Tarik Bugra – Gencligim Eyvah

“Dinlemiyorsun beni!” İhtiyar’ın sesi hırçındı. Delikanlı umursamadı ama. Durumunu da değiştirmedi: Dilinin ucu dişlerinin arasında. gözleri kısık. dudakları gergin. Sanki Dünyada elindeki tabancadan başka hiç bir şey yok, ve sanki o zamana kadar hiç tabanca görmemiş; öyle inceliyor. Zorlama bir esneyiş. yapmacık olduğu belli bir ilgisizlik; başını kaldırmadan mırıldandı: – “Dinliyorum.” – “Efendim, efendim?” Sinirlenince İhtiyar’ın sesi büsbütün incelir. şaşılacak kadar. Delikanlı biliyor bunu.


ne dediğini bal gibi işittiğini de. Bu “efendim, efendim”lerin bir tek anlamı var: Karşısındakini sindirmek! Sindirmeye yetmese bile, İhtiyar’a gereken sözü bulduracak zamanı kazandırıyor. Ve böyle çatışmalarda zaman, İhtiyar için iki yönlü çalışır: Karşısındakine de İhtiyar’ın neler yapabileceğini düşündürür; kuvvetini, acımasızlığını düşündürür. Delikanlı bunu da bilir. Umursamadı ama. Bu umursamazlık ölümün eşiğinde oluşundan veya elindeki tabancadan gelmiyor. hep öyledir o. Bunu da İhtiyar bilir. Delikanlı gene esnedi. hem de bu sefer uzun uzun ve gerinerek. ona bakmadan. kısık gözlerle, duvardaki boy aynasından izlemecesine: İhtiyar’ın sağ yanağı seyirmeye başlamıştır. Başını ona çevirerek tekrarladı: – “Dinliyorum.” Sesi hep öyledir: Yumuşak, umursamaz ve ilgisiz. mutlu ve güçlü insanların ilgisizliği! Meydan okuyordu. Hem de, İhtiyar’ın bütün meydan okumaları kabul ettiğini. ve hep kazandığını bile bile! Diliyle dişlerinin dışını yaladıktan sonra büsbütün üstüne gitti: – “Sinirlenmeyin.” – “Kim görmüş benim sinirlendiğimi? ben. ben ya tiksinirim.

budalalıklara. ya ezer geçerim, ben. Kim görmüş benim sinirlendiğimi, ha?” – “Ben.” Güldü. Sonra da ekledi: – “Üstelik ilki değil bu.” İhtiyar yutkunmaya çalışıyor. Öfkenin onda daha ötesi yoktur. Delikanlı bunu da biliyor ve yararlanıyor: – “Öyle bakmayın bana. yiyiverecekmiş gibi: Korkuyorum.” İhtiyar, sonunda, yutkunabiliyor: – “Sırıtma. Bırak o tabancayı da. Tabanca yok sana, dedim, kaç defa.” – “Kolay değil.” Ve elindeki tabancaya yanık yanık bakarak ekliyor: – “Ayrılmak.” Ama söylediğine, bu kelimeyi söylediğine aynı anda pişman oluyor ve, kurtarabilirim umuduyla, çabucak açıklıyor: – “Bundan ayrılmak.

” Yok. iş işden geçmiş, kendi ayağıyla düşmüştür; çünkü, daha ayrılmak derken Güliz’i hatırlayıvermiştir ve onu İhtiyar’ın hatırladığı da bellidir. tıslayışından: İhtiyar gülmezdi; gülüşü taklid ederdi. Bu taklidle küçümser, bu taklidle küçültür, bu taklidle söverdi: İşte şimdi de, kesik kesik üç tıslamayı andıran ayni gülüş: – “Ayrılmak.” Delikanlı, artık elindeki tabancaya Güliz’in resmine bakar gibi bakmaktadır. ve, artık, tabancadan değil Güliz’den ayrılacağını. bir daha görmemecesine ayrılacağını düşünmektedir: Delikanlı, bu aşk hikâyesi için, yedi ay kadar önce “bitti” demişti. Öyle sanıyordu o. Değilmiş ama. meğer yedi aydır bitirmenin yollarını -deli gibi- arar dururmuş. ve işte bulmuş: Tabanca! Delikanlı’nın, aynı saniyecik içinde anlayıverdiği budur. Köşk Köşk, Boğaziçi’nin Anadolu yakasında, küçük bir koy’a kırk metre kadar yukarıdan bakardı. Çengelköy ile Kanlıca arasındaki kıyı yolunun peşpeşe gelen dönemeçlerinden birisinde, yamaçta açılmış elli iki basamaklı bir taş merdivenle çıkılırdı. Yoldan görünmezdi. Sandallardan ve küçük motorlardan da öyle.

Onu ancak gemilerin üst güvertelerinden, o da iyi bakarsanız seçebilirdiniz. Arkasında kocaman bir meyve ve sebze bahçesi ile küçük bir koru vardı. Köşk o yandan, yâni Kısıklı Caddesi’ne çıkan sırttaki yoldan da görülemezdi. Yapılalı, aşağı yukarı, altmış yıl olmuş ve varlığı yörede de unutulup gitmişti. Adı artık bir tapuda, bir de telefon rehberinde yazılı idi. İki kilometre kadar ötedeki karakol görevlileri, ona çoktandır İhtiyar’ın Köşkü derlerdi. Ama, aralarında İhtiyar’ı gören bile yoktu. Adamın bütün işlerini sağır ve dilsiz bir uşak görüyordu. Oysa, Dünya’dan kopmuş bu köşk, Türkiye’yi sarsan, Türkiye insanlarını her alanda derinden etkileyen bütün olaylarda ve bu olayların hazırlanışında bir çeşit Başkomutanlık Karargâhı olmuştur: Millî Güvenlik görevlileri bunu, basın terminolojisinde Anarşik Olaylar diye geçen devrim denemelerinden birincisi, yığınla yargılama, tutuklama ve, sonunda da, Genel Af ile kapandıktan sonra anlayabildiler. O zaman da, herhangi bir açıklamanın hiç bir yararı olamayacağını, tam tersine bir sürü sakınca doğurabileceği anlaşıldı. Böylece de, İhtiyar’ın kendisi gibi İhtiyar’ın Köşkü de bilinmezliğini koruyup gitti. İlgili serviste “İhtiyar’ın Dosyası” diye anılan belgeler, raporlar, yorumlar vardır. Onlar bugün için nasıl bir değer ve önem taşırlar? Bu soru, elbette, bir romanın konusu değildir. Zaten onları, ayrıntıları ile bilemeyiz de. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda, sorumlulardan dişe dokunur üç, beş cümlecik bile almış değiliz.

Bu roman, bir gazetede beraber çalıştığımız değerli bir polis-adliye muhabirinin yardımları ve Delikanlı’ya rastlayışımızın sonucudur. Gerçi, biz İhtiyar’ı da tanımış, onunla Lokanta’da sayısız akşamlar geçirmiştik. Ama – doğrusu bu- o günlerde, yâni bu büyük mâcerayı bir rastlantı ile öğrenmeden önce, biz, şaşılacak canlılığı yüzünden gerçek yaşı kestirilemeyen bu seksenlik adamı Dünya’dan kopmuş, daha doğrusu Dünya’nın ve insanların meselelerini umursamayan hattâ dertler ve meseleler artıp çetrefilleştikçe keyiflenen acayip, belki de sapık emekli bilim adamı bildik. İhtiyar, asıl İŞ çevresinin on, onbeş kişilik kodamanları dışında, hep öyle bilindi; hâlâ da öyle bilinir. Bugün bile öğrencilerine veya onu şuradan, buradan, özellikle de Lokanta’dan tanıyanlara, şu romanda okuyacaklarınızdan yüzde birini söyleyecek olsanız, hiç kuşkunuz olmasın, en azından, palavracı sayılır, alaya alınırsınız. Nitekim, biz de, ilk konuşmalarımızda Delikanlı’yı bir paranoyak sanmıştık. Ama sonra sonra, anlattıklarının, verdiği yer ve insan isimleri ile zamanların ilgilendiğimiz olaylarla uyuştuğunu, üstelik gazeteci arkadaşımızın bilgileri ile çelişmediğini gördük. Gerçi onun hikâyesinde ağırlığı aşk tutuyordu; ama bu üslûbu ve bakış açısı yüzünden arka plâna kaymış olsa da, öyle bir portre ve öyle olaylar beliriyordu ki, sık sık irkildiklerimiz, ürperdiklerimiz oldu. Evet; onu dinlerken ya deli diyecek, yahut da korkudan irkilecektiniz. Biz, artık, Delikanlı’ya deli diyemezdik; çünkü, az önce söylediğimiz gibi, edindiğimiz bütün bilgiler anlattıklarını destekliyor, söyledikleri ile uyuşuyordu. İşte biz bunları anlatacağız: Bu romanda okuyacaklarınız, roman’ın gerektirdiği ufak tefek ve hepsi de ayrıntı sayılabilecek eklemelerle değiştirmelerin dışında, Türkiye bunalımlarının şimdiye kadar ele alınmamış bir açıdan açıklanmasıdır, gerçek hikâyesidir. Konuya dönmeden önce küçük bir şaka yapalım ve İhtiyar’ın Köşkü’nü görmek isteyeceklere bildirelim: Köşk artık yoktur. İhtiyar onu, kendi kurduğu “Sersemlikleri Koruma, Geliştirme ve Yayma Vakfı” na bağışladı! Vakıf da köşkü yıktırdı, geniş arazisini parselleyip sattı, akıl almaz bir servet sağladı. 1971’den sonra da sürüp giden. ve gelişen, yaygınlaşan sersemlikler.

kimimize ihânet, kimimize de idealizm gibi görünen, aslında ise İhtiyar’ın uygulama rotasına yerleştirmeyi becerdiği felsefesinin küçümsenemeyecek çapta bir başarısından başka bir şey olmayan anarşi, bir bakıma da bu Vakfın eseridir. Dile benden ne dilersen Delikanlı, kendisini, birden bire, bütün insanların gördüğü en saçma rüyadan uyanıvermiş sandı: Annesi, babası, dört kardeşi. bu evin yokluk ve yoksullukları. Sonra. mucizeyi andıran bir imkânla ve sürdürdüğü öğrenim: Kasabalarındaki ortaokul ve il’de de lise! Mucize gibi gelirdi ona. Oysa mucizeye, yâni Güliz’e. hangi Güliz? İşte bu adama, İhtiyar’a daha zaman vardı. Rüya’nın dışında idi bunlar: İnsan’ın kaderi olmayacak bir dönemeç alır ve geride kalan zamanlar rüyalaşır; gerçekliklerini yitirir. Delikanlı, bir an için, işte bu rüyadan uyanıverdiğini sanmıştı. Değil ama. Asıl şimdi rüyada olmalıydı. Çünkü gerçek olan ötekilerdi; ana idi, baba idi, kardeşlerdi, çocukluk eviydi. Onlarla yaşamıştı o. Gerçekle ve gerçeğin kuralları ile bağdaşmayan ancak bu adamdı. Bu adam -İhtiyar- ancak bir karabasan’ın, bir Hristiyanlık Orta Çağı’nın üslûbuna uygundu: Ancak onlarla düşünülebilecek bir iblis, bir Şeytan, bir Mefisto sanılabilirdi.

Böylece ve bu yüzden, onun verdiği Güliz de, onun hazırladığı aşk da gerçeğin dışına düşüyordu. O da rüya kuşkusu veriyordu. Ve, şimdi ötekiler, yâni ana, baba, kardeşler olmadığına. Güliz bile olmadığına göre, Delikanlı o en saçma rüyadan uyanmadığını, ama uyanmak hırsına kapıldığını, tek gerçeğini, yâni karşısındaki bu adamı kavramak gerektiğini düşündü. Bu bir özleyiş mi idi? Yoksa geri dönülmez noktada duyulan ve insanı, er veya geç çileden çıkartacak olan pişmanlık mı? Pişman olmak istemiyordu. Hiç istemezdi bunu: Aslını, astarını ve gerçek sebeplerini doğru dürüst anlayamadığı gurur’unun en tiksindiği şeydi pişmanlık. İnsan’ın kendi kendisiyle çelişmesinin, hattâ, düpedüz kendini inkârın en küçültücüsü sayardı pişmanlığı. * * * Delikanlı, toparlanmak için bakmıştı; bahçede bahar höykürüyordu: Taptaze, gencecik yeşiller çeşit çeşit. Erik çiçeklerinin anlatılamaz beyazlığı! – Asıl önemlisi -elbette- bütün renklere büyülerini kazandıran nisan güneşi! Arılar, sinekler, yeşil sinekler ve adlarını bilmediği türlü kanatlılar, bu güneşte yakamozlanıyorlardı. Bahçede, onların vızıltılarından oluşan ve yenik insanı melânkoli hipnozuna alan acayip müziği vardı. Bu müzik geniş pencerenin aralığından odaya doluyordu. Acaba, İhtiyar da bu müziği, bütün ömründe bir kerecik olsun duymuş muydu? Delikanlı baktı ve Güliz’i karşılıklı hatırlamanın kazandırdığı üstünlükle mest olmuş İblis’i gördü: Karşısında -minik veya dev meselelerde, fark etmez- bir dara veya zora düşmüşlük, bir acı çekiş bulmaya görsün! hele bunu kendisi sağlamışsa, keyiften dört köşe olurdu namussuz. İhtiyar gülüşü -gene- taklid etti. O zaman da ayni sözü, ayni öfkeyle Delikanlı söyledi: – “Sırıtma öyle.” Elindeki tabancayı, tetiğine basmak hırsıyla yeni çekivermiş gibiydi.

Kim olsa korkar, hiç değilse pirelenirdi görünüşünden: Burnundan soluyordu. Bakışları bıçak gibiydi. Ama İhtiyar, gülüşünü daha bir pekiştirerek dedi diyeceğini: – “Ayrılmak elbette kolay değildir senin gibiler için. Hem. yalnız ondan mı?” İşine dönerken de, Dünya’nın en ağır aşağılamasını yaptığını bile bile ve yapmak için ekledi: – “Ya Güliz?” – “Sus. lütfen.” Öfke yalvarışa dönüvermişti. İhtiyar buna da metelik vermedi: – “Sana asıl zor gelen o ayrılıktı işte. Bunun zor gelişi de ondan.” * * * Delikanlı artık iyice dağılmıştı: Yenik, bütün gücünü tüketmiş ve horlanmış! Öyle buluyordu kendini. Başını çevirdi ve duvardaki büyük aynada, İhtiyar dahil, kendisi dahil, bin bir görüntüden hiç birisini değil, Güliz’i gördü: Aynayı dolduruvermişti kız. çocuksu gülüşü ile! Asıl adı Sıdıka idi. Neden sonra öğrenmişti bunu. Oynaştıkları zamanlarda artık Sıdıka diyordu. Sıdıka deyince de daha bir tadlanır, neşelenirdi sevişmeleri.

Bunlar yüzyıl önce miydi, ne? İhtiyar da yüzyıl ötede kalan konularına döndü: – “Götür yerine koy o oyuncağı.” Ve gene sırıttı: – “Bak, daha cicisini vereceğim sana.” Başıyla çantayı gösteriyordu. Delikanlı’nın çene kemikleri oynadı. Ama İhtiyar ve İhtiyar’ın söyledikleri için değil; görmüyordu, işitmiyordu bile. Nasıl söveceğini düşünüyordu o. Buldu da: – “Güliz. ya Güliz? dedin. Güliz senin en dâhiyâne namussuzluğundu.” Kalktı, tabancayı gizli çekmeceye koydu. Bu arada İhtiyar da dalga geçiyordu: – “Aferiiin. Nasıl da söz dinler benim çocuğum. kuzu gibi, maşallah. Ötekine gelince. yâni, dâhiyâne namussuzluğa; sana göre öyle.

Aslına bakarsan, dehâma ağır bir hakarettir o söz. Sen de zaten hakaret olsun diye söyledin, değil mi? Çünkü başarı bile denemez ona. Sen o kadar romantik olmasaydın, seni ökseye düşürmek için çok daha incelikler gösterebilirdim. Hazırlamıştım bile.” – “Romantik! öyleyimdir ben. Beni hep o yanımdan avla da, ne sen yorul, ne ben bekleyeyim.” – “Hep! hepmiş.” Delikanlı’nın gereksiz bulduğu, anlayamadığı, yorumlayamadığı bir öfke idi bu. İhtiyar’da olmayacak şey. Gözgöze idiler ve belli ki, o da neden öfkelendiği bilinsin istiyordu. Sonunda dayanamadı: – “Budala.” O kadarla da kalmadı: – “Ne kadar budalasın sen. bir bilsen.” Öfkeye, şimdi sevgi değil elbette; içten bir acıma karışmıştı. Delikanlı toparlanmak istiyordu; anlamalıydı bu öfkenin sebebini.

Yoksa müthiş puan verecekti. aralarındaki sonu gelmez boksun bu devresi için. Her devre başlı başına bir maçtı: Birbirlerine, daha çok da kendi kendilerine sinir, kavrayış, saldırıyı kavrama ve saniye geçirmeden karşı yumruğu sallama üstünlüğünü ispatlamak için! Bu maçlarda Delikanlı zarif döğüşürdü, göze hoş gelen oyunlar yapardı. seyirci için döğüşürdü. (Jest adamı). İhtiyar’a gelince, sonuç alırdı o. Her zaman sonuç alan o idi. her zaman. ve her şeyde. Bir anlayabilse neden öfkelendiğini!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir