Terra Nostra – Carlos Fuentes

Et, küreler, Seine Nehri kıyısında ela gözler Akıl sır ermez kendinden başka bir hayvan hayal eden ilk hayvana. Ne büyük bir çirkinliktir iki ayağının üstüne kalkmayı başaran ilk omurgalının, gayet normal bir biçimde yerde sürünerek, yaradılışa malzeme olan çamura yakın, mutlu mesut yaşamaya devam eden diğer yaratıklara dehşet saçması. Hayrete düşürüyor insanı ilk telefon görüşmesi, suyun ilk kez kaynaması, ilk şarkı, ilk peştamal. Bir 14 Temmuz günü sabaha karşı dört civarında, kapısı penceresi ardına kadar açık çatı katındaki odasında uyuyan Polo Febo rüyasında bunları görüyor ve cevaplar bulmaya hazırlanıyordu. Ama sonra karanlık, yüzsüz bir rahip ϐigürü rüyasına girdi ve Polo’nun yerine konuşarak imgeci rüyayı sözcüklerle devam ettirdi: “Fakat akıl –ki ne ağır işler ne de üşengeçtir– bize der ki olağanüstü şeyler sırf tekrar ettikleri için olağanlaşabilir, gayet alışıldık ve sıradan olduğu düşünülen şeyler ise kısa süreliğine bile terk edilip yeniden başlasa kıyamet alameti sayılabilir: yerde sürünmek, posta güvercinleri uçurmak, çiğgeyik eti yemek, akbabalar beslenirken temizleme işlevlerini yerine getirsin de doğal döngüyü tamamlasın diye tapınak tepelerine insan ölüleri bırakmak.” Daha otuz üç buçuk gün önce, Seine Nehri sularının kaynaması akla hayale sığmayacak bir felaket gibi görünürdü herhalde; ama şimdi, bir ay sonra, kimse dönüp bakmıyordu bile. Aniden su fokurdamaya başlayınca hep birden kanalın duvarlarına yapışan kara mavnaların sahipleri başta şaşkına dönmüş ama sonra kaçınılmazla mücadele etmeyi bırakmışlardı. Bu nehir adamları külahlarını başlarına geçirdiler, kara tütünlerini söndürdüler ve kertenkeleler gibi iskelelere tumandılar; mavna iskeletleri ise IV. Henri heykelinin ironik bakışı altında yığıldıkları yerde kömür, demir ve kalastan görkemli harabeler halini aldılar. Ama olayların sadece soyut yönünüanlayan Notre-Dame çörtenleri kara taştan gözleriyle çok daha geniş bir manzarayı izliyordu ve on iki milyon Parisli maziden kalma bu iblislerin niçin yüzlerinde acımasızca bir alayla şehre dil çıkardıklarım nihayet anlamıştı. Onları başta yontanların amacı meydana çıkmış, rezalet ortaya saçılmıştı adeta. Çörtenlerin gözlerini açıp çatal dilleriyle vaa! vaa! diye bağırmak için tam sekiz asır sabırla beklediği ortadaydı. Şafak sökerken şehre baktıklarında Sacre-Coeur’ün uzaktaki kubbelerinin ve bütün bir cephesinin geceleyin siyaha boyanmış gibi durduğunu görmüşlerdi. Daha yakında, çörtenlerden çok daha aşağılarda ise oyuncak gibi duran Louvre saydamlaşmıştı. Yetkililer yarım yamalak bir araştırmanın ardından iyice yollarını şaşırıp boyalı cephenin aslında mermer olduğu ve saydam Louvre’un da kristalleştiği sonucuna vardılar.


Bazilikanın içindeki tablolar da dönüşüm geçirmiş, bina renk değiştirince tablolar da ırk değiştirmişti. Artık kim ışıl ışıl siyahi Kongolu Bakire’nin huzurunda haç çıkartacak, kim Zencileşmiş Mesih’in kalın dudaklarından bağışlanma sözcükleri dökülmesini dileyecekti? Odžte yandan müzedeki tablolar ve heykeller, pek çok kişinin kristal duvarlar, zemin ve tavanla zıtlığa atfetmeye karar verdiği bir matlık kazanmıştı. Samothraki Nikesi’nin görünür herhangi bir dayanak olmadan havada süzülmesinden kimse en ufak bir rahatsızlık duymuyor gibiydi: O kanatların gerekçesi nihayet anlaşılmıştı. Ama Firavun maskesinin –yeni beliren bir açıdan– La Gioconda’nın gövdesinin üstüne, hanımefendinin başının ise David’in Napoleon resmindeki gövdenin üstüne oturduğunu görünce, bilhassa genel haϐiϐliğin aksine kısa süre önce bir yoğunluk kazandıklarını göz önüne alarak endişelenmeden edemiyorlardı. Dahası vardı: Geleneksel çerçeveler saydamlaşıp da sonuçta sırf alışkanlıktan kaynaklanan mekân serbest kalınca, Mona Lisa’nın hâlâkollarını kavuşturmuş oturduğu ama yalnız olmadığı anlaşılmıştı. Üstelik gülümsüyordu. Geçen otuz üç buçuk günde Arc de Triomphe kuma dönüşmüş, Eiffel Kulesi hayvanat bahçesi olmuş görünüyordu. Görünüşlerden söz etmekle yetiniyoruz çünkü ilk heyecan dalgası geçtikten sonra kimse kuma dokunma zahmetine girmemişti ki zaten kumun görünüşütaştan farksızdı. Isǚ ter kum olsun ister taş, yerli yerinde duruyordu; ne de olsa herkesin istediği bundan ibaretti: Yeni bir düzenleme olmasın, şekli şemali aynı kalsın ve yerinden oynayıp güven sarsmasın. Arc de Triomphe hâlâtaş olsaydı da öteden beri Bellechasse ile Babylone caddelerinin kesiştiği köşede bulunan eczanenin yerinde beliriverseydi kim bilir ne büyük bir gürültü kopardı. Mösyö Eiffel’in kulesine gelince, geçirdiği dönüşümü sadece intihara meyilli olanlar eleştirdi; onların da sözleri sağlıksız niyetlerini ele veriyor, biraz lafı dolandırdıktan sonra başka benzer atlama yerlerinin yapılacağı umuduyla eninde sonunda soğukkanlı görünmeyi tercih ediyorlardı. Kırkına geldiğinde kendini öldürmeye on dört yaşından beri kararlı olan bir Café Le Bouquet müdavimi, “Ama mesele sadece yükseklik değil; insanın ölüme atladığı yerin prestiji daha da önemli belki,” dedi Polo Febo’ya. Onun bunları söylediği ikindi vaktinde genç ve yakışıklı dostumuz, başka herhangi bir yola başvursa pazar akşamı kalabalığının doldurduğu bir sinemada, “Yangın var!” diye bağırmış gibi olacağına kanaat getirdiği için normal işlerine devam ediyordu. Exposition Udžniverselle’den kalma paslı yapının artık maymunlara cirit atacak bir ağaç, aslanlara yan gelip yatacak bir kaide, ayılara bir kafes ve çok kalabalık bir kuşhane olarak hizmet vermesi halka eğlenceli gelmişti. Neredeyse bir asırdır süregelen maketler, amblemler ve atıϐlar yüzünden kule hüzünlüama gerçekten sevgi dolu bir aleladelik mertebesine inmişti.

Şimdiyse oradan oraya uçuşan kuşlar –kâh dağılıp kâh toplanan güvercinler, uçuş düzeni kuran yabanördekleri, yapayalnız baykuşlar ve bir başkalaşım kalabalığının ortasında gülünç ve ikircikli bir hava yaratan yarasa kümeleri– hem eğlendiriciydi hem de hoşça vakit geçirtiyordu. Fakat bir çocuk, kulenin tam tepesinde kanat açıp süzülmeye başlayan bir akbabayı işaretparmağıyla gösterince herkesin huzuru kaçtı. Akbaba zengin muhiti Passy’nin üstünde bir çember çizdi, sonra Saint-Sulpice’in kulelerine doğru dümdüz uçtu ve tapınağın sonsuz restorasyonunun daimi iskelesinin bir köşesine tüneyerek meydanın ıssız sokaklarını aç gözlerle izlemeye koyuldu. Polo Febo önce gözüne düşen bir tutam san saçı geriye doğru yatırdı, sonra tek elinin (çünkü iki eli yoktu) parmakların omuzlarına dökülen darmadağınık saçlarının arasında gezdirdi; en sonunda da yaz güneşini selamlamak için altıncı kattaki odasının penceresinden başını uzattı; güneşin her Paris sabahında olduğu gibi hoş sokak kokularından –kral güneşin temmuzda yeryüzüne serptiği kokular, kraliçe ayın aralıkta damıttığı kokulardan farklıydı elbette– müteşekkil saray eşrafı eşliğinde ılık buğudan bir savaş arabasıyla belireceğini sanıyordu. Gel gör ki Polo bugün alışılmış kokular envanterini zihninden geçirirken bakışlarını SaintSulpice’in kulelerine yöneltme ihtiyacı hissetti. Akbaba iskeleye tünerken Polo boşu boşuna havayı içine çekti. Ne fırından yeni çıkmış ekmek kokuyordu ne çiçek kokuları duyuluyordu ne de haşlanmış hindiba kokusu vardı havada, nemli şehir kaldırımlarının kokusunu bile alamıyordu. Gözlerini yumup yaz sabahı havasını derin derin içine çekmeyi, epeyce uzaktaki Corse Rıhtımı’ndaki çiçek pazarından gelen sımsıkı kapalı goncaların kokusunu ayırt edinceye kadar dikkatini toplamayı severdi. Ama bugün hemen dibindeki Saint-Germain pazarından gelen lahana ya da pancar kokusu, gelip geçenlerin içtiği Gauloise ya da Gitanes’ın keskin kokusu, hasıra ya da ahşaba dökülmüş şarap kokusu bile yoktu. Four Caddesi’nin hiçbir köşesinden koku gelmediği gibi, güneş de alışıldık buğudan bineğinin üstünde belirmemişti. Tünediği yerde taş kesilmiş akbaba, kilise kulelerinin orada adeta bir körükten yayılarak savrulan boğum boğum kara dumanların arasında gözden yitti. O muazzam koku boşluğu aniden pis ve mide bulandırıcı bir buğuyla doldu; adeta cehennem ciğerlerindeki tüm iltihabı kusmaya başlamıştı. Polo et kokusu aldı… yanmış tırnak, saç ve et. Polo yirmi iki yazdır ilk kez ne yapacağını bilmez halde tereddütle pencereyi kapattı. Ama gece gündüz, yaz kış, yağmur çamur demeden hep açık kalan pencerenin sunduğu o gözle görülür özgürlük simgesine duyduğu özlemin tam da o anda başladığını hisseder gibi oldu.

Hem kendisinin hem de çevresindeki dünyanın amansızca yaşlandığı hissinin getirdiği alışılmadık kararsızlık da zihninde belli belirsiz yankılandı. Bu hissi söküp atmak için ilk aklına gelen sorular pek yetmeyecekti: Neler oluyor? Odžzgür ve açık penceremi ömrümde ilk kez kapatmaya beni zorlayan nedir? Herhalde çöp yakıyorlardır; hayır, et kokuyordu; hayvan leşi yakıyor olmalılar. Salgın mı? Kurban törenleri mi? Çırılçıplak uyuyan Polo Febo (özgürlüğün başka bir bilinçli simgesi) duş kabinine girdi, suyun gürültüyle beyaz emayeye çarpmasını dinledi; sapsarı kasık tüylerine özel bir dikkat göstererek kendini özenle sabunladı; suyu yüzüne yöneltmek için tek kolunu kaldırdı, ağzına dolan suyun açık dudaklarından taşmasına izin verdi, musluğu kapattı, kurulandı ve onu masum şüphe günahı dışında tüm günahlarından arındıran daracık ama dört dörtlük günah çıkarma hücresini terk etti; kahvaltı hazırlamayı aklına bile getirmeden deri sandaletlerini giydi, haki renkli Levi’s pantolonunu çekti, çilek rengi gömleğini sırtına geçirdi; mutlu mesut yaşadığı odaya çabucak bir göz gezdirdikten sonra başını tavanın alçak yerine çarptı ve her sahanlıkta bulunan terk edilmiş boş çöp kovalarını umursamadan merdivenlerden aşağı koştu. Polo asmakatta durup kapıcının kapısını tıklattı. Cevap alamayınca da, çok düşük bir ihtimal olmasına rağmen mektup gelmiş mi diye bakmak için içeri girmeye karar verdi. Tüm kapıcı kapılan gibi bu da yarı ahşaptan yarı camdandı ve Polo perdelerin arasından Madam Zaharia’nın dalgın yüzü belirmediyse, bunun Madam Zaharia’nın dışarıda olduğu anlamına geldiğini biliyordu ama kadının şu dünyada hiç kimseden saklayacak bir şeyi olmadığından (en sevdiği söz, camdan bir evde yaşadığıydı) kiracıların içeri girip onun düzene koyduğu ve ayna çerçevesine sıkıştırdığı nadir gelen mektupları almasına itiraz edecek hali yoktu. Bu yüzden Polo, pişen lahananın ebedı̂ buharının iki kez ölmüş ve iki kez defnedilmiş –önce Verdun toprağına, şimdi bir buğu katmanının altına– görünen askerlerin fotoğraϐik hatıralarının üstüne çöktüğüo evvel zamandan kalma asalet mağarasına girebileceğine karar verdi. Demin yaz kokularının yokluğunu fark ettiğinde hissettiği kararsızlık ruhunu tıpkı bir hayal kırıldığı ve yaşlılık uyarısı misali nasıl hükmü altına aldıysa, şimdi de gelme ihtimali neredeyse hiç olmayan bir mektuba bakmak için kapıcının odasına girmek ona ilkel saϐlıktan başka bir şey gibi görünmüyordu. Ama ϐiziksel gerçeklik bu yeni ruh halinden daha da garipti. Zira hatırlayabildiği kadarıyla ilk kez mutfakta fokurdayan bir şey yoktu ve göçmüş askerlerin fotoğraϐları faydasız fedakârlığın ve müşϐik feragatin tertemiz aynaları halini almıştı. Madam Zaharia’nın odasındaki koku bile buharlaşıp gitmişti. Ama ses kalmıştı. Her zamanki kadar dalgın görünmeyen kapıcı ortası çökmüş yatağında, kadim kışların çiçekleriyle kaplı bir yorganın üstünde hırıltılar çıkararak inliyordu. Polo Febo lütfedip de Madam Zaharia’nın durumu ve duruşunun yarattığı izlenimin tahliline başlayıncaya kadar çok güneş doğup batacak; hangisi sebep, hangisi sonuçtu? Kahramanımızın iznini alamasak da, sabahki denklemin tersine döndüğü varsayımında bulunabiliriz belki: Dünya önüne geçilemez bir biçimde gençleşiyordu – üstelik birtakım kararlar alınmalıydı. Bir an bile düşünmeden hemen koşup bir kovaya su doldurdu, ocağı yaktı ve suyu ısıtmak için kovayı üzerine yerleştirdi; biraz atadan kalma bilgeliğin, biraz da mahmurluğun etkisinde havluları topladı ve çarşaftan büyücek parçalar yırttı.

Bu yaşananlar son otuz üç buçuk gün boyunca defalarca aynı şekilde tekrarlanmıştı. Polo gömleğinin bir kolunu dişlerinin yardımıyla sıvadı (gömleğin diğer kolu katlanıp bir toplu iğneyle çolak kolunun üstüne tutturulmuştu), az sonra çıkacak kafayı tutmak üzere, Madam Zaharia’nın açılmış ateşli butlarının arasına diz çöktü. Kapıcı kesik kesik soluyarak iniltiler çıkarıyordu. Polo suyun fokurtusunu duydu; kovayı ocaktan alıp çarşaftan kopardığı parçaları kaynar suya attı, sonra da yatağa geri döndüve çıkmasını beklediği kafa yerine mora çalan iki minik ayağı tutup çekmeye başladı. Madam Zaharia bir feryat kopardı, karnı bir gevşedi bir kasıldı ve Polo’nun çolak kolu diğer koluna eşlik etme özlemiyle bir mermer parçası misali zonkladı. Ters doğum tamamlandıktan, Polo bebeğin kıçına bir şaplak attıktan, göbek bağını kesip düğümledikten, plasentayı kovaya attıktan, kanı temizledikten sonra ilaveten bir şeyler daha yaptı. Bebeğin hayalarını yokladı, her ayağında altışar parmak saydı ve sırtındaki doğum lekesini hayretler içinde seyretti: kürekkemiklerinin arasında şarap kırmızı bir haç. Bebeği yeni doğum yapan doksanındaki kadının kucağına mı verse, yoksa sorumluluğu kendisi alıp ona baksa, muhtemel bir hastalıktan ya da boğularak ölmekten uzak mı tutsa bilemiyordu. Ikǚ incisini seçti; aslına bakarsanız Madam Zaharia denen kocakarının bu vakitsiz gelen çocuğu suda boğacağından, hatta belki de yemeye kalkacağından korkuyordu. Sonra kapıcının kiracılara nadiren gelen mektupları camla çerçevenin arasına sıkıştırdığı altın çerçeveli antika aynaya doğru yürüdü. Evet. Bir mektup gelmişti. Herhalde zaman zaman gelen ve daima tarihi geçmiş olan ihbarnamelerden biriydi; yüz yıl önce ilerlemeyi simgeleyen hiçbir şeyin artık verimli ya da dakik işlemediği bir dönemde posta hizmetlerinin neredeyse tümden çökmesinde şaşılacak bir yan kalmamıştı. Suyu arıtmak için kullanılacak klor yoktu, mektuplar vaktinde ulaşmıyordu ve mikroplar aşılar karşısında zafer ilan etmişti: savunmasız insanlar, bağışıklık kazanmış kurtçuklar. Polo zarfa daha yakından bakınca mektubun üzerinde pula benzer bir şey olmadığı dikkatini çekti; yeni doğmuş bebeği göğsüne bastırarak uzanıp mektubu sıkıştırıldığı yerden çıkardı.

Zarf çok eski, yapış yapış bir mumla mühürlenmişti; üstelik zarfın kendisi de eski püskü ve sapsarıydı, hatta gönderenin yazısı da eski görünüşlüydü ve merak uyandıran bir özenle kaleme alınmıştı. Polo zarfı eline aldığı sırada kâğıdın üstündeki birkaç titrek cıva damlası yuvarlanıp yere düştü. Polo çocuğu bırakmadan eski kırmızı mumdan mührü dişleriyle kırdı ve incecik, kırış kırış olmuş ipek kadar saydam bir parşömen çıkardı. Ardından şu mektubu okudu: Vakanüvis Caesarius von Heisterbach, Diologus Miraculorum’da tüm bilgilerin membaı ve Kutsal Yazılar’ın kaynağı olan Paris şehrinde büyük kandırıcı Şeytan’ın belli başlı birkaç bilgeyi sapkın bilgilerle zehirlediği uyarısında bulunur. Tetikte olmalısın. Buradaki mücadele sana çok daha şiddetli gelse de, iki güç arasındaki savaş aslında sadece Paris’te değil dünyanın dört bir yanında sürüyor. Talih senin burada doğmanı, büyümeni ve ömrünü geçirmeni buyurmuş. Senin yaşamınla bu zaman farklı bir mekânda da çakışabilirdi. Ama bu bir şeyi değiştirmez. Daha niceleri doğacak ama sadece birinin her ayağında altışar parmak, sırtında şarap kırmızısı bir haç olacak. Bu çocuk lohannes Agrippa adıyla vaftiz edilmeli, Uzun asırlar boyunca yolu gözlendi; asıl kralların soyu onda devam ediyor. Udžstelik başka bir zaman diliminden olsa da senin oğlundur. Görevinde başarısız olmamalısın. Seni bekliyoruz; seni biz bulacağız, bizi aramaya kalkma, Bu garip mektubun altına Ludovico ve Celesîina diye iki imza atılmıştı. Saint-Sulpice’ten gelen dumanda içine çektiği ve akbabaların aç gözlerinde sezinlediği ölümden, tek koluyla tuttuğu bu yaşama –onu dünyaya getirmiş ama mektubun gizemli bir tarzda belirttiği üzere yolu yordamıyla tanıştırmamış olduğuna inanmıştı– geri dönüşüyle şaşkına dönen Polo’nun, yazılanları tekrar okumaya vakti yoktu, iki kez başını sağa sola salladı karşı çıkarcasına: Ludovico ya da Celestina adında kimseyi tanımıyordu ve kocakarıyla biç yatmamıştı.

Parmaklarını kanlı suya daldırdı, bu yeni doğmuş olağandışı yavrunun başına birkaç damla serperken mektuptaki talebe uyarak mırıldandı: “Ego baptiso te: Iohannes Agrippa” Polo çocuğu vaftiz ederken, yaşlı Madam Zaharia’nın siperler, tanklar, hardal gazlarıyla dolu mazide kalmış bir savaşın ortasında genç yaşta hayatını kaybeden biricik nikâhlı kocasına, o gürbüz askere bir göz kırptı; çocuğu şaşkına dönmüş kocakarının kucağına verdi, ellerini yıkayıp kuruladı ve görevini başarıyla yerine getirmenin verdiği tatmin duygusuyla arkasına bile bakmadan odadan çıktı. Görevini gerçekten yerine getirmiş miydi? Ağır sokak kapısını açtı, yüzyıllardır Four Caddesi ile Saint-Germain Bulvarı arasında uzanan daracık sakin sokağa çıktı ve bu harika temmuz sabahının tadını çıkarma isteğini bir kez daha tehdit eden yepyeni bir panik duygusuyla boğuşmaya başladı. Dünya gençleşiyor muydu, yoksa yaşlanıyor muydu? Tıpkı sokağın kendisi gibi Polo da kısmen güneş görüyordu ama kısmen de ıssızlığın gölgeleri içindeydi. Genellikle müdavimlerle dolu olan Café Le Bouquet’nin açık kapıları ve kaldırıma kurulmuş masaları davetkâr görünüyordu ama barın arkasındaki aynalı duvarda sadece yeşil ve amber sarısı şişelerin durduğu raϐların yansıması vardı, tezgâhın uzun bakır kenarlığında ise alelacele bırakılmış parmak izlerinin belli belirsiz kalıntılarından başka bir şey yoktu. Televizyonun ϐişi çekilmişti ve sigaraların sergilendiği vitrinin üstünde arılar vızıldıyordu. Polo tek eliyle uzandığı bir içki şişesini kafasına dikerek bir yudum aldı. Sonra barın arkasına şöyle bir göz atıp bar-kafe-tütüncü dükkânının iki kocaman aϐişini buldu. Başını panoların arasından geçirip omuzlarının üstünde birleşen deri şeritleri taktı. Böylece sandviç adam kostümüyle Four Caddesi’ne geri döndü, kapıları ardına kadar açık duran ama terk edilmiş görünen dükkânların önünden hiçbir şey olmamışçasına yürümeye koyuldu. Polo’nun genç bedeninin derinliklerinde kadim bir iyimserlik gömülüydü belki de. Aϐişlerin arasında sandviç olmuş yürüyordu yürümesine ama mütevazı geçimini sağlayan işi yapmakla kalmıyordu sadece. Metro on dakikadır yerine çakılı kalmış ve bütün tünel ışıkları da gitmişse yapılacak en uygun şeyin hiçbir şey yokmuşçasına gazete okumaya devam etmek olduğunu söyleyen bir kurala bağlı kalıyordu. Devekuşu Polo. Ama Madam Zaharia’nın başına gelenler onun da başına gelmediği müddetçe (üstelik böyle bir zamanda kim tek elini taşın altına koyardı?) varlığının olağan ritmini bozmak için hiçbir sebep göremiyordu. Hayır.

Tam tersine: “Güneşin her gün doğduğuna, her yeni doğan güneşin dün bize uzak görünen yeni bir günü ilan ettiğine hâlâinanıyorum; tarihin bir sayfası kapanırken, bugünün de öncesinde görünmez ve sonrasında tekrarlanmaz bir yarını vaat edeceğine hâlâ inanıyorum.” Kafasında bu tür düşüncelerle dalgın dalgın yürüyen Polo giderek daha da yoğunlaşan dumanın içine doğru ilerlediğini fark etmedi. Alışkanlığın verdiği masumiyetle (yasanın şerrinin ister istemez katılaştırdığı masumiyetle) Saint-Sulpice Meydanı’na doğru yürümüştü ve hem önünü hem arkasını dizlerine kadar örten aϐişlerle sadık ve bildik kafe müşterilerinin önünden geçit yapmaya hazırlanıyordu. Duman içinde kaldığını görünce aklına ilk gelen şey, insanlara Café Le Bouquet’i tercih etmelerini öneren sözcükleri kimsenin okuyamayacağıydı. Başını kaldırdığında Meydan’daki dört heykelin dahi görünmediğini fark etti; halbuki Polo’nun omuzlarına asılı duran, ona emanet edilmiş aϐişlerin şahitleri sadece onlardı. Dumanın bu kutsal vaizlerin ağızlarından çıkıyor olması gerektiği gibi ahmakça bir şey söyledi kendi kendine. Ama Bossuet’nin dişleri, Fénelon’un dudakları, Massillon’un dili ya da Flechier’nin damağı bile –ki bunların hepsi ak pak taş yontulardı– bu mide bulandırıcı bir kokunun, Polo’nun çatı katındaki odasının penceresinde duyduğu leş kokusunun kaynağı olamazdı. Şimdi buna bir de kulaklarının ilk olarak Bonaparte Caddesi’nden doğru geldiğini duyduğu görünmeyen ayak sesleri eklenmiş, kokuyu iyice katlanılmaz kılmıştı. Çok geçmeden bunun ne olduğunu anladı: evrensel hareketin sesi. Duman dört yanını sarmıştı ama dumanla çevrelenen kişi hep kendi bedeninin çevresinde temiz hava kaldığına inanır; sisin içine dalan hiç kimse sisin onu yuttuğunu hissetmez. “Ben sise dönmedim,” dedi Polo kendi kendine “Sis sadece çevremde geziniyor, tıpkı dört kutsal vaizin heykellerini çepeçevre sardığı gibi.” Polo tek kolunu dumanın içinden, dumana doğru uzattı ama hemen geri çekti ve göğsünü kapatan panonun arkasına korkuyla sakladı; parmak uçları uzanıp dumanın içinde kaybolduğu o kısacık anda başka bir bedene, kaygan, çıplak bir bedene değmişti. Neredeyse tereyağı kadar yoğun bir yağ tabakasını hatırlayan ve hâlâ izlerini taşıyan parmaklarını sakladı: başka bedenler, görünmeyen ama yine de orada olan bedenler… kayıp gidiveren, yağla kaplı bedenler. Tek eli asla yalan söylemezdi. Onu kimse görmemişti ama Polo yine de korktuğu için utandı.

Korkusunun asıl sebebi kopkoyu dumanın içinde kiliseye doğru yürüyen dizi dizi bedenleri şans eseri keşfetmesi değil, ileri uzattığı tek elinin duman tarafından yutulduğunu görmesiydi. Görünmez. Kayboldu. Havaya karışıp gitti. Sadece bir elim var. Bir tek elim kaldı. Fiziksel varlığının devamından emin olmak için, kurtardığı eliyle hayalarını yokladı. Yukarıda, elinden ve edep yerinden çok uzakta başı farklı bir eksende fırıl fırıl dönmeye başladı ve yine galip çıkan aklı dile gelerek sebeplerin sonuçlara yol açtığı, sonuçların sorunlar yarattığı ve sorunların da çözümler gerektirdiği uyarısında bulundu. Çözümler ise başarıları ya da başarısızlıkları yüzünden yeni sonuçların, sorunların ve çözümlerin sebepleri olacaktı. Aklı böyle diyordu ama Polo bu mantık ile demin yaşadığı duygular arasındaki bağı kavrayamadı. Bu yüzden kimsenin göremeyeceği aϐişleri sergileyerek dumanın içinde dikilmeye devam etti. “Çok ısrarcı olma, insanların sinirlerini bozar, ters sonuç verir,” demişti Polo iş sözleşmesine imza attığı sırada patronu. “Her rakip kafenin önünde bir-iki tur atıp uzaklaş… sonra hoop… başka bir yere kon.” Polo koşmaya başladı, Saint-Sulpice Meydanı’ndan uzaklaşmak, tüm o dumandan, burnunun direğini kıran kokudan ve o temastan kaçmak istiyordu; ama kaçış yoktu, Saint-Sulpice Meydanı’ndan gelen koku diğer kokuların hepsini bastırıyordu. Yağ, yanık et, tırnak ve saç kokusu çiçeklerin, tütünün, hasırın ve ıslak kaldırımların kokusunu Polo’nun belleğinden silmişti.

Koştu. Kahramanımız ara sıra kendini kaybetse de aslında son derece ağırbaşlı bir kimse olduğunu kimse inkâr edemez. Bu ağırbaşlılığın farkında olduğundan bulvara yaklaştığını görür görmez adımlarını yavaşlattı; bir gecede her şey değişmediyse orada her zamanki (en azından son otuz üç buçuk gündür alıştığı) manzara onu bekliyordu. Kiliseye en rahat hangi sokaktan ulaşacağını düşünmeye çalıştı ama hepsi aynıydı; ıssız Bonaparte Caddesi’nin, Rennes Caddesi’nin ve Dragon Caddesi’nin ilerisinde, Saint-Germain Bulvarı’nda dip dibe duran başları ve omuzları görebiliyordu; kalabalık altışarlı sıralar yapmış, kimileri ağaçlara tünemiş, kimileri de önceki geceden, hatta belki daha da önceden tuttukları geçici tribünlere oturmuşlardı. Hiç değilse mümkün mertebe kabalıktan uzak kalmak için Dragon Caddesi’nden yürümeye başladı ve iki uzun adımdan sonra Café Le Bouquet’nin sahibiyle karşılaştı; ekmek, peynir ve enginar dolu bir sepet taşıyan karısıyla birlikte bulvara doğru yürüyordu, “Geç kalmışsınız,” dedi Polo. “Hayır. Bu sabah üçüncü kez erzak getiriyoruz,” diye tenezzül edip cevap verdi patron. “Hiç zorlanmadan en öne kadar gitmeye hakkınız var, değil mi? Şansa bak!” Patroniçe sandviç panolarına bakıp Polo’nun işine duyduğu sadakati onaylamasına gülümsedi. “Hakkımız olduğundan değil. Görevimiz. Biz olmasak açlıktan ölürler.” “Neler oluyor?” diye sormak isterdi Polo. “Hangi dağda kurt öldüde sizin gibi iki seϐil cimrilik timsali (bu bir gerçek, şikâyet ettiğimden değil) etrafta gezip yiyecek dağıtmaya başladı? Bunu neden yapıyorsunuz? Korkunuzun sebebi ne?” Ama basiretini koruyarak, “Sizinle geleyim mi?” demekle yetindi. Kafe sahipleri omuz silkerek gelmesini işaret ettiler. O eski dar sokakta köşeye kadar onlara eşlik edecekti.

Köşeye varınca Madam, sepeti başının üstüne alıp bağırmaya başladı: “Erzaka yol verin, yol açın geçelim.” Patron ve Polo da evlerin duvarları ile kaldırım kenarlarına kurulmuş polis barikatları arasındaki sıkış tepiş kalabalığın içinde kendilerine yol açmaya koyuldular. Sepetin içinden peynir yürütmek için bir el uzanınca patron o hergeleyi saçından yakaladı: “Bunlar tövbekârlara gidiyor, seni terbiyesiz!” Patroniçe de şaşkalozun ensesine bir tokat patlattı. “Sana parayla! Bedava yemek istiyorsan sen de hacılara katıl!” “Bu kadarı da fazla artık!” diye alçak sesle söylendi Polo. “Gülmeye mi geldik buraya, yoksa ağlamaya mı? Odžlüyor muyuz yoksa doğuyor muyuz? Başlangıç mı son mu, sebep mi sonuç mu, sorun mu çözüm mü? Neler geliyor başımıza böyle?” Akıl yine soruları sıralamaya başlamıştı ama onu yaya bırakan bellek geriye sarıp Latin Mahallesi’nde bir sinemaya götürdü Polo’yu… Dragon Caddesi boyunca erzak taşıyan işverenleriyle yürüyen Polo… çocukken izlediği Nuit et Brouillard (Gece ve Sis) adlı bir ϐilmi anımsayan Polo (sis, Saint-Sulpice Meydanı’ndan yükselen duman, akbabaların bekçilik ettiği kulelerden dökülen buğu), gece ve sis, nihai çözüm… sebep, sonuç, sorun, çözüm. Ama sonra karşısında öyle bir manzara belirdi ki dalgınlığını, geçmişe duyduğu özlemi ve korkuyu bir yana bırakmaya mecbur kaldı. Sirk gösterisi mi tragedya mı, vaftiz töreni mi cenaze alayı mı olduğu belirsiz olay atadan kalma anıları canlandırmıştı. Caddedeki herkes süslenip püslenmiş, güneşten korunmak için siperlikli şapkalar takmıştı; köşe başlarında mavi beyaz kırmızı kurdeleler ve çeşit çeşit minik bayraklar satılıyordu. En öndeki koltuklar az sayıdaki yaşlı hanımlara ayrılmıştı; hiç istiϐlerini bozmadan ve genel geçer teamüllerden şaşmadan durmaksızın örgü örüyor, gelip geçen gruplar hakkında yorumlar yapıyorlardı: yaşını başını almış adamlar, delikanlılar, ellerinde bayraklar ve güpegündüz yanan mumlarla yürüyen küçük çocuklar. Her grubun başında çul giymiş, omzunda tırpan taşıyan bir keşiş vardı; hepsi de yalınayak ve takatsizdi; hepsi de ayrı ayrı yerlerden yürüyerek gelmişlerdi ve nereden geldikleri altın ve gümüş işlemeli kızıl bayraklarından anlaşılıyordu: Mantes, Pontoise, Bonne marie, Nemours, St. Saens, Senlis, Boissy-Sans-Avoir-Peur. Elli, yüz, hatta iki yüz kişilik gruplar vardı; sakalı uzamış pis adamlar, yorgunluktan eli ayağı tutmaz olmuş gençler, pis elleri, sümüklü burunları, kan oturmuş gözleriyle küçücük çocuklar akıllarında başka hiçbir şey kalmanmışçasına hep bir ağızdan şu ilahiyi söylüyorlardı: Yeri burası, Zamanışimdi, Şimdi ve burası, Burası ve şimdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir