Tarık Dursun K. – Denizin Kanı

Bir ala kuştu, gök kanatları ikişer kulaçtan uzundu; ağzından alev fışkir!yordu; Kara Adanın üzerinden kalkmış, döne dolana evlerin kırmızı kiremitlerine sürtünerekten; önce soluksuz, sonralan yırtınan bir sesle akıyor, kaşla göz arasında yine denizin mavi aklığına kaçıyordu. Sesi kasabanın . bir ucundan öbür ucuna erişiyordu. Acı, insanın tüylerini ayağa kaldıran, yürek kalkınlığı veren bir bağırıştı. Hiç durmuyordu; bir denize iniyor, bir denizden dönüp evlerin üzerinde kanat vuruyor, çarşıdan doğru alçac·ktan geçip Kara Adaya yöneliyordu. Denizden yağsı tuzsu dünyayı tutan bir koku ayaklanmış, yürümüştü: adamın ciğer dalına biniyordu. lçerde oturakoyuyor, can kafesinde delirgin oğul ansı gibi vız- vız dolanıp yüreğinden zehir iğnesiyle boğazına boğazına tırman!yordu. Kara Adanın bodur mersinlerinden, acı yarpuzlanndan, dumrul makilerinden öbek öbek birikmiş yaşlık yelinin sürüyüp getirdiği o deniz kokusu, ayak altında biten mavru yabankekiklerinin kokularını bastınyordu. Bastırıyor, yaşlık yelin yaşını emiyor, bir bölüğü harnuplarda, bir bölüğü yalabuk erguvanlarda pörçük pürçük kalıyor, kuruyup bildik bilmedik yüz bin çeşit çiçek kokulu yağmur gibi şehre yağıyordu. Öğleye doğru ala kurşun sesi soluğu dindi: kasabanın üzerinde dolanmayı bıraktı, ağırdan kanat vurup Kara 7 Adaya çevrildi gitti. Evlerin kapılarına çıkan kadınlar konuşmadan birbirlerinin yüzlerine bakWar. Gözbebeklerinin tam ınişti. ortalık yerine buruk, yeşil bir korku çöreklenSus pustular, çocuklar ağlaınıyorlardı; ala kuşun sesini duyan başı boş sokak köpeklerinin her biri bir kovuğa sinınişti. Rıhtıına sıralanmış asma çardaldı kahvelerde oturan erkekler ufuk çizgisini gözlüyorlardı. Sıkıntılıydılar, içieri uçarı bir kuş olmuş, dalında duramıyordu.


Çarşı içinden hiç ses gelmiyordu. Kavaflar, Arastarla çekiçlerini örsten uzak tutuyorlardı. Bıçkının vınlaması kesilınişti. Ala kuş çıkmış – çıkmamış; tersanenin büyük zift kazanının yeri göğü tutan dumanı da tütmez olmuştu. Kasaba, sağır dilsiz bekliyordu. 8 -BİRSakıp hoca uzandığı minderden doğruldu, tatlı tatlı gerindi ; oyluk kemiklerini çabrdatb. Ağzında Hacının gönderdiği o İzmir lokumlannın gül kokulu tadı, eğilip kanapenin albndan mestlerini aldı, doğrulup kalkbğında. da o korkulu sessizliğin farkına vardı. Şehri sarmış, dağlara tepelere yürümtiş, Kara Adanın ariardan gürül gürül gelip safaya aknuş ürklinç sessizliği bir süre dinledi; mestlerini giyemedi, kaldı. Evin içine doğru seslendi – Hanım, hanım! … Sesi safada top gibi patladı, pencereden dışarı uğradı, sokağı döndü geldi «Hanım, hanım!.» Hasena’nırn avluda acı suya çamaşır yuğuyordu: ellerini sudan çekti, kocasının sesine kulak verdi. Sakıp hoca elinde mestleri, çıplak ayakla merdivenleri inip avluya gelirken ayağa kalkb, iki eli belinde kocasına bakb. Sakıp hoca sonuncu hasarnağa oturdu, karşılıklı ka9 rısıyla bakıştılar. Hasena’nım: – Duydun mu efendi ? dedi. Yine o uğursuz ala kuş geldi, tepemizde gaklayıp gaklayıp dalandı gitti.

Sakıp hoca duymamışa getirdi ama, yüzünün rengi o saat attı, yanaklarının allığı kirli bir sanya çevrildL Mestlerini bıraktı, dudakları kıpır kıpır tulumbanın başına vardı. Kansı hemen seğirtti, tulumbanın koluna yapıştı. Sakıp hoca, bir güzel aptes aldı, kurulandı; mestlerini ayağına geçirdi. Hiç konuşmadan kapıya vardığında, Hasena’­ rum, « Hayırdır inşallah, hayırdır inşallah! Rabbim, sen o o o » diye durmaksızın mırıldanıyordu. Sakıp hoca kapıyı açtı : – Ben camideyim hanım, dedi. Öğleyi kıldırır gelirim. Sen sofrayı kurarsın ben gelmeden. Hasena’nım «Hayırdır inşallah» larının arasına bir solukluk «Olur» sıkıştırdı, kapıyı ardından örttü. Sakıp hoca, sokak boyunca hızlı h!zlı yürüyerek camiin yolunu tuttu. Kazancılan geçti, Arastadan vurdu, camie erişti. Sakıp hocanın hızlı hızlı geçişini gören esnaf işi bıraktı, ezanı beklerneye başladılar. Ortalıkta bütün bütüne ses kesildi. Yalnızca ince bir kıpırtıda denizin sesi geliyordu. Sakıp hoca kalın sesiyle ezana başladığında o ses de yitti gitti. «- Tann uludur, Tanrı uludur! Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrıdan başka yoktur o o o» Ama arkas1 gelmedi.

Sakıp hocanın kalın sesi bıçakla şırp diye kesilmişcesine durdu. Eski sessizliğin üstünde bir sessizlik güm dedi, kasabanın göbeğinde patladı, çepeçevre sarıverdi ; vın vın ötmeye başladı. Sessizliği bozmadan kadınlar evlerin pencerelerine, erkekler dükkanların, kahvelerin, tersanenin önüne çıktılar. Çok sürmedi, Sakıp hocanın sesi yeniden duyuldu – Geliyorlar, geliyorlar ! o o o Büyü, o anda bozuldu, sessizlik çemberi yanldı, yeri göğü dolduran bir uğultudur koptu. Kadınlar pencerelerden kapılara koştular, sokakları doldurdular; çocuklar en öndeydiler. Erkekler de koşar gibi hızla rıhtıma iniverdiler, rıhtım boyu bir anda biten insanlarla dolup taştı. Hepsinin yüzleri Kara Adadan yanaydı, bir damla kan yoktu; çelO . kilmiş, yerini uçuk bir ak lığa bırakınıştı. O uç� aklıkta göz çukurlan yumruk gibi ortada duruyordu. Yumnığun ortasında da bir lokmacık canlı, koyul bir göz kocaman kocaman açılmış bakıyordu. Kara Adanın arkalık yerindeki ufuk çizgisinde kara karacık noktalar vardı. Çok uzaklardan yelin getirdiği inceden, acardan bir pat pat motor sesi duyuluyordu. Kara karacık noktalar gitgide belirdiler. Direk oldular, tekne oldular, motor oldular, alamana oldular, depozito oldular. Usul usul, hiç yürümüyormuş gibi Kale Ağzına girdiler, sonra nhtıma sokuldular.

Kalabalık dalgalandı. Erkekler ileri çıktılar. Motorlar sırayla yanaştı, halatlar atıldı. Güverteyi dolduran erkek kalababğıyla rıhtımdaki erkekli, kadınlı, çocuklu kalabalık, aynı anda bağırışmaya, karşılıklı seslenmeye başladı. Gürültü göğe erdi. Motorlardan çarçabuk rıhtıma indirilen kalaslar itişen, kakışan gemicilerle doldu taştı. Rıhtım boyu kanştı, inenler bek�eyenlerle sarmaş dolaş oldular. Sonra rıhtım ağır ağır boşalmaya başladı. Gelen, bekleyenini aldı götürdü, aldı götürdü. Kala kala bir tek, kucağında sümüklü bir oğlanı sımsıkı sanlmış tutan kara yeldirmeli bir genç kadın kaldı. Ağzını açmadan gözlerini motorlara dikmiş bekliyordu. Sümüklü yetme bebe oğlanı da öyle bekliyordu, baş parmağını ağzına sokmuştu. İnce ince somuruyordu. Önlerindeki babaya bağlı motordan, elinde bir torba ile Şaban reis indi. Kara kazağı deniz lekeliydi, yol yol tuz yürümüştü; keten pantolonunun paçaları sıvalıydı, yalın ayaktı.

Geldi, sümüklü oğlanla anasının ayakları dibine elindeki torbayı yavaşçacık, usulcacık bıraktı, başını yerden kaldırmadı, öyle durdu. Kadın, kopmamak, çözülmernek için Şaban reisin gözlerini arandı. Şaban reisin başı çevrikti, hep Kara Adadan yana bakıyordu. Kadın çocuğunu yere indirdi, torbanın başucuna çöktü, sarıldı, göğsüne bastı. Kalktı ardından, göğsünde torbasıyla çarşı içine doğru yürüdü. Sümüklü oğlan da ağzı ağıtlı, anasının ardından hadi hadi koşturdu. Rıhtımda bir Şaban reis kaldı yalnızca, bir de motordan onu seyreyll leyen Kara Mustafa. Göz göze gelmekten domuzuna ikisi de kaçındılar. Kara, dolgu tütünden bir cigara sarmaya yattı, Şaban reise bakmadı bile. Şaban reis, bir göğü gözledi, bir denizi. İki adımda denize geldi, suratına doğru eğilip tükürdü, ardından da sesli sesli : – Ülen orospu! dedi. Ülen imansız! … Bir daha gırtlağının gücünce tükürdü, sonra ayağını sürüye sürüye o da çarşı yoluna vurdurdu; gölgesi bir önünde, bir yanı sıra, bir ardında kovala.şa.rak gitti. Mustafa cigarasmı yaktı.

Ağzı acıydı ya, yine de canı cigarayı çekmişti. İyice bir soludu, boşaldı. Ökçelerine bastığı lastiklerini düzeltti; ağır ağır, kalası da yayiandırarak motordan nhtıma indi. 12 Gök ikircikliydi, Yarıkkayadan bulutlar kopup geliyor, Velidağın tepesinde hiç konuklamadan kış ırmaklan gibi akıp akıp gidiyordu. Her biri kalın, karamsı, yumulmuş yağmur bulutlarıydı. Bulutlarla bir otlar da dirilmişlerdi, sivri diken yapraklan dimdikti. Nerelere nasıl yağdığı sorulmaz yağmur sulannın üst yüzünü şişirttiği toprak otlara karşı direnmiyordu. Alt yüzünden sular saklı saklı yürüyordu, toprak kıpırdanıyor, suyun gelişine karşıcı çıkıyor, kıvancı yüzüne vuruyordu. Mahsül devrişirilip kaldınlmıştı. Tarlalar -çevrenin her yanında yokuş yukarı, yokuş aşağı tarlalar- alabildiğine bomboştu. Çıplaklığı, apansızın, zeytin ağaçları dağlara doğru örtmüş, karartm!ştı. Akar suyun geçtiği yerlerde incecik kavaklar, tel saçlı salkım söğütler vardı. Daha aşağılarda, eteklerden sonra narenciye başlıyordu; çok uzaklardan, üç günlük yaya yolundaki deniz yakasından aralarda esen yel limonların, mandalinaların, portakalIann baygınlı kokusunu aşağıdan yukarıya dağlara çıkarıyordu. Gündöndüler de kocaman gözlerini puslu güneşe çevirmişlerdi. Köklerini toprağa, toprağın en derinlerine salmışlar, saklı saklı gelen suyun önünü kesmişlerdi.

Karaya ak yollar çizmiş çekirdekleri şişinmişlerdi, kann karına birbirlerine yaslanıyorlar, halkalanmış sarılığı yaprağa, yaprağın yeşiline itiyorlardı. 13 Yalçın kayalar kahverengiliklerini bırakıp yosunlanıyorlardı. Ekim yağmurları eli kulağındaydı. Gelişi bulutlardan, toprağın yüzünden belliydi, kayalar bunu söylüyordu. Ter gibi belli belirsiz tüysü yosunlar kayalarda bitiveriyordu. Kısır yerlerde, kumluklarda güz darıları ekiliydi. Darılann yanı sıra kara baklalar yer alnuşlardı. Dünyadan noktasız virgülsüz, kimselerin bilmediği, hatırlamadığı, görmediği bir kesitte, toprak, güze kendini hazırlıyordu. Çocuklar dağlarda, ormanlıklarda odun topluyorlar, dikenli makileri köklüyorlardı. Ayakları yalın değildi, elleri geceden düşmüş çiğde ıslanıyor, toprakla inatlaşan pırnarlann diplerini nacaklıyorlardı. Tırnak diplerinden parmak üstlerinde pembe kanlı çizikler birbirine karışıyordu. Kızışmaya her an hazır eşekleri yaşlı ağaçlann bellerine bağlanuşlardı. Otlar görülmemiş bir çabuklukta boy atmışiardı; geceden çiği yiyorlar; sabah la, güneşe arınmış yuğunmuş ışıklı boyunlarını uzatıyorlardı. Delice arsızlannuşlardı. Aşılanmışlann, yaban zeytinlerin sütleri çekilmişti; ete dönüyorlar, pırtlarlığında kan kırmızılıkları morarıveriyordu.

Toprak katı değildi, yumuşamış, asılığını koyvermişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir