Kimim ben? André Breton unutulmaz yapıtı Nadja’ ya bu soruyla girer, hemen arkasından da kimilerimizin belki yaşamları boyunca bir kez bile sormadıkları bu kısacık soruyla gerçeklik duygumuzu temelinden sarsan bir gözleme gelir. Ama ben aynı soruyu çok daha çarpıcı ve çok daha acı biçimde soranlarla da karşılaştım. Ufak bir toplantı yerinde, bir masa çevresinde, başlıca uğraş alanı yazın olan dört arkadaş ekin üstüne bir söyleşiyi bitirip de dinleyicilere döndüğümüz zaman, ön sıralarda oturan yaşlı bir adam yöneltmişti bize bu soruyu: “Kimim ben? Lütfen söyleyin, aydınlatın beni. Binbir dereden su getirmeden, kesin bir yanıt verin!” Soru yüzde yüz içten olduğundan ya da bana öyle geldiğinden olacak, o gün bu gün daha çok bir çığlık olarak anımsarım bu yaşlı adamın çıkışını. Her anımsayışımda da tüm kesin yanıt düşkünlerinin: ülkenin kurtuluşunu çatık kaşlı paşalardan ya da şişman saptırmacılardan, yaşlı ninenin ölümden kurtuluşunu yalancı hekimlerden ya da üfürükçülerden bekleyenleri düşünürüm. Kendiliğinden kurulan bu bağlantı nerdeyse doğal görünür bana. Öyle ya, bizim yaşlı adam da ötekiler gibi aynı zamanda çözüm niteliği taşıyan bir kesin yanıt bekliyordu bizden; o da, saçlarından ve yüzündeki bunalım anlatımından belliydi, sorusunu yıllar yılı kendi kendine ve daha nicelerine sorduktan sonra, son bir umutla bizlere yöneltmekteydi; o da, ötekiler gibi, sorusuna doyurucu bir yanıt veremeyecekleri önceden belli olan kişilere başvuruyordu. Tüm ötekiler her soruna aynı çözümü: kendilerininkini gösterirken, en azından bu konuda bizim kesin bir yanıtımız yoktu, bulanık bir yanıtımız bile olamazdı, olsa olsa bize yöneltilen sorudan çıkarılacak başka sorularımız olabilirdi. Ne olursa olsun, “Kafa kâğıdına bak, bey amca, orada görürsün kim olduğunu”, diyerek başımızdan savamazdık yaşlı adamı. Bizimle dalga geçmiş olması da olanaklıydı kuşkusuz, ama sorusu hiç de saçma bir soru değildi; uzun süre ve tutkuyla yinelenmesi durumunda, sıradan insanı bir Hamlet’e dönüştürebilecek türden bir varoluşsal sorundan kaynaklandığı bile söylenebilirdi. Öyle görünüyordu ki bu yaşlı İstanbul efendisi yıllardır bir kimlik, dolayısıyla da bir birlik özlemiyle yanıp tutuşuyor, özel yaşamında ve çevresinde dağınıklık, kargaşa ve çelişkiden başka bir şey göremiyordu: evde olsun, lokantada olsun, sofrasına aynı zamanda hem çiğköfte, hem kievski gelebiliyordu; radyosunda hem Dede Efendi ve İbrahim Tatlıses, hem Brahms ve Frank Sinatra dinliyor, sokakta başı açık dolaşan hanımlarla saçlarını sımsıkı kapatmış hanımların nerdeyse eşit sayıda olduğunu, kara çarşaflı hanımların da onlara yetişmeye çalıştıklarını görüyordu. Benzer temel karşıtlıklar yazından yönetime, öğretimden politikaya, her alanda saptanabiliyordu. Kısacası, tutarlı ve sürekli bir ekinsel ortamda yaşadığımız söylenemezdi. Bizim yaşlı dinleyicimiz de “Kimim ben? Lütfen söyleyin, aydınlatın beni!” derken çok büyük bir olasılıkla “Bana ulusumun ekininin yapısını tanımlayın ki kim olduğumu ve nerede bulunduğumu bileyim”, demek istiyordu. Haklı olduğu da kesindi bence: ikide bir önümüze çıkarılan beylik toplumsal değerlere bağlı kalmadığı sürece, içinde yaşadığı ekini benimsemekte zorlanıp duracaktı, çünkü, göründüğü kadarıyla, gerçekleştirilmesi olanaksız bir ülkünün: kendi içinde yüzde yüz tutarlı ve katışıksız bir ekinin ardından koşmaktaydı, içinde yaşadığı ekinin çelişkileri karşısında kişiliğinin bir anlamda parçalandığını sezinleyerek ikide bir “Ben kimim?” diye sormaktan kendini alamıyor, beylik çözümlerle yetinemediği için de sorusuna hiçbir zaman tutarlı ve bütüncül bir yanıt bulamıyordu. Arayışında yalnız olduğu da söylenemezdi: toplum eski “şanlı” günlerin özlemiyle yanıp tutuşan tarih ve dil hocalarıyla, sözü döndürüp dolaştırıp dini bütün ve kılıcı keskin atalarımıza getiren köşemenlerle doluydu. Ama aradıklarını: tek, arı ve çelişkisiz bir ulusal ekini ne beş yüz yıl öncesinde bulabilirlerdi, ne gelecekte. Nedeni de açıktı: bu arkadaşlar toplumu doğayla karıştırmakta, ekinsel öğeleri doğal öğeler olarak görmekteydiler. Doğru, belli bir yabancılaşmanın soluğunu ensemizde duyduğumuz çok olurdu, ama düşlediğimiz arılığı da ne beş yüz yıl öncesinde bulabilirdik, ne gelecekte. Hitler’inkinden de tümcül bir zorlamayla ırkçı ülkünün bu konuda bir ölçüde başarıya ulaşacağı düşünülebilirdi. Ama böyle bir “arı ırk” için bile arı bir ekin nerdeyse olanaksızdı, çünkü, özü açısından, hatta özü gereği, ekin doğanın karşıtıydı. Yirminci yüzyılın en büyük ve en ilginç dilbilimcilerinden biri, Emile Benveniste “İnsan doğaya değil, ekine doğar”, diyor, ekini de insan ortamı, dirimsel işlevlerin gerçekleşmesinin ötesinde, insanın yaşamına ve etkinliklerine biçim, anlam ve içerik veren her şey diye tanımlıyordu. Belki de bu nedenle çoğumuz bir tür doğa olarak algılıyorduk onu, belirimlerini, değişimlerini, hatta çelişkilerini doğal buluyor, kendimizi onun akışına bırakıyorduk. Ama ekini doğayla özdeşleştirmek, hatta doğaya benzetmek yanlıştır. Kimilerinin düşündüğünün tersine, bağdaşık ve kapalı bir yapı değildir ekin. Doğayı bile belirli bir oranda değiştirdiğine sık sık tanık olduğumuz insan usu ve insan eli, açık bir biçimde böyle bir amaç gütsün, gütmesin, ekini çok daha kolay, çok daha çabuk ve çok daha kapsamlı bir biçimde değiştirir, değiştirmesi de olağandır. Bu nedenle ekinlerin evrenselliğinden söz edemeyiz. Bir Fransız, bir İngiliz, bir Japon, bir Suudi ekini vardır. Ama birbirinden çok farklı, hatta birbirine karşıt ekinlerin varlığı bile hiçbirinin kendi içine kapalı kalmadığını, kalamadığını gösterir. Kimileri daha az açıktır, kimileri daha fazla, ama, özellikle günümüzde, hepsi de başka ekinlerle etkileşim içindedir. “Özellikle günümüzde” diyoruz ya, eski dönemlerde de şaşırtıcı sayılabilecek örnekleri var bunun. Döneminin en büyük güçlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu halkının ekininin en temel öğesi olan türkçeyi Arap ve Acem dillerinin öğeleriyle karıştırarak nerdeyse bir yabancı dil olarak nitelenebilecek yapay bir ekin ve yazın dili oluşturmuştur. Aynı ölçüde dizgesel ve kararlı bir biçimde olmamakla birlikte, aynı eğilimin bugün de bir başka yönde sürdürüldüğüne tanık olmaktayız. Ama yabancı dillere ve yabancı ekinlere gösterilen aşırı hayranlık ve bu hayranlığın sonucu olan özenti ve öykünü bir yana, günümüzde düşünce açısından olsun, yazın açısından olsun, yaşam biçimi açısından olsun, etkileşim, özellikle de etkilenim eski dönemlerdekinden çok daha fazla. Günümüzün çok gelişmiş ve çok yaygınlaşmış iletişim aygıtları da bu etkilenimi daha bir hızlandırıyor. Böylece ulusal ekinlerin değişik etkiler altında bulanıklaştıklarına tanık oluyoruz, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin hem köklü, hem olabildiğince arı ekin alanları bile eski arılığını yitirmeye başlıyor. Bizimki gibi ülkelerdeyse, bu bulanıklık ağırlığını çok daha güçlü bir biçimde duyurmakta. Hiç kuşkusuz, insan gene doğaya değil, ekine doğuyor, ama, özellikle günümüzde, ekinde doğanın bütünlüğünü bulmak boş bir düşten başka bir şey değil. Bizim yaşlı adamın beni ve arkadaşlarımı “Kimim ben?” diye sıkıştırması da büyük olasılıkla kimliğini bağlayabileceği ya da kimliğinin bağlı olduğunu söyleyebileceği bir ekin, kendi içinde tutarlı, kendi kendisiyle bağdaşık bir ulusal ekin görememesinden kaynaklanmaktaydı. Bugün nerdeyse her ülkede saptanabilecek bir durum bu, ama bizim ülkemizde çok daha yüksek bir düzeyde. Söylemek bile fazla, Benveniste’in saptamasını değiştirmiyor bu: insan hep ekine doğuyor, ama içine doğduğu ekinin yüzde yüz arı, yüzde yüz bütüncül bir ekin olması gerekmiyor. Dahası, başka ekinlerin düşünsel ve araçsal ürünlerini sınırlarından içeri sokmayan bir toplum tasarlamak bile zor bugün, hep bir şeyler alıyoruz başka toplumlardan, aldıklarımızın kimilerini kolaylıkla benimsiyor, kimilerini benimsemekte zorlanıyoruz, ancak, zaman içinde, aldıklarımızın büyük çoğunluğu yabancılığını tümden unutturtacak kadar bizim ve bizden oluyor. Bugün roman Türk yazınının önde gelen türlerinden biri, oysa tarihi iki yüzyılı bile bulmuyor. Televizyonunda bir Amerikan dizisi izleyen nine de ne görece yeni bir buluştan yararlanmakta olduğunu düşünüyor, ne de bir “gâvur icadı” karşısında bulunduğunu. Ama bizim yaşlı izleyicinin duyarlığını da yabana atmamak gerekiyor. Kasım, 2010 GERÇEĞEBENZERLİK Yazının öyle çok tanımları yapılmış, ne olduğu ya da ne olmadığı konusunda öyle çok görüşler ileri sürülmüştür ki art arda sıralamaya kalksanız, sayfalar yetmez. Ama bu tanım ve gözlem bolluğu bile bir göstergedir, gene ona ışık tutar bir ölçüde: kolay kolay ele gelmeyen bir nesne karşısında bulunduğumuzu, en iyi tanımların bile onu tüm yönleriyle kuşatmaya yetmeyeceğini gösterir. Bu yüzden olacak, yazın söz konusu olunca, tanımları fazla önemsemeyiz, bu nedenle de belleğimizde tutmaya çalışmayız. Hiç kuşkusuz, en sıradanının bile doğru bir yanı vardır, ama hiçbiri göndergesiyle yüzde yüz örtüşmez bence. Bereket, yazını tanımak, hatta değişik belirimlerini birbirinden ayırmak için tanımlara fazla gereksinimimiz yoktur. Roman, öykü, oyun, şiir, deneme, on yaşında bir çocuğun önüne yüz kitap koyun, kısa bir sürede yanlışsız olarak ayırıp sınıflandırır bunları size. Neden? Tür kavramı yazın kavramından daha açık, daha yalın, daha ele gelir olduğu için mi? Pek değil. Örneklerini birbirlerinden kolaylıkla ayırabilmemize karşın, tür olgusu yazın olgusundan da karışıktır. Burada, olsa olsa, yazının tanımları arasındaki farklılıkların bu tanımlara girişenlerin öncelikle belli bir türden, belli bir türün özellik ve isterlerinden yola çıkmış olmalarından kaynaklanması olasılığından söz edilebilir. Buna karşılık, değişik türlerde yapıt vermiş ya da değişik türler üzerinde ayrıntılı incelemeler yapmış kişiler için bile bir yazın tanımında tüm yazın türlerinin özelliklerini göz önünde bulundurmak kolay değildir. İster tanım söz konusu olsun, ister başka şey, çoğu yazın adamlarının yazından söz ederken öncelikle kendilerini ilgilendiren türden yola çıktıkları sık sık tanık olduğumuz bir gerçek. Örneğin Michel Tournier “Yazar her dokunduğunu yüceltir. Sıradan bir yazarsa, nesnelere ve kişilere özlerine yabancı, üzerlerine yararsız süsler gibi yapışan, yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir onları. Oysa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçekte. Genel olarak tözün saydamsızlığında boğulmuş ince ve hoş yapıları aydınlığa çıkararak içeriden aydınlatır. Burada tanıma izleğine geliyorum gene. İyi yazarın okuru okuduğunda yeni şeyler bulgulamalı, varlıklarını öteden beri en azından sezinlediği için inandığı gerçeklikleri tanımalı, yeniden bulmalıdır. Yazarın ustalıkla sürdürdüğü bir yanılsama mı söz konusudur? Belki de. Belki de en üstün sanat bunlara güven uyandıran ve okurun geçmişinde uzak bir çağrışım yaratan bir eskiden-görmüşlük havası vererek yeni şeyler yaratmaktır”, derken, ne romandan söz eder, ne romancıdan, ama yazar diye nitelediği kişinin öncelikle romancı, sanat niye nitelediği şeyin de öncelikle roman olduğunu hemen anlayıveririz. Aynı biçimde, Marcel Proust da “Yazmak anımsamaktır”, derken, genelin alanında kalır gibi görünür; hiç kuşkusuz onu okuduktan sonra, “Yazmak anımsamaktır. Ama okumak da anımsamaktır”, diye ekleyen François Mauriac da öyle. Ama her ikisi de gerçekte yalnızca romanı, belki romanın da belirli bir türünü düşünür. Gerçekten de, andığımız gözlemlerin genel olarak anlatı sanatına, yani roman ve öykünün tüm türlerini kapsayan bir bütüne bağladığımız zaman bile, yüzde yüz doğru olduklarını, tüm anlatı türlerini kapsadıklarını kim ileri sürebilir? Örneğin Tournier gözleminde ne ölçüde haklıdır? “Sıradan bir yazarsa, nesnelere ve kişilere özlerine yabancı, üzerlerine yararsız süsler gibi yapışan yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir onları!” sözünün gerçekle yüzde yüz örtüştüğü söylenebilir mi? Yazar ya da romancının konumu gerçekten var olan bir kişiyi giydiren terzinin, gerçekten var olan bir odayı düzenleyen iç mimarın konumu mudur? Elbette hayır. Nesneleri ve varlıkları da, onları güzelleştirmekte kullandığı bezekleri de yazarın kendisi tasarlayıp söze döktüğüne göre, bezek mi kişi ve nesnelere yabancıdır, kişi ve nesneler mi bezeğe, nasıl bilebiliriz? Temel işlem gözlemlenmiş ya da tasarlanmış şeylerin söze aktarılması olduğuna göre, sorun öze yabancı kalıp kalmamak değil, birbirleriyle bağdaştırılması gereken öğelerin bağdaştırılıp bağdaştırılamamasıdır. Bu durumda da başka türlü ele alınması yanlış olur. Michel Tournier, “Oysa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçekte”, derken, özel olarak belirli bir roman, genel olarak da belirli bir yazın anlayışını ortaya koyar. Bu anlayışa göre, daha romana ya da şiire dökülmeden önce de var olan bir gerçek vardır, gerçek bir dünya, gerçek nesneler ve gerçek kişiler vardır; iyi yazar, hepsinin derinliklerine inip gizine varmış bir özne olarak, içlerinden, derin ve geçerli özleriyle aydınlatıp gösterir onları bize. Hiç kuşkusuz, bir fotoğrafçı gibi yapmaz bu işi, sanatının gerekleri uyarınca, belli bir oranda dönüştürür; ama, ne olursa olsun, yaptığı şey önceden var olanı görünür ya da anlaşılır kılmaktır. Başlıca işlevi budur. “İyi yazar gerçekten hiçbir şey eklemez!” sözünü başka türlü yorumlamak nerdeyse olanaksızdır. Bu tanıma uyan iyi yazarlar çoktur; Michel Tournier’ nin kendisi de bu tür yazarlar arasında sayılabilir. Ama iyi yazarı yalnızca bu özellikle tanımlamak ne ölçüde doğrudur? Özel olarak romancının, genel olarak yazarın (bu arada, ozanın), daha genel olarak da sanatçının (bu arada ressam ve bestecinin) hep önceden var olan bir gerçekten yola çıktığını, bize o gerçeği yansıttığını kim ileri sürebilir? Yazarın hep gerçekten, gerçek kişilerden ve gerçek nesnelerden yola çıktığını varsayalım, onların gerçekliklerini bozmak ya da gerçekliklerine bağlı kalırken, onları belirli bir amaç doğrultusunda, özlerine uymayan, yakıştırma niteliklerle donatmak da iyi bir yazarın gerçekleştirmek isteyeceği bir amaç olamaz mı? Dahası, bu yazar nesnelerin ve kişilerin ince yapılarını bu yoldan daha iyi ortaya koyabileceğini düşünemez mi? Örneğin Rabelais’ nin Gargantua’sı, Hugo’nun NotreDame de Paris’si ya da Kafka’nın Şato’su böyle bir düşüncenin ürünleri olarak gösterilemez mi? Bence gösterilebilir. “Yazmak anımsamaktır” kesinlemesi de bir gerçeği dile getirmekte. Mauriac’ın kesinlemesine gelince, belirli bir gerçeği dile getirmesi bir yana, hem Tournier’nin gözlemini, hem de, kurgusu, içeriği ve bildirisiyle, Proust’un yapıtını doğrulamakta. Ama “anımsamak” sözcüğüne genellikle verdiğimizden çok daha kapsamlı bir anlam vermek, örneğin, çelişkin gibi görünecek bile olsa, anımsamanın düşlemeyi de kapsadığını benimsemek koşuluyla. Öyle ya, Yitik zamanın ardında’nın yalnızca bir anımsama etkinliğinin ürünü olduğunu kim ileri sürebilir? Öte yandan, çok iyi bir bilimkurgu romanının oluşumunda anımsamanın da önemli bir işlevi bulunabilir, ama böyle bir yapıtın yazarının, hiç kuşkusuz kendi öznel gerçeği doğrultusunda, bambaşka bir evreni, yüzyıllar sonrasının gerçeklikleri fazlasıyla kuşkulu insanlarını ve nesnelerini düşleyerek yazdığı kuşku götürmez. Bu bile yazarlarımızın söylediklerine gölge düşürür. Ya okumanın da bir anımsama biçiminde tanımlanması ve, Tournier’nin yazdığı gibi, iyi bir yazardan okuduğumuz şeylerin bizim için birer “tanıma” olması, okurun bunlarda “yeni şeyler” bulgulamaktan çok, “varlıklarını öteden beri en azından sezinlediği için inandığı gerçekleri, gerçeklikleri” yeniden bulması? Tournier, “Yazarın ustalıkla sürdürdüğü bir yanılsama mı söz konusu? Belki de. Belki de en üstün sanat ona güven uyandıran ve okurun geçmişinde uzak bir çağrışım yaratan bir eskiden-görmüşlük havası vererek yeni şeyler yaratmaktır”, derken, bir kuşkuyu dile getirir, ama, dile getirdiği olasılığın benimsenmesi durumunda, sanatı bir tür göz boyamacılık olarak algılamak gerekeceğine göre, bunu sanatçının anlatım gücünü vurgulayan bir benzetme biçiminde anlamak daha doğru olur. Üstelik, ister göz boyamacılık, ister başka bir yaklaşım söz konusu olsun, yaratımın bizde her zaman bir eskiden-görmüşlük izlenimi yarattığı çok kuşkulu. Örneğin ben, yaşamımın değişik dönemlerinde, Balzac’ın, Flaubert’in, Dostoyevski’nin, Proust’un ya da Gide’in yapıtlarını yeniden okurken, arada bir kendi deneyimlerimle okuduklarım arasında bir koşutluk ya da yakınlık kurduğum olsa bile, bir “eskiden-görmüşlük” ya da eskiden-yaşamışlık duygusundan çok, güçlü bir katılım duygusuna kapıldım, bir başka deyişle, okuduğumu daha önce kendim de yaşamışım, kendim de duymuşum, düşünmüşüm ya da düşlemişim gibi bir duyguya kapılmaktan çok, yeni bir serüven olarak yaşadım; daha başka ve daha alçakgönüllü bir deyişle, yaşanana, düşünülene, duyulana ya da düşlenene tanıklık etme duygusu içinde sürdürdüm okumamı. Daha ilginci, Balzac’ın Rastignac’ı, Rubempré’si ve daha nice kişisi, Flaubert’in Frédéric Moreau’su, Charles Bovary’si, eczacı Homais’si ve daha nice kişisi, Dostoyevski’nin Prens Muşkin’i, Nastasia Filipovna’sı, Raskolnikov’u ve daha nice kişisi anılarımda hep birer tanıdık olarak kaldı, serüvenleriyle deneyimlerimi, duygularımı ve bilgilerimi zenginleştirdiler. Ama, yazınla uğraşanlar çok iyi bilirler, bu olgunun nice zamandır kullanılagelen bir adı vardır: gerçeğebenzerlik. Ancak, hemen belirtelim, nice zamandır kullanılagelmesine karşın, gerçeğebenzerlik donmuş bir kavram değildir: tek bir gerçeklik biçimine bağlanmaz, yapıttan yapıta düzlem değiştirir. Böylece, kimi yapıt nesnel, kimi yapıt tinsel, kimi yapıt konumsal, kimi yapıt mantıksal, kimi yapıt yapısal yönden gerçeğebenzer olarak algılanır. Ayrıca, zaman içinde, özel olarak yazın, genel olarak sanat anlayışımızla birlikte gelişir. Durum bu olunca, bizi daha önce var olabileceğini usumuzdan bile geçirmediğimiz yüzlerle, nesnelerle, düşünce ve tutumlarla karşı karşıya getiren yapıtları da gerçeğebenzer bulmamızdan daha doğal bir şey olamaz. Picasso’nun resimleri de, gündelik gerçeğin ötesinde, bağıntılar düzleminde, alıştığımıza benzemeyen, ama onun kadar geçerli bir gerçeğebenzerlik sunar kuşkusuz. Şu var ki bu tür gerçeğebenzerlikleri algılayabilmek için Michel Tournier’nin roman okurunda arar göründüğünden çok daha zengin bir donanım gerekir.
Tahsin Yücel – Kimim Ben
PDF Kitap İndir |