Tarik Bugra – Kucuk Aga

Önce Tekke Deresi’nin üstü karardı, sonra şimşekler çakmaya başladı, ardından da yağmur boşandı. Kasabanın doğuya meyil i sokaklarında sağlı sollu ırmaklar peyda olmuştu. Gökyüzü neyi var neyi yoksa boşaltacak gibi idi. Akşehir 1919’un baharını, büyük çöküntüden sonraki ilkbaharı karşılıyordu: Parasızlık, yokluk ve açlığa karşı belli belirsiz bir ümit baharı bekliyordu. Bu ümidin hattâ adını söyleyebilecek bir babayiğit zor çıkardı. Fakat ne de olsa artık üşümeyecekler, hiç değilse soğuktan kurtulacaklardı. Ve soğuk, yaşlılarla çocuklar için açlık kadar yıkıcı idi, açlıkla büsbütün katlanılmaz oluyordu. Kasabada da yalnız yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Dört yıldır dükkânlarla, bağlarla, bahçe ve tarlalarla yalnız onlar uğraşıyor, her şeyin verimi de ona göre düşüyordu. Aylardan beri her ev kocaman bir göz olmuş, yollara dikilmişti: Her evin beklediği biri vardı, bir yavuklu, bir koca, bir oğul, bir ağa veya dayı… Kimi hastahaneden, kimi dağıtılan kıtasından, kimi esaretten gelecekti. Nasıl geleceklerdi? Hangi beden, hangi ruhla geleceklerdi? Bunu düşünen veya düşünmeye cesaret eden pek yoktu; geleceklerini, gelmelerinin muhtemel olduğunu bilmek yetiyordu. Sonra gelmeleri gerekti, şarttı artık. Yoksa pırıl pırıl Akşehir kendi üzerine kapanan bir mezar olur çıkardı. Buna az bir şey kalmıştı. Yağmur bardaktan boşanırcasma yağıyor, sokakları su götürüyordu.


Çay çoktan taşmış, kıyıdaki evlerin eşiklerini yalamaya başlamıştı. Kimsenin yapacak bir işi yoktu. Kadınlar evlerde, ak sakal ı erkekler kahvelerde toplanıyorlardı. Bu toplantılarda saatlerce susulurdu. Tek tek değil de birarada susuşun bir başka anlamı var gibiydi. Belki de dünyanın sonu böyle beklenirdi. Ama kasabanın değişmeyen, hattâ büsbütün canlanan bir yönü de vardı: Gâvur Mahal esi. Tekke Deresi’ne doğru sokulan bu kârgir ve kiremit damlı evlerde hava bambaşka idi. Akşehir’i saran çöküntüye karşı bu mahal e gün gün dinçleşiyordu. Yatsıyla birlikte kasaba o deliksiz karanlığının içinde mezar uykusuna dalar, fakat bu evlerde pencereler turuncu turuncu bakardı ve Minas’m, Yorgo’nun meyhanelerinden sokağa kahkahalar, şarkılar, gitar ve ud sesleri taşardı. Çok geç vakitlerde sahipsiz sokakların sessizliğini naralar, Rumca ve Ermenice naralar parça parça, delik deşik ederdi. Ve beşikteki çocukların, kamayaklı kızcağızların korkmamaları lâzımdı. Korkmaya hakları yoktu; çünkü yalnız sokaklar değil, bütün kasaba, bütün memleket sahipsizdi, sahibini yitirmiş, kimin sahip çıkacağı, nasıl bir sahibin çıkacağı bilinmiyordu. Bir vakitler Mumcu Mustafa’nın, Akağa’nın veya Hacı Küçüğün, hattâ Nalband Mustafa’nın önünde elpençe divan duran, gülümsemekten, hayhay demekten başka birşey bilmeyen, sokaklarda başları saygılı saygılı öne eğik geçen Li-gorlar, Minaslar, Bapkumlar ve ötekilere bir hal olmuştu. Sanki onlar kral, ötekiler köle idi, en iyi tutumları sadece yüz vermemekti arük.

Eski günlere dayanan teklifler en azından yılışık bir alayla karşılanıyordu. Acaba yeni sahip, yeni efendi bunlar mı idi veya bunlar mı olacaktı? Sonra bir ingiliz birliği geldi. Bu bir ümitti. Zira ne de olsa bunlar, kendine göre bir hukuku bulunan savaşın rakipleri idiler ve elbette bir hukuk değeri olan anlaşmaya göre davranacaklardı. Ama ümit boşa çıktı. Askerler kasabaya beş kilometre uzaktaki istasyona yerleştiler. Görevleri demiryolunu korumaktı. Bir faydaları bir dilim ekmek için bile imkânları olmayanlara dokundu. Bunlar el erinde sahanlar ve torbalarla istasyona kadar iniyor, yemek ve ekmek alıyorlardı. İngiliz askerlerine bu konuda ne cömert, ne de hain veya cimri denebilirdi; zira veriyorlardı, ama hakaret kusan bir gururla veriyorlar, en düşküne bile “Keşke vermeselerdi” dedirten bir şekilde veriyorlardı. Sonra onlar gitti ve yerlerini İtalyanlar aldı: Farfaracı, sıcakkanlı, anlaşmaya uygun vo leylek düşmanı italyan askerleri. Bunların halk üzerindeki ilk etkileri muthuj olmuştu. Ellerinde silâhları, üçer beşer kişilik gruplar halinde kasabaya geliyor ve Çınaraltındaki asırlık çınara, Ulu Caminin kubbesine, hatta bacalara yuva yapan leyleklere ateş ediyorlardı. Pek de iyi nişancı sayılmazlardı ama, eninde sonunda halkın âdeta kutsal saydığı zaval ı hayvanların üçünü beşini vuruyor, kanat tüylerini yolup şapkalarına takıyorlardı. Fakat buna da alışıldı ve hava tez ısındı.

Zira karargâhlarına gelen çocuklara ve ihtiyarlara bol bol yemek veriyorlar, isteye isteye veriyorlar, üstelik ahbap olmak için hıristiyanı müslü-mana üstün tutmuyorlardı. Nitekim genç Niko’yu herkesten fâzla sevişleri onun Rum oluşundan değil, İtalyancayı bilişinden ve sokulgan, cana yakın oluşundandı. Niko ile Çolak Niko ile Salih’in arkadaşlıkları çocukluklarından başlamıştı. Bu dostluğu hazırlayan olayı ikisi de hiç bir zaman unutmadılar. Salih dokuz yaşında, orta boylu, zayıfça, fakat acı bir kuvvete sahipti, yaşına rağmen erkek yapılı ve mizaçlı idi. Niko ise yedi yaşında pespembe, gri gözlü, kumral saçlı, kız gibi birşeydi. Bir gün Taşoluk sokağının üç beş çocuğu Niko’yu Gâvur Mahal esi’ne yakın tahtaköprünün beri tarafında fena halde kıstırmış, yer misin yemez misin pataklıyorlardı. Arkadaşları kaçmış, Niko yalnız kalmış, Salih Kızılca’daki teyzelerinden dönüyordu. Karşılaştığı direnişe ve göz-dağlarına rağmen Niko’yu kurtardı, çayda elini, yüzünü yıkadı ve evine gönderdi. Artık arkadaşlıkları başlamıştı, kilisenin arkasındaki bahçede buluşur konuşurlardı. Yavaş yavaş Niko, Salih’in erkek yapısına hayran olmaya başlamış, Salih de ondaki kız çocuğu güzel iğine bağlanmıştı. Bu hep böylece sürüp gitti. Başlangıçta bu dostluğu iki cephe de yadırgar, hatta sert müdahalelerde bulunurdu, ama yavaş, yavaş benimsendi gitti, zamanla imalar bile yapılmaz oldu. Niko, Salih’e Gâvur Mahallesi’nin hazinelerini açıyordu. Diğer müslüman çocuklar için fantastik bir âlem olan bu semt Salih’e bütün sırlarını vermiş, bu da onu akranları, hatta büyükleri arasında önemli bir kişi yapmıştı.

Boyuna sorarlardı: “Bahçeler nasıldı? Çocuklar ne oynuyorlardı? Duvarlar hep putlu muydu? Kadınlar neye benziyordu? Hiç tehlike atlatmış mı idi?” Doğrusunu söylemek gerekirse Gâvur Mahallesinin öyle pek mühimsenecek özel ikleri yoktu. Dişe dokunur değişiklik sadece evlerin yapısında idi ki, bu da Topyeri’nden veya Çobankaya’dan da pekâlâ görülebiliyordu. Yoksa çocuklar orada da aynı oyunları, aynı şekilde oynuyor, kendileri gibi itişip kakışıyor, kavga edip küsüşüyorlardı ve erik hırsızlığı orada da aynı tehlikeleri taşıyordu, ne eksik, ne fazla. Ama Salih’in gönlü buna razı olmaz, bu yüzden de sorulanları yarımAğızla,söylediğinden başka yönlere de çekebilecek şekilde cevaplandırır,yalancılığı hiç sevmediği halde,bir vakitler kendi kafasını da kurcalamaış olan kuruntulara uygun masalcıklar uydururdu. Salih’e bir kişilik kazandıran bu arkadaşlık ustaya verildikleri çırak,kalfa ve delikanlı oldukları günlerde de ama çeşni değiştire değiştire sürüp gitti. Salih demirci Hamdi ustanın,Niko’da terz. Yaninin yanında çalışıyordu.Biri Cuma öteki Pazar günü tatil yapardı.Salih beş vakit namazını kılar,Niko kilisesine devam ederdi.Fakat bütün ayrılıklara rağmen arkadaşlıkta değişen bir şey yok gibiydi.Halbuki bütün bu zaman içinde,o birbirine karşı zıt iki büyük dünyanın birer minik örneği daha oluşurmuş.Salih bunu çok geç,yıl ar sonra anlayacak,hayatı da bu öğrenişle bambaşka bir hedefe yönelecekti. Tıpkı ölüm Şimşekler Tekke Deresinde Şişman Bertalar gibi gümbürdüyor.Yağmur oluktan boşanırcasına yağıyordu.Bitkin tren Halep’ten yüklediği kendindende bitkin kafilenin beklide en çökgün,en yıkılmışını Akşehir istasyonuna bıraktı.

Bozgunla biten o inanılmaz maceranındöküntüleri sılasına kavuşan bu silah arkadaşlarına vagonların penceresinden donuk donuk bakıyorlardı.Ne gülen,ne el sal ayan,ne de bir çift laf eden oldu. Tren puflaya puflaya kuzeye doğru uzayan ve sonu gelmeyeceğe benzeyen yoluna koyulmuştu. Salih yavaş yavaş eriyen ve bir defa daha göremeyecek olduğu bu yüzlere öyle kımıldamadan bakarken o büyük, o yürekler paralayıcı bozgun için dikilmiş bir heykelden başka bir şeye benzemiyordu.E1 sal amak, güle güle diye bağırmak isterdi. Bahtınız açık olsun demek isterdi. Fakat el sallayamazdı, bir eli bütün koluyla birlikte Kütülammare’de, bir kum tepesinde kalmıştı, öbür eli de pis, sefil fakat kocaman torbasını tutuyordu. Ve artık bütün iyi dilekler boşunaydı, bu trenin yolcuları gülmeyi de, bahtlarını da topyekûn kaybetmişlerdi. Bunlar bozgunun sakat, yarım kalmış döküntüleri idi, işe yarayabilecekler esir kamplarında ve tecrit edilmişlerdi. Katarın son vagonu da ilerledi virajda kayboldu. Fakat Salih trenin hâlâ önünden geçmekte olduğunu sanıyordu. Aynı vagonlar, aynı pencereler sanki milyon kere milyon üremişti ve bu geçiş ebediyete kadar sürecekti. Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler… Aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler, aynı yüzler, aynı donuk bakışlar. Hele o ses… Hele o erkekçe, bir bakıma güzel, bir bakıma harikulade, fakat insana ait değilmişcesine canlılığını kaybetmiş, bu yüzden de melankoliden çok daha ezici, çökertici bir tesir yapan ses!. Bu ses mezarda bile kulaklarını bırakmayacak gibiydi: “Adı yemendir, Gülü çemendir…” Bozüyük’lü bir topal saatlerce, hangi saatlerce? Günlerce tekrarlayıp durmuştu: “Adı yemendir, Gülü çemendir, Giden gelmiyor Acep nedendir?” Keşke gelmek olmasaydı.

Gelmek mi denirdi buna? Nerede sağ kolun yavrum Salih? Nerede sağ kulağının yarısı oğlum Salih? O kehribar gibi gözlerine ne oldu bir tanem? Ya o yiğit yüzün kardeşim? Gelmek mi denirmiş buna? Ve aynı vagonlar, aynı pencereler, aynı yüzler önünden geçiyor-, geçiyor, tekrar geçiyordu. Salih o trenden ayrılmak istemiyor, inmemiş olmak, gitmek, gitmek, gitmek istiyordu çünkü. Birden irkildi. Bu bir alarmdı: Ardında konuşanlar vardı, gâvurca konuşanlar. Kavrulmuş bedeninden umulmayacak bir çeviklikle, zemberek boşanır gibi döndü: Tüylü şapkalar. «— Haa… İtalyanlar…» Ve Salih bu tombul, bu şaklaban yüzlerin arasında Niko’nun yüzünü aynı anda farketti. — Salih, vre sen misin? Tanıdı be. Demek hâlâ Salih? İçinden, torbasını atıp o tek koluyla Niko’yu kucaklamak geldi. Fakat silâhlı İtalyan askerleri… Hafifçe gülümsedi, hafifçe ama candan. — Merhaba Niko! Sesi de bel i belirsizdi. — Vay Salih vay… Bu ne hal vre? Ne olmuş sana böyle? Canlı, sıhhatli, neşeli idi. Eskiden Rum şivesini örtmeye çalışırdı. Şimdi inadına belli etmeye çalışır gibiydi. İtalyanlara onların diliyle bir-şeyler söyledi, berikilerden biri tek kelime ile cevap verdi, Niko da: — Gel, dedi. Salih’in kolsuz tarafına geçmiş, elini omuzuna atmıştı, fakat daha üç adım gitmeden epey ayrıldı.

Salih çok fena kokuyordu. istasyon binasına, müdürün odasına girdiler. Niko’da ne olduğunu göstermek isteyen bir hal vardı: — Aç mısın? diye sordu. Salih şöyle bir yokladı kendini, hattâ düşündü : Açtı. — Acıkmışım, dedi. Niko dışarı çıktı. Salih de yan gözle etrafını süzmeye başladı. Telgrafın başında ve müdür masasında İtalyan zabitleri vardı. Eski Müdür Necati Bey gişede idi, iyice ihtiyarlamıştı. Niko iki konserve kutusu, bembeyaz ekmek, sucuk ve çatalla geldi. — Ye… Sucuk domuz etinden değil. Güldü. Birşeyler hesaplar gibi sustu, sonra yine konuştu: — Ama artık sizinkiler domuza momuza bakmıyorlar. Güldü: — Ne verirsen yiyorlar. Salih yutmaya hazırlandığı lokmayı üç beş defa daha çiğnedi.

Demek «Sizinkiler?» — Ee bakalım Salih Çavuş, anlat be… Salih kendisini Niko’nun karşısında, eskisi gibi hissediyordu artık. Sanki yine iki kolu, iki 18/Küçük Ağa bileği ve tuttuğunu koparan iki eli vardı, demirci eli. Donuk bakışları bir an için Niko’nun gözlerini aradı: — Çavuş olamadım Niko… Bir kola bir ter-fiye. Niko anlamıştı. Ama eskisi gibi sinmedi, aksine daha bir rahat güldü : — Aldırma. Biz burada böyleyiz işte. Kötü günler de geçirdik ama. Korktuk bile. Bildiğin’ gibi değil, italyanlarla pek iyi aram. Bir dediğimi iki yapmıyorlar. Yağmur yeniden ve aynı hızla başlamıştı. Salih’in içi bir tuhaftı. Fakat inat etti, önündekilerin hepsini yiyecekti. Yemek için ikinci ele pek lüzum yoktu. — Konuş be Salih.

Salih ona bir defa daha donuk donuk baktı. Cevap vermedi. Niko artık ona boyun eğmiyordu. Gri gözlerini kaçırmadan: — Anana da İtalyanlardan öteberi götürürdüm.:. Salih’in ağzındaki lokma büyüdü, büyüdü ve taşlaştı. Niko iyice keyiflenmişti. — Anlat be… Nasılsın? Salih ayağa kalkıverdi. — İyiyim. Ceketinin onbaşılık şeridi sökülmüş sağ kolu bomboş sarkıyordu. Sağ kulağı yarım, yanağı kapanmış bir yaradan ibaretti ve iyiyim diyordu. Açlık, uykusuzluk, kızgın güneş, kum fırtınaları ve ölümle bir daha, bir daha, belki bin defa pençeleşmeler kavurup gitmişti de, iyiyim diyordu. Herşeyi kaybettikten sonra ümidi de kaybedenin karşısına ne ile çıkılabilir, zafer için neye güvenilirdi? Niko bu imkânsızlığı sezdi. İşte şimdi sinmek üzereydi. Salih bir an için ona eskisinden çok daha kuvvetli görünmüştü.

Fakat büyüyü Salih’in kendisi bozdu: — Yemek iyi oldu, sağol. Evet bir midesi vardı hâlâ. Acıkacak, yemek isteyecekti, yemek. Yemek mi? Ekmekten ne haber? Ekmek arslanm ağzında idi, tek kolla da arslanla boğuşmak bir parça güç olmaz mıydı? — Niye kalktın? Otur da iki çift laf edelim!. Eğildi, torbasını aldı. — Gideyim artık… Niko yine gülüyordu. — Nereye? — Şehre… Anamı göreyim. Niko bu sefer kahkaha ile güldü: — Şehre mi? Bu yağmurda?. Ne ile?. — Sahi be… Amma da yağıyor… Üşüyordu da ve Niko artık onun acıkacağı gibi ıslanıp üşüyeceğini de biliyordu. Kanapeye iyice yerleşti. Cebinden bir paket İtalyan sigarası çıkardı. Sigara? Salih’in gözleri parladı. Sigara insanın karnı doyunca yemekten de değerli oluyordu. Niko bunu da anladı.

— Yak bakalım… otur hele. Fakat Salih de onu anlıyordu. Sanki o kum çölleri gibi sonsuz savaş yeniden başlamıştı. Direnmek, her ne pahasına olursa olsun direnmek lâzımdı. — Yok, dedi, gideyim. Hadi eyval ah. Şaka değil gidecekti. Adımını atmıştı bile. — Görüşürüz Niko. Niko telâşlandı: — Dur hele. Ayağa kalkmıştı. Salih artık onun çocukluk galibi Salih’ti: — Sen otur biraz. Otur, otur. Eskiden olduğu gibi, tıpkı dört beş yıl önceki gibi rica ediyordu ve gerçekten de Niko eskisi gibiydi artık. Salih oturdu.

Niko dışarı fırladı. Döndüğü zaman elinde kocaman bir paket vardı: — Haydi, dedi. Yürüdüler. — Doğru. Seni tutmak olmaz şimdi. Eve git de sonra nasıl olsa bol bol oturur konuşuruz. Artık vakit çok. Dışarı çıktılar. Saçağın altından hızlı hızlı yürüdüler. Bekleme salonundan geçtiler. Binanın arkasında bir fayton duruyordu. Niko: — Ligor seni götürecek, dedi. — Sağol, diye mınldajndı. — Güle güle Salih, konuşacağız… Eskisi gibi. Salih anlaşmayı kabul etti: — Ver bir sigara.

Niko paketi telâşla çıkarıp uzattı: — Ver ağzıma… Görüyorsun elim dolu. Hüzünle, dostça gülümsüyordu. — Yak şimdi de bakalım. «Mademki dostluk dirildi, işte bu kadar zayıf, bu kadar aciz, bu kadar yoksulum, kibritim de yok…» der gibiydi. Niko onun sigarasını yaktı. Salih faytona binmişti. Elindeki paketi onun dizlerine koyarken : — İçinde sigara da var, dedi. — Sağol Niko. — Haydi güle güle. Yağmur deli gibi yağıyor, fayton iki tarafı ağaçlı caddeden vadiye doğru tırısla gidiyordu. Karşıda yükselen Topyeri ile Çobankaya yağmurun ve bir kördumanın ardından hayal meyal görünüyordu. Analar, analar, analar ve bir ana Topyeri ile Çobankaya’nın arasındaki Tekke Deresi’ni bir üçgenin tabanı gibi kapatan Taş-oluk sokağı iki fırını, bir bakkalı, bahçeli ve iki, üç katlı evleri ile Akşehir’in gözde semtlerinden biri idi. Sokağın tam ortasında Halıhane’nİn büyük bahçesine dayanan bir çıkmaz vardı. Salih’lerin evi bu çıkmazın sol tarafında, en dipte idi. Bir vakitler, üç kız ikisi oğlan, beş çocuklu bu ev, o devrin kendine mahsus varlık ve saadeti ile cıvıl cıvıldı.

Sonra kızlar gelin olup gittiler ve kendi alın yazılarını yaşamaya başladılar, oğlanlardan büyüğü harbin daha ilk yılında Çanakkale’de şehit düştü, öteki, babasının ölümünü Şam’da iken haber alan Salih, işte şimdi, artık bir ihtiyar dulun sessizliği ve yoksulluğu ile dolan o evin kapısı önünde faytondan iniyordu. Salih arabadan köşebaşmda inmek istemişti. Fakat lAgor tembihliydi, kapının önüne kadar götürdü. Üstelik Salih bu sokaktan böyle tek kol u, tek kolunda pis bir torba ile geçmek istemiyordu. Bu iş nasıl olsa olacaktı ama ilkin verdiği bir korku vardı, bu da az şey değildi. Bir eyval ah da ligor’a çektikten. sonra arabadan indi. Hiç bir tarafa bakmadığı halde bütün sokak halkının pencerelere üşüştüğünden emindi. Atların nal sesleri buna yeterdi. Mühim olan ise karşı evin penceresi idi. Acaba Raziye orada mıydı? Orada idi de Salih’in bu halini görünce içi fenalaşmış mıydı? Bir dünya çöker de insanın içi fenalaşmaz mı? Nitekim Salih hastahanede kendine gelir gelmez ilk olarak Raziye’yi hatırlamış ve «Bitti» diye düşünerek şarapneli bir kere daha yemiş gibi olmuştu. Tahta kapının aşı boyaması yer yer dökülmüş, kanatları iyice kaykılmıştı. Fakat, ucuna küçük bir kızılcık dalı bağlanmış ip olduğu gibi duruyordu. Çekti onu. Kapı açıldı.

Salih: «— Bismülâhirrahmanirrahim» diye mırıldandıktan sonra, neşeli bir sesle bağırdı-. «Ana ben geldim.» Taşlık hatırladığından daha serin, çok daha loştu. Karşıdaki bahçe kapısı aralıktı ve bu aralıktan tavuk kümesi görünüyordu. Çil horoz, paçalı tavuk, Raziye adım taktığı kar gibi beyaz tombul ve takkeli tavuk, sonra, başkaları., onlar, elbette çoktan gitmişlerdi; ama torunları da yoktu. Kümes bomboştu, bırakılmış evleri andırıyordu. Soldaki mutfağın kapısı ardına kadar açıktı. Ve mutfak da çoktan terkedilmiş gibiydi. Salih’in sesi neşeyi artık büsbütün kötü taklit ediyordu: «— Ana, ben geldim diyorum sana.» Kapıyı kapattı. Taşlık büsbütün karardı ve yukarı sofanın tahtaları hızlı hızlı gıcırdadı: «— Salih, Salih. Salih’im.» Bir kadının bu sesi çıkarabilmesi için ana olması, bir oğlunu şehit vermesi, dul kalması ve nihayet, son oğlunu da işte böyle cepheden beklemesi gerekti. Ve, insanın harbin ne demek olduğunu anlaması için bu sesi işitmesi gerekirdi.

Ve bu sesi hiç bir ana bir ikinci defa tekrarlayamazdı. tekrarlamaya gücü yetmezdi. Onun da imdadına gözyaşları yetişti: . — Ana diyen dil erin dert görmesin., ana diyen dil erin şeker yesin, bal yesin. Merdiven basamakları sarsılıyordu. Üçüncü basamakta kucaklaştılar. Yaşlı kadıncağız nasıl da bir kuvvetle sarılıyordu oğluna!. Bu kol an çözmek için ecelin kuvveti bile az gelirdi. Sonra kendini bıraktı ve sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Sık sık: — Salih’im, Salih’im, diyordu. Fakat artık salıncaktaki bebeğe söyler gibiydi. Ve birden dondu kaldı. Ağlamıyordu da. Neden sonra ve büyük bir zorlayışla: — Kolun… diyebildi.

Salih’e, «İnme trenden… al başını git» dedirten facia başlıyordu. Herşeyi önceden hesaplamış olması işine yaradı. Şaşılacak bir can sıkıntısı ile: — Amaan sen de be ana… Geldiğime şükredecek yerde kalkmış kolun diyorsun. Harp bu be ana. Şimdi şakacılığı da şaşılacak kadar tabii idi: — Bir kolun lafı mı olur? Afyonlu bir çavuş başını bıraktı da döndü memleketine. Daha neler var… Harp bu. Kadıncağız uykuda gibi tekrarladı: — Harp bu… öyle. Sustular. Dışarda yağmur olanca hızı ile devam ediyor, kül rengi aydınlık gitgide esmerleşiyordu. İçerde ise gece başlamıştı bile. — Lamba nerede ana, yakayım. — Yakalım ya. Kaçar gibi uzaklaştı. Salih ne yukarı çıkabiliyor, ne de aşağı inebiliyordu. Bulunduğu basamağa çakılıp kalmıştı.

Biraz sonra anası geldi: — İspirte de kalmamış. Var mı sende? Salih kibriti olmadığını biliyordu ama yine de ceplerini kanştırdı: — Yok bende de… dur dur, belki torbada vardır

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir