı çıkarın ama birden olmasın; gözü gönlü pek yorulmasın. Her gün biraz gezdirir, yine mağaraya indirirsiniz. Bu dünyaya alışıncaya kadar sürdürürsünüz bu işi.” diye kararlarını bildirmişler. Artık her gün dadısı hanım sultanı alır, sarayın bağlarında, has bahçelerinde dolaştırırmış. Gitgide kızcağız dünya yüzünün havası ile güneşine, suyu ile toprağına, canlısı ile cansızına iyice alışır olmuş. Günlerden bir gün, gül bahçesinde gezinirken engin denizi görüp bir süre düşünmüş; sonra, padişah babasının yanına gelip: “Ey benim şevketli babam! Şu görünen denizin üzerine billurdan bir köşk yaptırasın. İçini altından, gümüşten dökülmüş, mücevher kakmalı eşyalarla, sırmalı atlas kumaşlar, ipek halılarla döşeyesin. Budur senden gönlümün dileği.” diye ağlamış, yalvarmış. Padişah da: 11 “Aman benim sultan kızım, seni ne dilekler, nasıl emeklerle bugüne getirdiğimi unutmadım. Dilediğin köşk, saray, eşya olsun. Hâzinelerim uğruna dökülsün, saçılsın…” demiş. Hemen mimarlara, ustalara emirler salıp hazırlığa girişmişler. Kervanlarla, uzak bir doğu ülkesinin bilinmeyen dağlarından çıkarılmış saf, billur kayalar getirtmişler. Denizin tam orta yerinde yapıya başlanıp tam bir yıl, başta padişah, ardında bütün ileri gelenler, her işi bir yana bırakarak, yalnızca bu işle uğraşmışlar; aralıksız çalışmışlar. Köşkün yapımı tamam olunca padişaha haber gönderilmiş; hep birlikte bütün halk derya kenarına gitmiş. Bakmışlar ki, görenin gözleri kamaşır… Dil ile tarifi mümkün değil. Deniz ortasında yıldır yıldır parlayan bir Billur Köşk ki, dünya yüzünde bir benzeri yok. Hanım sultan, gelip babasının elini öpmüş, o da: “Ey, benim can kızım! İşte dilediğin köşk bitti. Yanına cariyelerini, halayıklarını al da var gönül hoşluğu ile otur” demiş ve Billur Köşk’ün altın anahtarını kızına teslim etmiş. Hanım sultan cariyelerini, halayıklarını toplamış; hepsi birlikte, derya ortasındaki Billur Köşke gidip yerleşmişler. Onlar, orada çalgı çengi ile günlerini geçiredursunlar; biz gelelim, herkesin bu olanlara ne dediğine. Billur Köşk’ün adı sanı, uzak ülkelere, yedi iklim dört köşeye yayılmış. Her gün uzaktan, yakından, yerli, yabancı binlerce insan gelir; kimi gemisi, kimi sandalı ile Billur Köşk’ün çevresini döner dolaşırmış. Üzerine şarkılar da çıkarılmış Billur Köşk’ün; her yanda hikâyeleri anlatılmaya başlanmış. Günlerden bir gün Yemen padişahının oğlunun kulağına da bu köşkün adı sanı, ünü erişmiş. Şehzâdeyi bir merak sarmış; gelenden gidenden, tüccarlardan, gemicilerden Bil12 lur Köşk’ün hikâyesini dinlemiş; dinledikçe, merakı eksilmeyip daha da artmış. Sonunda dayanamayıp padişah babasına gidip: “Ay benim şevketli padişah babam, İstanbul padişahı derya yüzüne bir Billur Köşk yaptırmış ki, adı sanı dünyayı sarmış. Dil ile anlatılması zor. İzin verirseniz gidip görmek isterim. Üç dört aya kadar döner gelirim…” der, dileğini anlatır. Babası da izin vermezse olmayacağını anladığından hayır dualar edip izin verince yanına birkaç adamını alır; bir de gemi donatıp onlarla birlikte yola çıkar. Gece gündüz durup dinlenmeden yol alır, denizler aşar, boğazlardan geçerler; aylar süren bir yolculuktan sonra uzakta, deniz ortasında parıltısı düyayı tutan yüce bir yapı görürler. Şehzâde, arkadaşlarına: “Aradığımız yer burası olmalı” der. Birkaç gün daha yol gittikten sonra, Billur Köşk’ün yanına varınca, dört yanını çepeçevre dolaşırlar. Gözlerine hâlâ inanamayan şehzâde, “Düş mü görüyorum, gerçek mi?” der durur ve bir zaman düşünür, kalır. O düşünürken akşam olur; Billur Köşk’ün karşısına demir atar atmaz, bütün tayfa yatmaya gider. Herkes horul horul uyurken, şehzâde de güverte üstünde düşünedursun biz gelelim hanım sultana. Bir aralık, pencere önüne gelip dışarı bakan hanım sultan, görür ki Billur Köşk’ün önüne bir gemi gelmiş. “Acaba kimin bu gemi?” diye düşünürken, güvertede durmuş, ağzı açık, hayran hayran köşkü seyreden şehzâdeyi görür. Öyle bir yiğittir ki, ayın on dördüne benzer. Dört kaşlı, aslan duruşlu. Göz kırpmaya, soluk almaya meydan kalmadan, hemen oracıkta canı gönülden vurulup, ona gönül verir. Şehzâde de o anda, hanım sul13 tanı görünce aklı başından, dizlerinden gücü çekilir, düşer bayılır. Bir hayli zaman sonra aklı başına geldiğinde, pencereye bakar; ama, kızı yerinde göremez. “Bre aman…” Nasıl etsem, hangi kulpa yapışsam da onu bir daha görebilsem?” diye oradan oraya koşuşurken gücü tükenir; dinlenmek için bir yere ilişince içi geçer; uykuya dalar gider. Şimdi hanım sultan, yüreğinin heyecanını dindirmek için bir zaman odadan odaya dolaşır; yine de avunamaz. “Aman! Onu bir kez daha görsem…” diye pencere önüne gelir; bakar ki, şehzâde derin uykulara dalmış, dibi bulunmaz. Bir zaman, hayran hayran onu seyreder; neden sonra, içine düşen ateşin ne olduğnu iyice anlayınca, derinden bir “Ah!” çekip, gözlerinden inci taneleri gibi yaşlar akıtır. Bu gözyaşlarının bir damlası, aşağıda geminin güvertesinde uyuyan şehzâdenin yüzüne düşer; şehzade hemen o anda silkinerek uyanır. Başını yukarı kaldırır; görür ki, hanım sultan, iki gözü iki çeşme, kendisine bakıp bakıp ağlamakta… Gönlüne bir benlik gelip, “Billur Köşk’ün sultanı bana bir bakışta vuruldu.” diye, iyice şişinip aşağıdan kıza seslenir: “İşte gemi, Pupa yelken, Doğru Yemen.” diyerek tayfasına hareket emrini verir. Demir alıp, yelkenleri açarlar; kız beri tarafta ağlayıp dövünürken geçip giderler. Durup dinlenmeden yol alırlar, günlerden bir gün Yemen’e varırlar. Şehzâde Yemen’de oturup eğlenedursun, biz gelelim hanım sultana. Önce ağlayıp sızlarken bir şaşkınlığa düşerse de, 14 hemen kendine gelip, olup bitenleri iyice anlar. Kendi kendine; “Bak hele şehzâdem, demek yolların çetinini seçtin” diye söylene söylene doğru babasının yanına varır: “Ey benim padişah babam! Senden bu sefer de bir gemi isterim. Teknesi safi elmastan, kamarası mücevherden, direkleri yakuttan, döşemesi atlastan olsun, içine kırk genç, güzel, beyaz köle konulsun, kırk da seçme güzellerden kız. Eğer bunlar olmazsa, kendimi öldürürüm.” diye hırslı hırslı anlatır. Padişah babası da:
Tahir Alangu – Billur Köşk Masalları
PDF Kitap İndir |