Rouald Fraser – İspanya’nın Kanı, İç Savaş Deneyimi

“Olayların öznel yönü, içinde meydana geldikleri ‘atmosfer’ de tarihin bir koşuludur… Aslında, (bu yön) ortaya çıkarılmazsa, gerçek tarih yazılabilir mi? Bu görevi yalnızca romancıya mı bırakacağız.—” Pierre Vilar: “La guerra de 1936 en la historia contemporánea de España” J.936-1939 İspanya İç Savaşı’na ilişkin bir kitabın bugün yayınlanması biraz açıklama gerektiriyor. Son on beş yıldaki ve daha önceki temel tarih çalışmaları bu çatışmanın taşıdığı özelliklerin pek çoğunu ortaya koymuş bulunuyor. Bu nedenle, dönemin bütünüyle gözler önüne serilen haritasına yeni bir şeyler eklemeyi ummak boşuna olur. Ancak, genel ve ayrıntılı bilgiler içinde bir alan hâlâ yerini almamış durumda: öznel alan, olayların içinde yer almış kişilerin yaşanmış deneylerinin yedi rengi. Elinizdeki kitabın amacı budur. Sözel tarih, burada tasarlanan biçimiyle, olayların elle tutulamayan “atmosferini” açığa çıkarma; isteyerek veya istemeyerek olaylara katılmış kişilerin bakışlarını ve mo-tivasyonlarını keşfetme; iç savaş, devrim ve karşı-devrimin her iki kamptan kişilerce nasıl hissedildiğini betimleme girişimidir. İç savaşı başlatan unsur İspanyol toplumsal formasyonunun derinlerinde yatmaktadır. Savaş hızla uluslararasılaşmışsa da, büyük ölçüde bu toplumun sınıf ve kesimlerince sürdürülmüştür. Dolayısıyla kitabın temelini de İspanyol deneyimi oluşturmaktadır. Toplumsal kriz uç noktaya ulaştığında ve sadece bu anlarda, oluşan atmosfer, kişilerin olaylara tepki gösterme tarzlarını belirleyen faktör haline gelir. Çünkü, fiziksel bir varlığı olmamakla birlikte atmosfer asla soyut ya da belirsiz değildir. İnsanlar onu hissederler.


Ve insanların hissettikleri şey eylemlerinin zeminini oluşturur. Bunu özellikle bir iç savaş sırasında gözlemlemek mümkündür. Clausewitz’in savaş konusunda belirlediği kuralı, iç savaş için şu biçimde yeniden formüllendirebiliriz: iç savaş, siyasetin, içteki 17 sınıf siyasetlerinin, başka araçlarla devamıdır. Toplumsal krizin derinleşmesiyle birlikte “sıradan” insanların geniş kitleler halinde siyasal seferberliği (ya da daha önce varolan bir hareketliliğin genişlemesi), iç savaşın bir koşuludur. Ancak, çatışmadaki toplumsal ve bireysel tutumlara ilişkin ipuçları, bu siyasetlerin dolayımsız eklemlenişinden çok, genellikle, bu dönemlerin (ideolojik) ikliminde bulunabilir. Örneğin, neden aynı sınıfın bireyleri karşı kamplarda savaşıyorlar; neden insanlar akrabalarını, yakınlarını katleden safta silahlanıyorlar; neden kardeş kardeşe kurşun sıkıyor. Bütün bunlara ilişkin kaynakları bu (ideolojik) iklim ortaya çıkarıyor. Tarihteki geniş çaplı ve kişisel olmayan hareketlerin kimi gerçekliklerini ve çelişkilerini, bu tür olayların içinde gerçekleşebildiği bir atmosferi anlamaya çalışarak yakalayabiliriz. Çünkü bu atmosfer olayların üzerinde eter gibi asılı kalmaz; toplumsal bir oluşum ve dünyasal mücadelelerin sonucudur. Bu kitabın esas modelini bu gözlemler biçimlendirdi. Ancak, 30ü’den fazla kişisel öykünün anlaşılabilir bir “mozaik”ini yaratmak, zorunlu olarak bu alanın dışına taşıyordu. Girişim, savaşın temel hatlarını tanıkların anlatımı yoluyla betimlemek için yapıldı. Bu da, özel bir anlatımı ve analitik bir yapıyı gerektiriyordu. Bu nedenle, böyle bir sözel tarihin -ve özellikle de bu kitabın- sınırlarını vurgulamak gerekiyor. En önemlilerini belirtmek gerekirse: buradaki biçimiyle sözel tarih geleneksel tarih yazıcılığının yerine geçmeyip, onun çatlakları içinde işlev görür, onun bir eklentisi, bir yardımcısı olur.* Tek başına mikro deneyimler toplamı nesnel bir makro bütünlüğü oluşturmaz.

Daha önce belirttiğim gibi, atmosfer perdenin arkasındakileri değil önündekileri açıklar. Bu nedenle, elinizdeki kitap İspanyol Cumhuriyeti ve iç savaşının genel tarihini vermez. Ancak, kırk yıl sonra önemli olduğu görülen bazı noktalar üzerinde yoğunlaşır. Bu çerçeve içinde de daha ileri, özgül sınırlamalar var. Birinci sınırlama, bölgesel. Kişisel anlatımları, bilerek beş bölgeden aldım: ikisi cumhuriyetçi, ikisi milliyetçi safta, biri de (ikisi demek daha doğru olur) her iki (*) Bu çalışma geleneksel tarih yazıcılığına çok şey borçlu. Bu yüzden, okuyucunun başlıca kaynakları bulacağı giriş bölümünü bir yana bırakırsak, metni, sürekli tekrarlanan bilgilerle doldurmak istemedim. safta. Bunlar, sırasıyla şöyle: Madrid-kırsal Toledo ve Barselonaaşağı Aragón; Seville-Cordoba, çevredeki kırsal kesim ve Salamanca-Eski Castile-Pamplona; sonuncusu, “kuzey”, iç savaşın ortalarında milliyetçilerce ele geçirilen Asturias ve Vizcaya. Bu durumda iki önemli alan kitabın dışında kalıyor. Cumhuriyetçilerin geri bölgesindeki Levante ve milliyetçilerin geri bölgesindeki Galicia. İkincisi, kitabın odak noktası cephedeki savaş değil. İlk aylardan sonra, yani milislerin doğrudan katılımının en önemli olay olduğu bir sırada, kitap çatışmayı daha çok geri bölgeden izlemektedir. İzlenen yol garip gelebilir. Ancak, bu kitap, bir iç savaşın cephede olduğu kadar cephe gerisinde de kazanıldığı; gündemdeki toplumsal, siyasal sorunların en berrak ifadelerini cephe gerisinde bulduğu anlayışı ile yazılmıştır.

Üçüncüsü, savaşın uluslararası boyutu büyük ölçüde eksiktir. Bunun nedeni, savaşırı kaynağının İspanyollar olduğu ve İspanyollarca “yaşandığı” saptamasıdır. Faşist güçlerin müdahalesini ve Anglo-Fransız güçlerin müsait tutumunu lanetlemek gibi alışılagelmiş tavırları bir yana bırakırsak, cumhuriyetçi taraftaki halkın belleğinde uluslararası duruma ilişkin pek bir şey yok gibidir. Belleklerde kalan, Sovyet yardımı, göstermelik Moskova duruşmaları, zaman zaman da Münih’tir. İtalyanların ve Almanların varlığına rağmen karşıt milliyetçi kampta da durum pek farklı değildi. Uluslararası yönler asla bütünüyle bir yana bırakılmadıysa da -propaganda buna izin vermiyordu- savaş pek çok İspanyol için ancak İspanyolların çözebilecekleri bir mesele idi. Dördüncüsü, kitabın yoğunlaştığı alan hükümet ya da liderlik düzeyindeki politikalar değildir. Bu açıdan ele alındığında kitap, kırsal kesimdeki halkın tarihidir. Bununla birlikte, dikkat, bölgelerin her birindeki başlıca sosyo-politik güçler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu nedenle aşırı “siyasal” bir kitap gibi görünebilir. Tekrar edeyim: iç savaş derin siyasal sorunlardan çıktı; ve savaş öncesi yaşanan kriz kamuoyunu büyük çapta ku-tuplaştırmış ve siyasallaştırmıştı. Bence sözel tarih, tarihi konuşan ve başka koşullarda bir harekete katılmayacak (bu durumda sadece “sıradan” sıfatıyla anılacak) kişilerin deneyimlerini birleştirmek durumundadır. Bu nedenle, ilke olarak, lider konumunda olmamış, anılarını yazmamış, 18 19 savunmak durumunda kalacağı toplumsal veya politik bir ünü olmayan kişileri bulmaya çalıştım. Yanlış ya da doğru; bu insanların olaylar karşısında yaşanan duygulan anında ve daha doğrudan verecekleri inancını taşıdım. Siyasal veya sendikal bir örgütün üyeleri olan bu kişiler, daha çok orta düzey militan durumundaydılar.

Okurun da göreceği gibi, olanaklar çekici olduğunda veya okuduğum belgelerin peşine takıldığımda, yukarda belirttiğim kuralların dışına çıktım. Bunun iyi bir yöntem olduğundan aşağı yukarı eminim. Yine de, genel olarak kendi kurallarıma bağlı kalmayı tercih ettim. Sadece iki yıl içinde 2 750 000 sözcükten oluşan röportajlar yaptım. Kitap için malzeme toplarken ve daha sonra seçerken (seçilenler toplam malzemenin %10’undan azını kapsıyor) global düşüncelerden çok somut kişisel deneyime öncelik verdim; dedikodu ve iftiraları -bir iki istisna dışında- ayıkladım; başka parti ve örgütlerin eleştirisinden çok siyasal özeleştiriyi özendirdim. Bu sonuncusunu bir başka yetersizliğin de kaynağı olduğu için belirtiyorum. Çok sık olmasa da, siyasal polemiklerin uslubundaki sertliğin yeterince yansıtılamadığını düşünüyorum. Okurun bunu görebilmesi için kitabın içindeki gazete yazılarını çeşitli yerlere serpiştirilmiş alıntılar ile karşılaştırması yeterli. Bu durum kısmen geçen yıllarla birlikte üsluptaki keskinliğin de yokolmasından ileri geliyor. Bir diğer neden de, aşılmış bir polemik tarzına geri dönmekle kazanılacak pek bir şeyin olmamasıdır. Buna hâlâ inanıyorum, ama kitaptaki eksikliğini de belirtiyorum. Bununla birlikte, içinde yer alanların karşıt kamplar için kullandıkları “kızıl” ya da “faşist” nitelemelerine çoğunlukla yer verdim. Hatalı ve çoğu kez kasten kışkırtıcı olan bu nitelemeleri olduğu gibi bıraktım; çünkü bunlar düşmanın çağımızdaki algılanış biçimini özetlemektedir. İsimlendirme sorununda şu çözümü benimsedim: 18 Temmuz 1936’da cumhuriyetçi rejimi yıkmak için harekete geçenlere, aynı yılın ekimine, yani kendi rejimlerini kur-dukları tarihe kadar, asiler, diyorum; daha sonra kendi ter-minolojileriyle, milliyetçiler, haline geliyorlar. Savaşın patlak vermesiyle birlikte cumhuriyetçi rejim bir başka şeye dönüştü.

Gerçeği tam olarak yansıtmamakla birlikte, ilk dönemleri betimlemek için genellikle “Halk Cephesi” terimini kullandım. Aynı kampta savaşmalarına rağmen anarkosendikalistler savaş öncesinde veya savaşta Halk cephesi içinde yer almıyorlardı. Daha sonra, burjuva demokratik ilkeler merkezî hükümetçe yeniden benimsendiğinde, tekrar cumhuriyetçi başlığını kullanmaya başladım. Okurun kafasında özellikle bu kitaba ilişkin bir başka sorunun canlanacağı kesin: Kişilerin söylediklerinin doğru olduğu ne malûm? Bu haklı bir sorudur ve katkıda bulunanların içtenliğine gölge düşürmeden şöyle yanıtlanabilir: bunu her zaman bilemeyebiliriz. Aradan çok uzun zaman geçmiştir ve bellek insanları yanıltabilir. Somut belgeler olmadıkça, her iddiayı, her deneyimi kontrol etmek mümkün olmuyordu. Bana kuşkulu gelen yerlerde ve bu kuşkuyu destekleyen dokümanter kaynak olduğunda, tekrar tanıklara gittim. Buna rağmen konuya kesinlik ka-zandıramadığımda, eldeki bilgiyi kullanmamayı benimsedim. Bununla birlikte bazen, doğru olmadığı kanıtlanabilir bir olayın ileri sürülmesi atmosferin bir parçasını oluşturuyor. Böyle durumlarda iddiaya yer veriyor, ama hemen ardından iddianın kuşkulu olduğunu da belirtiyorum. Bu kategorilerin hiç birine girmeyen ifadelere de yer verdim. Bunu yaparken bana yol gösteren bir duygu vardı: biraz kuşku olsa da, bu ifade, bütün bir duygular iklimine tekabül etmektedir ve önemli olan da bunu yakalamaktır, daha önce belirttiğim gibi, kitabın amacı iç savaşın bir başka tarihini yazmak değil, halkın bu savaşı nasıl yaşadığını anlatmak. Yakalamak istediğim şey onların gerçeklikleri idi. Ayrıca halkın düşündüğü -ya da düşündükleri konusundaki düşünceleri- de tarihsel bir olguyu meydana getirir. Otuz beş-kırk yıl öncesine ait anıların bunca yıl içinde “hırpalanması” kaçınılmazdır.

Ancak, şuna inanıyorum ki, bir başka dönem söz konusu olsaydı aynı şey üç aşağı beş yukarı geçerli olacaktı. Öncelikle bu, savaşın doğasının bir gereği; ikincisi, galiplerin savaş sonrasında sağladıklan politik hareketsizlikten kaynaklanıyor; nihayet katılanların o zamanlar çok genç olmalarından ötürü böyle, sonuç olarak anılar “donmuş” durumdaydı. Belli ki, savaşa katılanların bazıları geçip giden yıllar boyunca görüşlerini (bazen de politik bağlarını) değiştirmişti. Bunların tanıklığı, değersizleşmek bir yana, bence, eleştirel bir bakış kazandıkları için daha da değerli oldu. Uyumlu bir bütünlük oluşturma endişemiz nedeniyle bu kitap, sanki “nasıl oldu”yu araş-tırıyormuş gibi gelebilir. Ama, hayır; bu kitap olmuş olanın nasıl hatırlanmakta olduğunu anlatıyor. 20 21 Son olarak okur, böylesine İspanyol olan konuların bir yabancı tarafından incelenmesinin ne ölçüde uygun olduğunu merak edebilir. Aynı soruyu ben de kendime sık sık sordum; özellikle de iç savaş üzerine yabancılar bu kadar çok yazmışken. Bunun yanıtı, öyle sanıyorum ki, eşitsiz gelişmede yatıyor. Şu anda bir İspanyol yayımcının 4,5 yıl boyunca tam gün süren bir çalışmadan sonra gene de yayımlanamayabilecek bir projeyi desteklemenin ticarî ve politik riskini göze alması pek mümkün değil. Bu çalışmayı sürdürmemi mümkün kılan, ABD ve İngiltere’nin daha gelişmiş ekonomileri ve her iki ülkedeki yayıncıların böyle bir kumara girme istekleri oldu. Bugünün İspanyasında bu durumun böyle sürüp gitmeyeceğine güveniyorum; çünkü aradaki dönemde bir çağ kapandı ve bir yenisi açıldı. Bu röportajlar Franco döneminin günbatımında, 1973 haziranı ve 1975 mayısı arasında yapıldı; %95’i İspanya’da, geri kalanı Fransa’da. Hiçbir zorluk çıkarmadılar. Kırsal kesimde, özellikle korkunun hâlâ dolaştığı Andalusia’da, gösterilen dikkati bir yana bırakırsak, halk içtenlikle konuştu.

Bu anlar, tarih olacak kadar uzak ama olaylara katılanların temsili bir bileşimini sağlayacak kadar canlı ve yakın bir döneme ait anıların yakalandığı özel anlardı. Son röportajı yaptıktan altı ay sonra Franco öldü. İç savaşın galibinin yarattığı diktatörlük rejimi çökmeye başladı. İspanya için yeni bir dönem başlıyordu. YAZARIN NOTU 15 u kitaptaki bütün İspanyolca isimler İngilizce yazılırken, bütün eyaletler ve başkentler İspanyolcada yazıldığı gibi bırakıldı. İkincisinin iki istinası var: yerleşmiş bir geleneğe uyarak, Sevilla’yı Seville ve Zaragoza’yı Saragossa olarak İngilizceleştirdim. Kitap boyunca, üç anarşist veya anarko-sendikalist örgütün (CTN, FAI ve FIJL) üyelerini veya toplumsal fikirlerini ve hedeflerini belirtmek için liberter (libertarían) sözcüğünü kullandım. Kitapta bütün BÜYÜK HARFLE YAZILMIŞ SOYADLARI olaylara katılanlara aittir ve bir alıntıdan hemen önce veya sonra yer alırlar. Alıntılar -alışılmış işaretlerle olmasa da- belirtilmiştir. 22 23 Giriş EŞİTSİZ GELİŞME İ936-1939 İspanyol İç Savaşı bir yüzyıl içinde dördüncü (babeşinci diyecektir) iç savaştı. On dokuzuncu yüzyılın mücadeleleri, İspanyol toplumu ve devletinin, 1930’ların patlamasına yol açan aynı temel sorunlarının çoğunun çevresinde gerçekleşti. Bu yüzden, geçen yüzyılın mücadelelerine kısa bir bakış, yirminci yüzyılda verilen mücadeleleri ve bütünlüklü olarak iç savaşları anlamaya katkıda bulunabilir. Temeldeki sorunların en önde gideni, kuşkusuz, kapitalist gelişmenin zayıflığı idi. On dokuzuncu yüzyılda Karlistler* ile liberaller arasındaki iç savaşlar, mutlakiyetin yıkılması ve bir burjuva devletin kurulması için sürdürülen uzun mücadelenin bir parçası oldu. Karşıt toplumsal güçler arasındaki denge durumunu, bu savaşların kırk yıldan uzun bir zamana yayılması ve farklı yoğunluklarda olmakla birlikte yaklaşık on altı yılın fiilen savaşla geçmiş olması olgusundan hareketle değerlendirmek mümkündür.

Kuzeyde patlak veren bir kırsal direniş, İspanya’nın geçmişteki Katolik birliği (ulusal pazarın gelecekteki kapitalist birliğine karşı) ve geleneksel bir katolik monarşi (anayasal monarşiye karşı) adına, liberalizmin gelişmesine karşı çıkan Karlist karşıdevrimi ateşledi. Önemli olan şu ki, bu savaşlardan 1833-1840 arasında meydana geleni, yani birincisi, Avrupalılarda İspanyol savaş alanlarında Avrupa uygarlığı için savaşıldığı şeklinde bir bilinç doğurdu -aynı şey 1936’da tekrarlanacaktır. Her iki dönemde de meydana gelen atılganlık, Raymond Carr’ın belirttiği gibi, gündemdeki konulan çarpıttı ve basite indirgedi.1 *Karlist (Carlist) hareket: 1823’te Fransız ordusunun İspanya üzerine yürüyerek rejimi yıkması üzerine Engizisyon’u restore ve liberalleri yoketme amacıyla başlatılan fanatik hareket. Yüzyılın sonuna doğru İspanyol Kilisesi’nin tutucu ve militan kanadı haline geldi (Ç.N.). 1. Bk. R.Carr, Spain 1808-1939 (Oxford, 1966), s.155. 25 Liberalizm, gönüllü güçleri de kapsayan küçümsenmeyecek İngiliz ve Fransız yardımları sayesinde güçlü çıktı ve Karlist dava yenilgiye uğradı. Ancak, temeldeki sorunlar tamamen çözümlenmemişti. Bütünüyle gelişmiş burjuva demokrasisinin liberalleştirici kavramlarına karşı direniş, 1930’larda da, sadece Karlistlerin bütün güçleriyle ortaya çıkmalarında değil, başka antidemokratik güçlerin de zuhur etmesinde görüldüğü gibi, önemli bir etken olmaya devam etti.

Dahası, bu direniş savaşların galiplerine, yeni on dokuzuncu yüzyıl hâkim sınıfına da bulaştı. Koşulların en elverişli olduğu bir sırada, kapitalist gelişmenin eşitsizliği gelişmiş bir burjuva demokrasisinin gelişini tehlikeye attı. Örneğin, ulusal bir burjuvazinin on dokuzuncu yüzyıl devletinin yönetimine geçmesini engelledi. Bu da, daha sonra, ortaya çıktığı on beşinci yüzyıldan beri merkezkaç eğilimleri olan bir ulusun, modern, burjuva bir devlette kaynaştırılamamasına katkıda bulundu. Coğrafi bakımdan çevre Kuzey ve Kuzey Doğu kıyı bölgesinde endüstriyel gelişmenin ilerlemesi -Madrid’in tarımcı ve merkezci egemen sınıflarına karşı Katalan ve Bask ulusal duygularının gelişmesi ile çakışıyordu- bu merkezkaç eğilimleri daha da güçlendirdi. Üç “ulusal” İspanyol kurumu (Monarşi, Kilise, Ordu) bu gelişme kusurunu gidermeyi denedi; üçü de başarısız oldu. Monarşi, Pierre Vilar’ın deyişiyle, hiçbir zaman kitlelerin saygısını kazanamadı, hiçbir zaman “topluluk için yararlı (bir) simge” haline gelemedi. 2 On dokuzuncu yüzyılın üçte birinin sonunda Kilise de böyle bir rolü oynayacak durumda değildi. İspanyol ulusal “birlik”i ile katolik Ortodoksluk arasında, onbeşinci yüzyılda İspanyol Fası’nın fethiyle ve zorla sağlanan özdeşlik, artık tutmuyordu. Bunun tek istisnası (her ne kadar egemen sınıflar daha sonra alternatif bir ideoloji şansı olarak alevlendirecekler ise de) Kar-listlerdi. Kilise Ancien regime altında -ekonomik ve öncelikle ideolojik olarak- egemen bir yer işgal ettikten sonra, kendisini her iki açıdan da tehdit eden liberalizm karşısında hareketsiz ve tutucu bir konuma kaydı. Bu dönemden itibaren antiklerikalism* İspanyol tarihinde açıktan ve tekrarlanan bir olay haline geldi. 1835’te, ke2. P.Vilar, Historia de España (Paris, 1963), s.

86. * Anti-klerikalizm: Kilisenin siyasal etkinliğine karşı olmak. şiflerin içme suyuna kolera mikrobu bulaştırdıkları söylentisi üzerine iki kez papazların öldürülmesine ve kiliselerin yakılmasına tanık olundu. (Yüz yıl sonra keşişlerin çocuklara zehirli şekerler verdikleri söylentisinin halkı kiliselere saldırtabilmesi ve binaları yıklırabilmesi, anti-klerikalizm’in direncini göstermektedir.) Kurumların sonuncusu, yani ordu, on dokuzuncu yüzyıla liberal bir güç olarak girdi. Siyasal bir güç olarak taşıdığı önemi büyük çapla Karlist karşı-devrimin yenilmesinde oynadığı role borçluydu. Aynı yüzyılın daha sonraki dönemlerinde giderek tutuculaştı. “Devlet içinde devlet” olan ordu, kendisini ulusal iradenin cisimleşmesi, ahlakın ve toplumsal düzenin güvencesi, toprak bütünlüğünün savunucusu olarak görmeye, başladı. Bu durumda, ordu, halk iradesini değil, henüz belirsiz bir egemen sınıfın yerini almaya hazır merkezileştirici bir gücü ifade ediyordu. Ordu su-‘ bayının siyasetin içinde olması işadamının eksikliğini yan-‘ sıtıyordu. Eğer yüzyılın son çeyreğinde, askeriye, siyasal dolaysız müdahaleden geri durduysa, bunu, devletin kontrolünü ele geçiren eski toprak sahipleri ve büyük burjuvazi ittifakının gerisinde nihai ve en son güç olarak yerini alabilmek için yaptı. Aslında, sadece on iki ay (1873-4) süren istikrarsız bir cumhuriyeti yok ederek bu yeni ittifakı sağlayan şey, bir pronunciamiento (askerî isyan) idi. Ordunun daha önce, 1868’de Burbon hanedanını tahttan indirişi devrimci bir süreci başlatmıştı. General Prim’in bu hanedanı da kapsayan anayasal bir monarşi kurma girişimleri başarısız kaldı. Daha sonra, küçük burjuvazi öncülüğünde bir cumhuriyet rejimi kurma girişimi de başarısızlığa uğradı.

Devrimin son aşamasında, bazı şehirlerde büyük çapta anarşistlerin denetimi altında, iktidardaki sınıfın hegemonyasını olduğu kadar ulusal birliği de tehdit eden egemen “kantonlar” kuruldu. Korkuya kapılan büyük burjuvazi bu duruma son vermek için eski toprak sahibi sınıf ile bir pakt oluşturdu. Ordu, XII. Al-fonso’nun kişiliğinde Burbon monarşisi’ni yeniden inşa etti. Tam gelişmiş bir burjuva demokrasisi kurma fırsatı ortadan kalkmıştı. Esas olarak tarım kesimlerinin çıkarlarına dayanan yeni iktidar bloku, kırk sekiz yıl boyunca (1875’ten 1923’e) İspanyol devletinin denetimini elinde tuttu. Eski rejimin ekonomik temellerine karşı süregiden liberal mücadelenin gelişimi içinde toprak mülkiyeti köklü bir değişim geçirdi. Kiliseye, asillere ve ha26 27 zineye ait topraklarda veraset usulü kaldırıldı. Aslında bu topraklar, büyük burjuvazi ve eski toprak sahipleri sınıfının bir kısmı tarafından satın alındı. Güney ve güney batıdaki büyük mülklerin (latifundia) çoğu bu dönemde oluştu. Bu yüzyıl içinde burjuvazi, elindeki mal varlığını 1930’lara, İspanya’nın tarım arazisinin %90’ma sahip olana kadar, sürekli genişletti. Geri kalan topraklar üst asiller kesimine aitti. On dokuzuncu yüzyılın ortasında liberallerin sahip oldukları, yeni, küçük ve varlıklı bir köylülüğün bu araçlarla yaratılabileceği umudu (veraset yasalarını kaldırmalarına yol açan sadece bu umut değildi) hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Burjuvazinin aşırı toprak varlığı veri olduğundan, yeni iktidar blokuna bir tarım oligarşisinin hükmetmesi şaşırtıcı değildi. Restore edilen monarşinin hileli seçim sistemi de, köylülük ve proletaryanın temsilini önlerken, bu oligarşinin iktidarda kalmasını sağlıyordu.

İktidar sınıfı, ulusun iradesini biçimsel olarak bile ifade etmeyen parlamentosu ile, politik bakımdan dışlananları kapsayan ve ciddî krizleri önleyebilecek, dar da olsa bir siyasal mutabakat sağlayamıyordu. Bu yüzden dolaysız polis yöntemleri uygulamak zorunda kaldı. Doğal olarak, bu dışlanmış sınıfları da “içine katabilecek” bir ideoloji yaratamadı. Ancak anarşistlerin işine yarayabilecek bu yaygın işçi sınıfı “apolitikliği” büyük çapta bu dışlanmadan kaynaklandı, ya da bu dışlanma ile güçlendirildi. Bu sahte parlamenter demokrasi iktidar sınıfları için geçici bir toplumsal barış getirdi, fakat bunun da bir bedeli vardı. Tarımsal çıkarların egemenliği ve bu kesimin tarımı “modernleştirmeyi” kabul etmemesi, endüstriyel gelişmenin önüne yeni engeller çıkarıyordu. Kendilerinden öncekilerin tarzını benimseyen yeni kapitalist toprak sahipleri, kendi mülklerine yatırım yapmadılar. “Feodalizmin psikolojisi, yasal varlığından daha uzun yaşadı.”3 Güney ve güneybatıdaki mülklerde yatırım yapılmayışı ve düşük ücretler -topraksız yığınlar aylarca işsiz kalıyorlardı- iç pazarın yerli imalat için yetersiz kalmasına yol açıyordu. Büyük mülkler ve toplumsal huzursuzluk eş anlamlıydı. Latifundialar bölgesinin dışında kalan köylü tarımı büyük ölçüde dini kurumların dışında ve istikrarsız bir kendine yeterlilik arayışı içindeydi. “Tarıma elverişli coğrafi ve 3. P. Vilar, op.cit.

, s.92. toplumsal koşullar, yarımadanın sadece Kuzeyinde ve Akdeniz çevre bölgelerinde mevcuttu… (bu bölgeler) ülke yüzölçümünün %10’undan daha azını (oluşturuyordu).”4 Böylece, İspanya yirminci yüzyıla geri bir tarım ülkesi, üstelik sömürgelerini kaybetmiş ve bizzat kendisi büyük çapta “sömürgeleştirilmiş” bir ülke olarak girdi. Gelişme hâlâ eşitsiz ve zayıftı. Bu durum, kır ile kent, bölgeler ve sınıflar arasındaki, toplumsal ve kültürel gelişmedeki eşitsizliğe yansıyordu. Her gelişme durumunda görülen bu fenomen İspanya örneğinde özel bir kesinlikle açığa çıkıyordu. 1930’lardaki sosyo-ekonomik duruma ilişkin çarpıcı bir örnek; 750 000’den fazla işçi açlık sınırındaki ücretlerle geçim savaşı verirken, güneyde, toprakların üçte ikisine sahip ve sayıları birkaç bini bulan -bütün toprak sahipleri içinde %2’yi temsil ediyorlardı- mülk sahibinin varlığını sürdürmesidir. Güneydeki bu mülkler bir köylünün yaşamını sağlayamayacak kadar küçük olan kuzey batıdaki ve diğer yerlerdeki parseller ile tam bir zıtlık oluşturuyordu. Kültürel düzlemde, 1930’larda nüfusun %30 ile %50 kadarı -kesin sayı bilinmiyor-okuma yazma bilmezken, bir avuç şair, romancı ve oyun yazarı ülkeyi edebiyatta rönesansa götürüyordu. Siyasal düzlemde, bir yanda oldukça mücadeleci bir işçi sınıfı, öte yanda ise, ister marksistler ister anarşistler arasında olsun tam bir teorisyen eksikliği görülüyordu. Topraksız bir anarko-sendikalist Endülüslü işçi ile Eski Castile’deki katolik bir küçük toprak sahibi arasındaki farklar çok açık olmakla birlikte daha az göze batıyordu. Öte yandan, büyük şehirlerden orta sınıf sol bir cumhuriyetçi ile eyaletlerde çıkarını bozmamak için cumhuriyetçi olmuş bir küçük burjuva arasında veya iki ileri bölgenin Katalonya ve Bask’ın milliyetçi küçük burjuvaları arasında büyük farklar vardı. İspanya tek bir ülkeden çok eşitsiz tarihsel gelişimlerin izini taşıyan bir dizi ülke ve bölge toplamı idi.5 Ne var ki, yirminci yüzyılla birlikte endüstriyel gelişmede önemli bir ilerleme oldu.

İspanya’nın tarafsız kaldığı Birinci Dünya 4. G. Jackson, The Spanish Republic and the Civil War (Princeton, 1965), s.8. 5. Bu eşitsiz gelişme iç savaş üzerindeki özel etkisini, başından itibaren askeri ayaklanmanın farklı bölgelerde başarılı ya da başarısız olmasını kısmen açıklayarak gösterdi (bk. P. Vilar, “La guerra de 1936 en la historia con temporánea de España, Historia internacional, Madrid, Nisan 1976).

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir