Gün doğmak için batar. Ölümdür bu gelen. Azrâil’in ayak sesleridir işittiği. Biliyor bunu; çoktandır. Ama gene de hazır değildir. Bir burukluk var içinde. Allah’dan nice zamandır, gece, gündüz dudakları kıpır kıpır mehil diliyor. Son göç’ün, o tek başına çıkılan büyük yolculuğun, bu yalan dünyadan ayrılışın yaklaştığını bahar başlangıcında, badem ağaçlarının çiçeğe durduğu günlerde sezmişti: – “Oğul, ben öldüğüm vakit, beni Bursa’da, şu Gümüşlü Kubbe’nin altına koy.” O gün bu gün Allah’dan mehil diliyor: Bursa’ya gömülmek için. Bursa’ya gömülebileceğini bilmek için. Bursa’ya gömülebileceğinden emin olmak için. Allah’dan mehil diliyor; gördüğü ve yaşamakla eşit değerde bir soy, sop ülküsü yaptığı rüyanın gerçekleşeceğine inanmak için! Ancak o zaman, ancak Bursa alınırsa erebilecektir gönül rahatlığına ve ancak o zaman gülümseyerek; “Hoş geldin, hoşnudluk getirdin” diyebilecektir Azrâil’e; çünkü ancak o zaman hazır olabilecektir Münker ile Nekir’e; çünkü ancak o zaman inanacaktır Allah’ın kendisine bağışladığı ömrü, mutluluğu, gücü hak ettiğine, iyi kullandığına, doğru kullandığına! Dayanılmaz ağrılar çekmektedir. Bitkindir. K ımıldanacak hâli kalmamıştır; ama Deli Dumrul’laşmak hırsıyla sarsılıyor: “ – Beni Bursa’ya gömün.” Bursa önlerine, Orhan Gazi erlerine işittirmek için ünlemek istemiş, ama sâdece inleyebilmiştir. Çektiği ağrıların daha fazlası olamazdı. Buna karşılılık hüzün daha da ağdalaşıyor ağdalaşıyor da, o Deli Dumrul’laşmak hırsını körüklüyor ve imkânsızı zorluyor. Ba şarıyor da: Yattığı keçenin üzerinde doğrulmuş, ellerini uzatmıştır. Ne kadar da uzundur bu kollar.. Yedi ad ım ötede, kapının eşiğinde, bir Kelime-yi şehâdet’lik mesafede duran Azrâil’in tırpanına ulaşacak, kapacak ve ikiye bölecek kadar uzun.. ve güçlü.. Öyle sanılabilirdi. Odada, evde, sokakta, yörede çıt yoktur; yaz bahçeleri bile suskundur. Derken, Dünya’nın en hızlı nal sesleri! Sungur dışarı fırlıyor ve göz açıp kapayana kadar da dönüyor; – “Gözün aydın hânım; Bursa bizimdir.” Halsiz boyun ona doğru dönüyor. Fersiz gözler -ama şakacı- gülümsüyor: “Gene geç kaldın Sungur” der gibi. Çünkü daha önce, nal seslerinden almıştır o müjdeyi. Nalların dilinden anlar o. Hep ayni yıllarda hep aynı hızla gitseler, ya da gelseler de nallar sevinmekte midir, dövünmekte, yerinmekte midir, bilir o. Uzun, kollar dirsekten bükülmüş, çocuk kolları olmuştur. Yaba irisi eller çocuk elleri olmuş, gök yüzüne doğru açılmıştır: Osmancık şükrediyor, duas ını okuyor ve hep gülümsüyor artık, eşiğe bakarak. Eşikteki, sanki, Azrâil değil de, az sonra yeniden kavuşacağı, gönül sultânı Malhun Hâtundur. Osmancık, artık hazırdır, huzurludur, mutludur. A ğrıları dinmiştir. İçindeki burukluk silinip gitmiştir. Kaslar ını katılaştıran gerilim çekilmiştir. Duydu ğu, artık, büyük ve başarılı seferler sonundaki mutlu yorgunluktur. Rahatça uzan ıyor: Dinlenecek, Yar Hisar zaferinin ve bütün zaferlerin, asıl önemlisi, en büyük, en sağlam temeli atmış olmanın yorgunluğunu çıkaracak.. Sanki..? Sanki değil, tıpkı öyle: İri elâ gözler yumulmuştur. Ama gür ka şları, uzun kirpikleri, sert bıyıkları, kemerli burnu ve köşeli çenesiyle o karayağız yüz gülümsemektedir. – “Uyudu” diyorlar. Oysa hatırlamaktadır o: Bir bir hatırlıyor; dinlediklerini hatırlıyor; gördüklerini hatırlıyor; deliliklerini hatırlıyor; durulup arınışını; büyük yörüngeye oturtuluşunu hatırlıyor; yerleri, olayları, halleri, kişileri hatırlıyor; gerçek doğuşunu hatırlıyor: Şimdi Uludağ’dan da büyük ve yüklü bir hâtıralar dağıdır Osmancık: İlkbahar selleri Çocukluğunda ele avuca sığmazdı. Delikanlılığa yöneldiği yıllarda da kabına sığmıyordu. Derken, “Nerde çalgı, orda kalgı” dönemi başladı: Gücünün, kuvvetinin sahibi değildi; gücü, kuvveti onun sahibiydi. Uzun ve boğum boğum kollarında kılıç, kocaman ellerinde yay, üstünleştikçe üstünleşiyor; asıl önemlisi, bu üstünleşme kendini gösterme tutkusuna kayıyordu: Değil bir meydan okumaya, bir yanbakışa, bir dudak büküşe bile katlanamazdı. Kavga aradığı görülmemişti; ama en önemsiz aykırılıkları ve aykırı bulduğu davranışları kavga sebebi sanıyor, sayıyordu. Gurur her şeyi idi; gururu için yaşıyordu. Ve, bu gurur, ki şiliğini ıspatlama, kabul ettirme hırsını pek andırıyordu; ama belki de, düpedüz, bir kişilik arayışı idi: Ağaları, Gündüz ve Savcı övülürdü. Onları herkesden çok da Osmancık beğenirdi. Beğenmek bir yana, hayrandı onlara.. bilgilerine ve akıllarına hayrandı. Dengeli davranışlarına, görev şuurlarına, çekip çevirme yeteneklerine ve evliliklerine hayrandı. Bütün başarılarında ve mutluluklarında kendi başarısını ve mutluluğunu görür gibi olurdu; içine bir kerecik olsun kıskançlığın pası düşmemişti. Her şeyden öte, yeğenleri, Bânu Çiçek -ve hele- Bay Koca ve yengeleri Burla Hatun ile Ayna Melek onun gönül ışıklarıydı; uğurlarında yapmayacağı şey yoktu. Osmancık, çok seyrek de olsa, bazı bazı, kendisinin de bir eşi olsun istemektedir. Bu da, Gündüz ve Savcı ağalarının mutluluklarına özenmekten değil, Bay Koca gibi bir oğul özleminin içini sarıverişindendir. Ama seyrektir bunlar ve o gurur, o ki şiliğini ıspatlama hırsı -ya da- o kişiliğini arayış, Osmancığı bütün bu hayranlıklardan, bu özlemden ve aile hayatından çekip almakta, bambaşka alanlara doğru yönlendirmektedir: Osmancık -ne kadar hayran olsa, beğense, sevse de- ağalarına benzemeyen bir kişilik istiyor. Bu dizgin tan ımayan istek de onu babası Ertuğrul Beğ Gazi evinden, anası Cankız’dan bile, yeğeni Bay Koca’dan bile ayırıyor, her gün bir parça daha uzaklaştırıyor. Bu uzaklaşma, ayni zamanda, Kayı Boyu’nun -törelerinden değilse bilegöreneklerinden, alışkanlıklarından, günlük tutum ve davranışlarından adım adım ayrılıştır. Osmancık buna karşılık, arkadaş canlısı, dost susuzu idi ve, gururu arkadaşlarının ve arkadaş bildiklerinin de sorumluluğunu, kesin olarak üstlenmişdi: davranışları kendisi için ne ise, ne oluyorsa, arkadaşları ve arkadaş bildikleri için de o oluyordu. Bu gururda kendisi ne ise, arkadaşları da ve arkadaş bildikleri de o idi. Babası, bir yığın öğütten sonra onu kendi haline bıraktı ve öteki oğlu Gündüz’e emek vermeye başladı. Bütün yöreyi ve çevresini şaşırtan bir şey, Osmancık asıl bunu bir gurur meselesi yapması beklenirken, babasının bu kararından -azâd edilmiş gibi- mutlu oldu; keyfince yaşamanın tadını daha çok çıkarmaya başladı: Gür kirpikleri, kalın kaşları, karayağız teni, gözlerini ışıldatan gücü, her soydan kızlara çekici geliyordu. Ona gönül veren çoktu. Onun gönlü de, su gibi, bir oyana, bir bu yana meyledip duruyordu. Ne yapar, ne ederse, herkesin; “Osmanc ık bu, yapar.. Osmanc ık değil mi, eder.. Ertuğrul oğlu Osmancık mı? Öyledir o” demeye alıştığı bir dönemde kimsenin beklemediği bir şey oldu ve kader denilen şey, yalnız Osmancık için değil, bütün yöre için, belki de bilinen bilinmeyen, akla gelen gelmeyen daha başka yöreler için bambaşka bir yön tutuverdi: Bu, onun Şeyh Ede Balı ile tanışmasıdır. * * * On binlerce koyun, binlerce öküz, inek, at ve onbinlerce insan! Bu göç Osman’ın bildiği göç değildi; Söğüt’ten kalkıp Domaniç’e konmaya hiç benzemiyordu. Günlerce yürünüyor, mevsimlerce konaklanıyordu. Derya gibi ırmaklar, karı eksilmeyen doruklar, gölge görmemi ş çöller, uçsuz bucaks ız ovalar geçilmişti. Nice kızlar, nice oğlanlar bu göç boyunca serpilmiş, erginleşmiş, evlenip ana, baba olmuştu. O kadar uzundu bu göç yolu. O kadar uzakta idi Amuderya. Ve, bu göçün Turgut Alp, Hasan Alp, Saltuk Alp, Aykut Alp, Gazi Abdurrahman, Ak Temür, Kara Mürsel, Kara Tekin, Samsa Çavu ş, Şeyh Mahmut, Sülemiş gibi yiğit beğleri vardı. Kimi rahmete kavuşmuş, kimi sağdır. Sa ğ kalanların da kiminin eli hâlâ kılıç tutar, kimi iyice kocayıp bir köşeye çekilmiş. Babasının gazâ yoldaşları idi onlar. Osmanc ık, o destanlık göçün bazı hikâyelerini onlardan da, babasından da dinlemişti. Ama büyü Ede Balı’da gizliymiş: * * * Domaniç temmuzlarından birinde, bir gecedir. Gökte Samanyolu bir s ırma kemerdir. Sarı, mavi yıldızlar parıl parıl parıldamaktadır. Yayla serinli ği gönüllerde soylu yiğitliklere, hafızalarda büyük olaylara özlem estirmektedir. Korunun ete ğindeki düzlükte, Ulupınar’ın çevresinde ateş yakılmıştır. Kuru çam dalları çatırtılarla yanmakta, alevler kimilerinin alınlarını, kimilerinin bir yanaklarını, ya da tüm yüzlerini aydınlatmaktadır. Kimi çocukluktan kurtuldu, kurtulacak; kimi delikanlı, kimi orta yaşlı, kimi kocamış, elli, altmış kişidirler. Rahman’ ın sazı susmuş, okuduğu ağıt bitmiştir. Ama ses ve saz henüz soldaki vâdide yankılanır gibidir. Bu yank ılarla ve oynak aydınlıklarla birbirleri için ve kendi kendileri için başkalaşır gibi olmuşlardır. Sanki bamba şka bir yerdedirler ve bambaşka yerlerde olmak istemekte, bambaşka yerlerde olmaları gerektiğine inanmaktadırlar. Bu hâl içinde, yaşlıları büyük göç ve eski yurd çekiyor. Gençler de onların yolculuğuna kapılıyor. Fakat Osman’ın istediği bu değildir. Osmancık, ne olduğunu bilemeden, başka bir şey istiyor; başka sözler istiyor, ba şka yüzler istiyor, ba şka hikâyeler istiyor. Ve tedirginle şiyor. Yerinde duram ıyor. Usulca kalkıyor. Uzaklaşıyor onlardan ve vâdinin kıyısındaki Sivrikaya’ya gidiyor: Aşağıda, gecenin dipsizleştirdiği uçurum, karşıda el değmemiş hülyâlara açık bir sınırsızlık. Temmuz yıldızları ufku sınırsızlaştırmış. Osman ufka dalıp gitmiştir. – “Hey, Osmancık; neler düşünüyorsun?” Ede Balı’dır bu. Osman gülümsüyor… Mahzundur gülümseyi şi, çünkü Osman hiçbir şey düşünmemektedir ve birden bire, bir şeyler, çok önemli ve çok güzel bir şeyler düşünmüş olmayı arzuluyor; ona ve kendisine, anlatmak için! İçi elvermiyor, “hiç” demeye; – “Dünya ne kadar büyük” diyor. Ve, Amuderya’yı Söğüt’e bağlayan, kızları ergenleştiren, analaştıran yolu düşündüğünü söylüyor. – “Bir o kadar da Amuderyâ doğusu, Söğüt batısı” diye ekledikten sonra pekiştiriyor: – “Dünyâ çok büyük.” Ede Balı da kayaya çıkmış, onun omuz başındaki bir oyuğa oturmuştur. Sesi yumuşacıktır, sesi şefkatle gülümsemektedir: – “Dünya’yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz, oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu yüzden küçülüyor, sonra da Dünya’yı çok büyük görüyoruz.” Osman başını kaldırıyor. Bu sözlere inanmad ığı, yıldızların aydınlığında bile bellidir; Ede Balı’nın yumuşacık, hoşgören gülümseyişi de öyle: – “Bak” diyor; “gökyüzüne bak. Yıldızlar. Say onları. Sayamazsın değil mi? Hey, Osmancık, gökte şu gördüklerinin yüz katı, bin katı daha varmış. Çok büyük dediğin Dünya’da şu gördüklerinin en en küçüğünün yanında tırnak ucu kadar bile kalmazmış.” Osman şaşırıyor. Akl ı yatmıyor. Bir Ede Bal ı’ya, bir gökyüzüne bakıyor. Sonunda, onun, başta babası, herkesçe övülen bilginliğine ve kişiliğine karşı duyduğu saygı ağır basıyor; inanıyor; Dünya’yı, bu yeni bilgisine göre anlamaya çalışıyor. Fakat sonuç değişmiyor: Amuderya ile Söğüt arasına doğumlar, ölümler, mevsimler s ığdıktan sonra, Dünya yıldızlara göre tırnak ucundan da küçük olsa ona ne? Başını inatçı inatçı sallıyor: – “Dünya çok büyük.” Ede Balı’nın gülümseyişi, aynı sevgi ve hoşgörü ile hep sesindedir: – “Anlamadın” diyor. Anlatıyor da… Yorulmadan ve Osman’ınkini bastıran bir inatla… Kimi sözleri, ayrı ayrı yapılarla tekrarlıya tekrarlıya: Doğru, Dünya büyüktür… Çok, çok büyüktür; hattâ Osman’ ın kurabildiğinden de çok büyüktür. Fakat bir ömür için, tek insan içindir bu büyüklük. Bir soy için de ğil; bir soyun benimseyeceği, bir soya benimsetilecek bir amaç, bir ülkü için değil! Ve, Dünya’nın böyle amaçlara, böyle ülkülere açık olduğu, böyle amaçlar ve ülküler için küçüldüğü dönemler vardır. Ve, Dünya böyle bir dönemdedir. Ve, Dünya öyle bir soy, öyle bir ülkü beklemektedir. Ve, Dünya’ya tekliğinden arınmış, soyu ve ülküsü ile özdeşleşmiş, soyunu ülkü ile özdeşleştirmiş biri gerektir. Ede Balı, sanki, ruh olup uçmuştur; sanki, artık o yanı başında değildir; var olan, sâdece, bir sestir; sesleşen bir gönüldür ve o da, Osman’ın beynindedir: İnsan tek olmadığını anlamamış, anlayamamışsa ve anlayamıyorsa, Dünya, gerçekten de, çok, çok büyüktür; çünkü insan, zamana ve mekâna göre çok, çok küçüktür ha var, ha yoktur. Ve, öyle insanlar umutsuzdur, umutsuzluk delisidir; güçlerini, kuvvetlerini, yeteneklerini, bahtlarını har vurup harman savurur. Ve, öyle insanlar, yatsıda doğar, saban ezanı okunmadan, şafak sökmeden ölür.
Tarık Buğra – Osmancık – Cihân devletini kuran irâde, şuûr ve karakter
PDF Kitap İndir |