Tahsin Yücel – Sonuncu

“Sen bu kitabı ne zaman bitireceksin, orasını bilemem, ama ben onun yazılma öyküsünü çok daha önce bitireceğim”, deyip de evlilik yaşamımızda ilk kez Selami’nin tepesini attırdığımda, Müştak on dört, Müşerref on iki, ikizler dokuz yaşındaydı, yani bizimki topu topu sekiz yıldır çalışmaktaydı Serencam’ının üzerinde. Ancak o günlerde sekiz yıl çok uzun bir süre gibi görünüyordu gözüme. Tam sekiz yıl süresince sabahtan akşama, akşamdan gece yarılarına kadar bir masanın başında yazıp yazıp yırtmasını, yırtıp yırtıp gene yazmaya başlamasını da bir tür delilik olarak değerlendiriyordum. Daha da kötüsü, Selami bu kitapla beni aldatıyormuş gibi bir duygu çöreklenmişti içime, ne yaparsam yapayım, yakamı bırakmıyordu bir türlü, her geçen gün biraz daha fazla duyuruyordu ağırlığını. “Durup dururken bu kitap da nerden çıktı şimdi?” diye söylenip duruyordum. Yalan değil, Selami çok, ama çok büyük bir kitap yazma tasarısından yeni tanıştığımız günlerde de söz etmişti, daha sonra da arada bir dönmüştü bu konuya, ama hiç ayrıntıya girmeden ve hep “ileride”, “günün birinde”, “kafam ve bedenim iyice hazır olunca” türünden belirsiz sözler eşliğinde. Bu yüzden olacak, Serencam her şeyden önce bir savunma aracı, öğrenimine yaraşır bir uğraş seçmesi gerektiğini söyleyenleri susturma gerekçesiymiş gibi geliyordu bana. Ayrıca, kesin de konuşsa, yazmaya başlamış da olsa, zamanının en büyük bölümünü kitabına ayırsa da üzülmezdim; üzülmek şöyle dursun, gönülden desteklerdim çabasını. Ama o günlerde Serencam oldukça uzak bir geçmişten, Selami’nin delikanlılık döneminden kalmış bir düşün, yani fazlasıyla bulanık bir tasarının adıydı yalnızca, tek işlevi de benim gözümde Selami’nin çekiciliğini biraz daha artırmak, nerdeyse sonsuzlaştırmaktı. Bu gözlemim bizi uzaktan tanıyanları şaşırtabilirdi kuşkusuz. “İyi hoş da çiçeği burnunda bir genç kız kendisinden on dört yaş büyük bir adamı nasıl bu denli çekici bulabilir?” diye sorabilirlerdi. Bu arada, Selami’nin hiç de öyle çekici, hiç de öyle yakışıklı bir adam olmadığını kesinleyenler de çıkabilirdi. Bunu beni görmüyormuş gibi davranarak kulağıma doldura doldura söyleyenler de olmuştu. Ama, kim ne derse desin, ben hep çekici bulmuşumdur Selami’yi. Örneğin insanın maymundan geldiği gibi aykırı savlarının altında bile derin bir düşüncenin yattığına inanmışımdır.


İlk kez Felsefe Bölümü’ndeki ikinci yılımda görmüştüm onu: salı ve perşembe günleri, bir Fransız profesörün çevirmenliğini yapıyor, bu arada, hemen her derste, adama hepsi birbirinden ilginç sorular sormaktan, hatta birtakım gözlemlerde bulunmaktan da geri durmuyordu. Diyeceğim, çekici olduğu kadar da bilgiliydi Selami. Ama bizlere çevirmenliğini yaptığı Fransız profesörden de uzaktı nerdeyse. Koltuğunun altında bir Littré ve birtakım fransızca kitaplar, Fransız profesörle birlikte gelip gene onunla birlikte çıkıp gidiyordu. Sınıfa girip çıkarken göz göze geldiğimiz olmuşsa da tek sözcük söylememiştik birbirimize, bir “Merhaba” ya da “Günaydın” dediğimiz bile olmamıştı. Ne olursa olsun, bu adam tuhaf bir biçimde çekiyordu beni, haftanın iki günü, ikişerden dört saat süresince gözlerimi ondan ayıramıyordum bir türlü. Derken, nisan ortalarında bir gün, Fransız’ın “Anlattıklarımız konusunda sorusu olan var mı?” diyeceği tutmuş, ben de ona kendi dilinde sıradan bir soru sormuştum. Adam “Güzel bir soru!” diye başlayarak oldukça uzun bir yanıt vermişti soruma, Selami de soruyu ve yanıtını sürekli bana bakarak türkçeye çevirmişti. Benim için umulmadık bir şeydi bu. Ama oluntuların en güzeli dersten sonra gerçekleşmişti: Selami sınıftan hep Fransız profesörle birlikte ayrılırken, o gün ilk kez değiştirmişti bu alışkanlığını: kaçmamdan korkarmış gibi hızlı adımlarla yanıma gelmiş, “Sorunuz gerçekten çok ilginçti; üstelik, yanıtı da içindeydi. Sizi kutlayabilir miyim?” diyerek elini uzatmıştı bana. Haziranın ikinci haftasının başında, nikâh memurunun karşısındaydık. Nikâhımız kıyıldıktan en fazla sekiz saat sonra da Paris’te. Belirtmeme gerek yok ya ben gene de belirteyim: çok mutlu bir yaşam sürmeye başladık. Ben orta düzeyde bir ailenin kızıydım, babam birkaç yıl önce ölmüş, annemse emekli bir öğretmenle evlenerek onunla Ege kıyısında küçük bir kasabaya taşınmıştı.

Bana gelince, sıradan bir öğrenci yurdundan çıkıp bir Osmanlı paşasının görkemli yalısına yerleşmek biraz başımı döndürmüştü, biraz da korkutmuştu doğrusu. Ama Selami öyle candan, öyle anlayışlıydı ki onunla her yerde kendi doğal ortamımdaymış gibi rahattım. Evliliğimizin ilk aylarında bu tür ayrıntılar üzerinde durmaya zamanım da olmuyordu ayrıca. Ben fakülteyi bırakmıştım, Selami’yse Fransız dostuna artık derslerine düzenli biçimde katılamayacağını, dolayısıyla bundan böyle çevirmenliğini yapamayacağını söylemişti; artık on beş yirmi günde bir, o da hatır için gidiyorduk adamın derslerine. Anlattıklarını büyük bir ilgiyle dinlediğimizi de söyleyemezdik. Selami’nin o sırada son günlerini yaşamakta olan babası, Kandilli’de koca bir tepeyi birbirinden güzel konaklarla donatmış olan Hayrettin bey, nerdeyse her görüşmemizde, artık evlendiğine, çok yakın bir tarihte de baba olacağına göre, Selami’ye öğrenimine uygun bir iş bulması gerektiğini yineleyip durmaktaydı. Haksız da sayılmazdı doğrusu. Bizimki Sorbonne’dan felsefe diploması almış, üstüne üstlük bir de doktora yapmış olduğuna göre, üniversitede görev alıp hızla yükselebilirdi. Yeni evlendiğimiz dönemde arkadaşları birtakım üniversitelerden çok güzel öneriler getirmişlerdi. Çalışabilirdi elbette, bir büyükelçi, bir genel müdür, en azından bir profesör olabilirdi, özel bir iş de kurabilirdi, örneğin büyük bir yayınevi kurup ülkemizde felsefe ve insan bilimlerinin yaygınlaşmasına katkıda bulunabilirdi. Politikaya da atılabilir, ülkenin yönetiminde önemli görevler üstlenebilirdi, ama o dudak büküyordu tüm bunlara. “Evet, bilim pazarında da, politika pazarında da çok yüksek konumlara erişebilirdim belki, ama ereğime ulaşmak için kişiliğimden ödün vermem, yalancılarla, hırsızlarla uzlaşmam gerekirdi, bunlar da benim yapabileceğim şeyler değil. Benim tek bir amacım var ve tüm yaşamımı bu amaç yönlendiriyor: kitabımı yazacağım”, diyerek kapatıyordu konuyu. Ne kitabı? Nasıl bir kitap? Adını Serencam koymuştu, bunu biliyorduk, ama tüm bildiğimiz de buydu. İçeriğine gelince, bu konuda en ufak bir bilgi vermiyordu.

Kendisi de bilmiyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu insanda. İki duvarı silme kitap dolu koca bir kitaplığı, çatı katında da Boğaz’a ve karşı kıyılara bakan güzel bir çalışma odası vardı. Arada sırada bir iki kitap karıştırdığı, masasının başına oturup kalın kalın defterlere bir şeyler karaladığı oluyordu ya bunu kitap yazmak, hatta yazılacak kitap için bir hazırlık çalışması yapmak diye nitelemek gülünç kaçardı bence. Kendisi de “Yazıyorum” demiyordu ayrıca, “Yazacağım”, diyordu. Ne olursa olsun, belli bir uğraş alanı seçip çalışmasını önerenler karşısında hep direnmişti Selami, “İyi de kitabım ne olacak o zaman, kitabımı siz mi yazacaksınız?” demişti her seferinde. Babasıyla da böyle konuşmuştu hep. O da boyun eğmişti sonunda. Belki tek çocuğuyla bozuşmayı göze alamamış, belki de Sorbonne’da felsefe okuyup çifte diplomayla dönmüş olan bu genç adam böylesine direndiğine göre bir bildiği olması gerektiğini düşünmüştü. Ne var ki, yıllar birbiri ardından geçip giderken, Selami’nin hiçbir şey yapmaması kafasını karıştırıyor, kafası karıştığı için de ikide bir dönüyordu bu soruna. Konuyu son kez açtığında ben de aralarındaydım. Tepedeki büyük köşkün ikinci katındaki odasında, Hayrettin bey yatıyor, biz oturuyorduk, güneş batmak üzereydi. Ellerine dayanarak güçlükle doğrulup oturduktan sonra, gözlerini Selami’ye dikerek derin derin içini çekmiş, “Bana öyle geliyor ki bir daha kalkamayacağım bu yataktan, öğrenimine yaraşır bir işe girdiğini de, kitabını bitirdiğini de göremeyeceğim. Kısacası, gözlerim açık gideceğim tahtalı köye. Hiç değilse şu yazmayı düşündüğün kitabın nasıl bir kitap olacağını söyleyebilir misin bana?” demişti. Selami babasının tam karşısındaki pencerenin on beş on altı metre ötesindeki yaşlı çınarı göstermişti o zaman.

“Şu gördüğün koca çınar var ya, işte tam onun gibi bir yapıt, hem yere, hem göğe doğru gelişen, böylece yaşamın tam odağına yerleşen bir kitap yazacağım, babacığım”, demişti. Bir kitap hem yere, hem göğe doğru nasıl gelişirdi, yaşamın tam odağına yerleşmek ne demekti? Hayrettin bey bu konularda tek soru sormamıştı, tümcenin görkemi yetmişti ona, gözleri dolmuştu birden, Selami’yi eliyle yanına çağırarak yanaklarını öpmüş, sonra da elini avuçlarına alıp var gücüyle sıkmıştı. “Tamam, işte şimdi anladım, oğlum; yaz kitabını, ben her zaman arkandayım”, demiş, sonra da bana dönerek “İşte biz böyle bir aileyiz, gelin hanım, yaşamın tam odağına yerleşen büyük işler başarmak için yaratılmışız”, diye eklemiş, sonra gözlerini Selami’nin gözlerine dikerek “Ne tür bir kitap yazacaksın peki? Büyük bir roman mı var kafanda?” diye sormuştu. Bizimki tiksinmiş gibi yüzünü buruşturmuştu o zaman. “Baba, ben felsefeciyim; kitabımın romanla da, öyküyle de, şiirle de en ufak bir ilgisi olmayacak”, demişti. Hayrettin bey bu yanıtı da çok beğenmişti. “Anladım, senin gözlerin çok daha yukarılarda, bu da çok güzel bir belirti”, demiş, sonra, yüzünde mutlu mu mutlu bir gülümseme, bir kez daha bana dönmüş, “İşte biz böyle bir aileyiz, gelin hanım, büyük işler, kutsal görevler için yaratılmışız”, diye eklemişti. İçimden gülmüştüm bu sözlere. Ne var ki bir hafta sonra, Hayrettin bey dünyamızdan göçtüğü zaman aynı sözler başka türlü görünmüştü gözüme. “Belki de gerçeği dile getiriyordu”, demiştim. Öyle ya, kısa bir süre dışişleri bakanlığı da yapmış olan paşa dede Boğaz’ın bu yakasında kendi beyliğini kurmak istemiş, bu nedenle de yememiş, içmemiş, merkez Kandilli olmak üzere, Üsküdar’la Beykoz arasında hepsi birbirinden büyük, hepsi birbirinden değerli bir sürü arsa kapatmış, kıyıda da herkesi hayran bırakan görkemli bir yalı yaptırtmıştı. Bu arada, Taksim’i, Şişli’yi, Karaköy’ü ve Eminönü’yü de öksüz bırakmamış, oralarda da birbirinden değerli hanlar, apartmanlar, arsalar almıştı. Oğlu Hayrettin beyse, Kandilli’deki köşkler başta olmak üzere, bu arsaların çoğunda hepsi birbirinden görkemli yapılar yükseltmiş ve tepeye yepyeni bir kimlik vermişti. Atalarınınkinden çok farklı bir alan seçmiş olmakla birlikte, Fransa’dan çifte diplomayla döndükten sonra, Selami de özgünlük ve görkemlilikte onların bıraktıklarından geri kalmayacak, onların şanına yaraşır bir kitap yazmaya hazırlanıyordu. Ama nasıl bir kitap? Bunu ben de merak ediyordum doğrusu.

“Peki, nasıl bir kitap yazacaksın, Selami?” diye soruyordum. Selami çocuksu bir soruyla karşılaşmış gibi anlayışla gülümsüyordu. “Yaratıcı bir insansan, olmayacak bir düşten, tutarsız bir düşünceden, sıradan bir görüntüden, kısacası her şeyden bir kitap çıkarabilirsin, sevgilim, hem de çok özgün ve çok düzgün bir kitap”, diyordu. “Nasıl yani?” diyordum. Duralamıyordu bile. “Yepyeni bir dille ve hiç söylenmemiş şeyler söyleyen bir kitap”, diye yanıtlıyordu. “Peki, bana somut bir örnek verebilir misin?” diye üsteliyordum. Anlayışla gülümsüyordu. “Örneğin şu bizim salak profesöre sorduğun sorudan, şu karşındaki görünümden ya da tek odalı bir kulübede genç bir çiftin bir gecelik yaşamından dev bir kitap çıkarılabilir. Gerçek başyapıtlar çok küçük, çok önemsiz gibi görünen şeylerden doğmuştur genellikle”, diyordu. “Bu bir örnek sayılmaz bence, çünkü sen bir felsefe kitabı yazmak istiyorsun”, diyordum. Kaşlarını çatıyordu bizimki. “Aç Platon’u, Sokrates’in söyleşimlerini oku: en küçük, en sıradan gözlemlerden en derin gerçeklere ulaşıldığını görürsün”, diyordu. “Senin kitabın da böyle küçük şeylerden mi oluşacak? Konuyu kavramamı sağlayacak birkaç örnek daha verebilir misin bana?” diyordum. Gene anlayışla gülümsüyordu Selami.

“Sevgilim, şimdi sana tasarımı ayrıntılarıyla anlatacak olursam, tüm özgünlüğünü yitirir, anlatılmış, konuşulmuş, kısacası, kullanılmış bir konuya dönüşür ister istemez, yani tükenir bir bakıma, oysa ben hiç mi hiç el değmemiş, sözü bile edilmemiş gerçeklere ulaşmak ve onları yazmak istiyorum”, diye yanıtlıyordu hemen, sonra da “Bu konu kapanmıştır”, dercesine gözlerini tavanda bir noktaya dikiyordu. Bana da susmak kalıyordu kala kala, kendisi açmadığı sürece tek soru sormuyordum bu konuda. Sorma gereksinimi de duymuyordum artık. Benim anladığım kadarıyla kendisi için de bulanık bir tasarıydı Selami’ninki, belki tasarı bile değildi, bir gençlik düşüydü yalnızca. Düşün sürdüğünün biricik belirtisi de gerek evde, gerek dışarıda, gazetede okuduğu bir yazıdan, aramızda geçen bir konuşmadan, bir sokak satıcısının bağırmasından, lokantada herhangi bir garsonun aykırı davranışından esinlenerek sürekli cebinde taşıdığı küçücük deftere bir şeyler yazmasıydı. Bunlar da dev bir başyapıt düşüncesiyle kolay kolay bağdaştırılamayacak edimlermiş gibi geliyordu bana. “Tuhaf bir alışkanlık işte”, deyip geçiyor, üzerinde durmuyordum. Durmam da zordu ayrıca. O günlerde balayımızı yaşıyor, gezip tozuyor, nerdeyse her akşam bir başka yerde oluyorduk. Ama, bana kalsa, hep yalımızda ya da bahçemizde, Selami’yle baş başa kalmak isterdim, çünkü yalnızca boyuna bosuna, güzel yüzüne değil, sesine, devinimlerine, bilgisine, gözlemlerine, şakalarına da hayrandım. Dışarıda, lokantalarda, kahvelerde, tiyatrolarda, hatta arkadaşlar arasında bütüncüllüğümüz yaralanıyormuş, en azından evimizde ya da bahçemizde baş başa olduğumuz zamanlardaki yoğunluğuna erişemiyormuş gibi bir duygu uyanıyordu hep bende, elim avucundayken bile Selami’yi özlüyordum nerdeyse.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir