Thomas Mann – Doktor Faustus

Sonsuzluğa göçmüş olan Adrian Leverkühn’ün, kaderin ağır sillesini yemiş, görmüş geçirmiş bu değerli adamın, bu dâhi müzisyenin hayatına dair bilgileri paylaşmaya, onun ilk ve kesinlikle en geçerli, en güncel yaşamöyküsünü yazmaya başlamadan, birkaç kelimeyle kendimden ve kendi koşullarımdan söz etmemin, asla şahsımı ön plana çıkarmak arzusundan kaynaklanmadığına sizi temin etmek isterim. Beni buna yönlendiren, okura –daha doğrusu olası okura; çünkü şu an için yazdıklarımın yayımlanarak gün ışığına çıkacağına dair en küçük bir öngörü bile yok– ola ki yazılarım, bir mucize eseri, tehlikelerle çevrili Avrupa kalesinden dışarıya çıkabilirse, dışarıdakilere bizim buradaki yalnızlığımızın sırlarına ilişkin bir nebze olsun fikir verebileceği varsayımı sadece. Devam etmeme izin vermenizi rica edeceğim: Çünkü mutlaka yazanın kim olduğuna, neyin nesi olduğuna dair bilgilenmek isteyeceğinizi tahmin ediyorum – elbette mevzuun doğru ellerde bulunup bulunmadığı, konuya yakın olmak gibi haklı bazı nedenlerin ötesinde, belki de sadece yüreğimin beni yönlendirdiği bu görev için tam anlamıyla doğru adam olup olmadığıma dair kuşkular besleyebileceğiniz kaygısıyla, bu tür soruları açıklığa kavuşturmak üzere şahsıma ait bazı notlar düşüyorum. Yukarıdaki satırları gözden geçiriyorum ve diyebilirim ki, onların arasında bugün, yani 23 Mayıs 1943 günü, Leverkühn’ün ölümünden üç yıl sonra bile, o kendine has huzursuzluğu, onun soluk alırken zorlandığını fark ettiğim andaki ruh halini hissetmekten kendimi alamıyorum. Gecenin karanlığında, gecelerin en karanlığına intikal edişinin üzerinden üç yıl geçtikten sonra, Isar Nehri’nin kıyısında bulunan Freising’deki küçük, köhne çalışma odamda oturmuş, Tanrı’nın yanında istirahat eden –Öyle olduğunu umarım!– Tanrı’nın yanında istirahat eden talihsiz dostumun yaşamöyküsünü yazmaya başlarken yüreğimi yerinden oynatan paylaşma ihtiyacı ile bunun yakışık almayacağına ilişkin derin mahcubiyet hissinin birbirine karıştığı, fevkalade rahatsız edici bir ruh hali içine bulunduğuma dikkatinizi çekmek isterim. Ben, kesinlikle ölçülü, diyebilirim ki; sağlıklı, insan odaklı, uyuma ve mantığa dönük mizaçta bir bilimadamı, “Latin ordusu”nun gönüllü bir neferiyim. Güzel sanatlara da pek ilgisiz sayılmam (viola d’amore 2 çalarım); üstelik de kendini, kelimenin akademik anlamıyla, Epistolae Obscurorum Virorum3 döneminden Reuchlin, Crotus von Dornheim’ın, Mutianus ve Eoban Hesse gibi Alman hümanistlerinin halefi sayan bir sanatseverim. Şeytanca işlere hiç tevessül etmediğim gibi, bunların insan hayatını etkilediğini hep reddettim, her zaman eşyanın tabiatına aykırı buldum, sezgilerime dayanarak onları dünyamdan uzak tuttum ve asla itibar etmedim, bir taşkınlık ânında bile yer altının güçlerini yardıma çağırmaya kalkışmadım ya da onların kendiliğinden bana yakınlaşması için küçük parmağımı bile uzatmadım. Bunların, akılla ve tarihsel gelişimimizin gerekleriyle bağdaşmayacağı düşüncesiyle, pek sevdiğim hocalık mesleğimden zamanından önce ayrılarak ideallerimden ve maddi refahımdan yana hiç tereddüt etmeden özveride bulundum. Bu bağlamda kendimden hoşnudum. Ancak bu konudaki şüphelerim, ya da isterseniz ahlaki kişiliğimin tutucu yanı diyelim, şu anda girişmekte olduğum işin, benim görevim olduğu hissini ve kararlılığımı sadece pekiştirmeye yaradı. Tam kalemime davrandığım anda, beni bir anlamda içten içe mahcup düşüren bir kelime kaçtı ucundan: “dâhiyane” kelimesi; sonsuzluğa göçmüş dostumun müzikal dehasından söz ediyordum. Her ne kadar aşırı kaçsa da, benim gibi bu ulvi âlemde bizzat yer almak ve divinis influxibus ex alto 4 Tanrı vergisiyle donatılmış olma iddiasından uzak birinin, bu soylu, ahenkli, insani açıdan kulağa sağlıklı gelen bir tınıya ve karakter özelliğine sahip bu kelimeyi, “deha” kelimesini sarf etmekten çekinmesi, sevinçle karşılayıp saygılı bir yakınlıkla söz etmekten, buna değinmekten kaçınması için kesinlikle makul bir sebebi olmaması gerek. Öyle görünüyor. Ancak bu pırıltılı alanda insanı hafiften tedirgin eden şeytanca ve akıldışı bir şeyler bulunduğu, onunla yer altı dünyası arasında ürpertici bir bağlantı olduğu da inkâr edilemez ve hiçbir zaman da inkâr edilmemiştir.


Acı verse de, kararlı davranarak ortaya bir farklılık koymalıyım; tam anlamıyla yerini bulmasa da, “soylu”, “insani açıdan sağlıklı” ve “ahenkli” gibi o güven verici nitelemeleri kullanma gereğini duymamın sebebi, saf, hakiki, Tanrı tarafından ihsan edilmiş ya da belki mukadderata yazılmış bir dehadan söz ediyor olmamızdır, doğal yetilerin günahkârca ve marazi bir biçimde kangren olduğu, iğrenç bir satış anlaşmasıyla edinilmiş, yıkıcı bir dehadan değil… Burada sanatsal açıdan kusur sayılacak beceriksiz bir tutum içine girmiş olmanın mahcubiyetiyle sözlerime ara veriyorum. Adrian olsa, diyelim ki bir senfonide, temaya böyle erken bir giriş yapmazdı – olsa olsa gizliden gizliye, uzaktan, güçlükle fark ettirecek surette, zarafetle hissettirirdi. Ayrıca bu ağzımdan kaçırdıklarım, bana patavatsız ve hantalca, paldır küldür bir giriş gibi gelirken, okura da karanlık, kuşku verici birer ima olduğu hissini verebilir. Benim gibi bir insan için hayati önem atfeden, ellerini yakan bir konuya beste yapan bir sanatçının bakış açısından bakmak, onun gibi uçarcasına ama dikkatle ele alıp işlemek çok zor bir iş; sanki biraz da haddini aşmak gibi bir şey. Bu yüzden hakiki ve hakiki olmayan deha arasındaki farklılık konusuna böyle alelacele dalışım, böyle bir farkın var olduğunu kabul ederek kendi kendime bunun hakkaniyete sığıp sığmadığını sorgulamamdandır. Başımdan geçen, bazen gerçekten de ürkütücü bir hal alan bu olay, bu mesele üzerinde öylesine bir gayretle ve öylesine yoğun bir şekilde düşünmeye zorladı ki beni, zaman zaman, kendime özgü, alışık olduğum düşünce düzlemimi aştığıma, kendi doğal yeteneklerimi pek de “halisane olmayan” bir biçimde abarttığıma dair ürkütücü sanılara kapıldım… Görevim için gerekli olan gönül yakınlığına yeterince sahip olup olmadığım konusundaki kuşkuları açıklığa kavuşturmam gerekirken, sözü dehaya ve her halükârda şeytani etkiler altındaki doğasına getirdiğimi hatırlayarak tekrar bir ara veriyorum. Bu, vicdan rahatsızlığı hissettiğimde her zaman başvuracağım bir yol olmalı. Kaderimde, hayatımın pek çok yılını bu sayfaların kahramanının, o dâhi insanın yakın çevresinde geçirmek, çocukluktan başlayarak onu tanımak, onun gelişmesinin, kaderinin tanığı olmak ve onun yaratma sürecinde mütevazı bir yardımcı rolü oynamak varmış. Leverkühn’ün haşarı gençlik eseri, Shakespeare’in Aşkın Çabası Boşuna adlı komedisinin müzikal libretto çalışması bana aittir. Keza grotesk opera süiti Gesta Romanorum’un 5 tekst çalışması gibi, Yuhanna’nın Vahyi 6 adlı oratoryosuna da katkılarım oldu. Bu olayın bir yönü; ya da aslında bir ve öbür yanı. Ayrıca merhumun sağlığında, tam olarak böyle diyemesem de, nispeten ve resmen sağlıklı sayıldığı günlerde, bana vasiyet ettiği değer biçilemez evrak ve yazılar da elimin altında. Anlatacaklarımı onlara dayandırmak, bana sunulmuş bu seçki içinden bazılarını ise doğrudan eklemek niyetindeyim. Ancak önünde sonunda kendimi insanlara karşı olmasa bile Tanrı’ya karşı haklı gösterecek en geçerli nedenim ise şudur ki, ben onu sevdim –onu korkuyla ve şefkatle, merhametle ve teslimiyetçi bir hayranlıkla sevdim– onun da benim duygularıma birazcık olsun karşılık verip vermediğini ise nadiren sorguladım. O beni sevmedi; yok hayır.

Arkasında bıraktığı kompozisyon taslaklarında ve günlüğünde sayfaları yazıya geçirirkenki samimiyetimi, yalınlığımı, hatta diyebilirim ki, güvenilirliğimi, inanca saygılı duruşumu ve doğruluğumu takdir eden, kesinlikle onur verici bir güven hissettim. Ama ya sevgi? Kimi gerçekten sevmiş olabilirdi ki bu adam? Bir zamanlar bir kadını – belki. Son olarak bir çocuğu – olabilir. Ağırlığı olmayan, herkesin gönlünü kazanan bir uçarıyı, her ortamın adamı olan birini; ama sonra muhtemelen kendisine karşı meyli olduğundan uzaklaştırdı – hem de ölümüne. Kalbini ne zaman kime açmıştı, kimin hayatına girmesine izin vermişti? Adrian için böyle bir şey yoktu. İnsanca bir tevekkülü –yemin ederim ki– çoğunlukla, ancak farkına varmaksızın kabullenebilirdi. Kayıtsızlığı öyle bir mertebedeydi ki, etrafında olup bitenlerin, kimin meclisinde bulunduğunun bile pek ayırdında olmazdı; konuşmakta olduğu kişiye nadiren adıyla hitap ederdi; sanırım adını bilmezdi bile. Oysa muhatabı, büyük bir haklılıkla bunun tam tersini düşünürdü. Onun ıssızlığını, kendine karşı beslenen duyguların usulca ve iz bırakmaksızın gömülüp gittiği bir uçuruma benzetmek isterim. Etrafında soğuk hüküm sürerdi – bu kelimeyi kullanırken, onun da bunu bir zamanlar böyle dehşet verici bir bağlam içinde yazmış olduğu hissine kapılıyorum! Hayat ve tecrübeler, kelimelerin her birine gündelik anlamlarına tamamen yabancılaştırıcı bir vurgu katabilir, onların o en korkunç anlamlarına aşina olmayan kimselerin anlayamayacağı bir korku gölgesi yükleyebilir. 2. (İt.) Aşk viyolası. Kökeni XVII. yüzyıl ortalarına dayanan, hem viyola hem de keman özellikleri taşıyan enstrüman.

(Y.N.) 3. (Lat.) Karanlık Adamların Mektupları. 1515 yılında anonim olarak yayımlanan hiciv içerikli hayalî mektuplar. (Ç.N.) 4. (Lat.) Yukarıdan gelen ilahî etkilerle. (Y.N.) 5. Geç dönem XIII.

yüzyıla ait popüler bir anekdotlar seçkisi. (Y.N.) 6. Aslen Yeni Ahit’in son kitabı; “Vahiy” adıyla da bilinir. Yuhanna tarafından Patmos Adası’nda yazılmıştır. (Y.N.) II Ben, Filolog Doktor Serenus Zeitblom. Bu kimlik bilgilerini sunmakta böyle garip bir şekilde gecikmemin sorumluluğu tümüyle bana ait; nasıl olduysa oldu, size anlatacaklarımın edebî akışı içinde bu âna kadar bu noktaya bir türlü gelemedim. Yaşım altmış; yani MS 1883’te, dört kardeşin en büyüğü olarak Merseburg yönetim bölgesinde, Saale kıyısındaki Kaisersaschern’de, Leverkühn’ün de öğrencilik yıllarının tümünü geçirdiği şehirde doğdum, dolayısıyla bu şehrin özelliklerini daha yakından tasvir etmeyi, o günleri anlatacağım vakte erteleyebilirim. Kişisel hayatımın akışı pek çok yönden üstadınkiyle çakıştığı için, insanın yüreği yüklü iken kaçınılmaz olarak düşebileceği acelecilik hatasından kaçınmak bakımından ikisini birbiriyle bağlantılı olarak anlatmam daha iyi olacak. Burada sadece şu kadarını belirteyim ki, dünyaya geldiğim ortam, yarı aydın bir orta sınıfın mütevazı seviyesidir. Zira babam Wohlgemut Zeitblom, eczacıydı – hem de bölgenin en önemli eczacısı; Kaisersaschern’de farmakolojiyle uğraşan ikinci bir dükkân daha vardı; ama asla Zeitblom’un “Aziz Müşteriler” Eczanesi’nin kazanmış olduğu itibardan nasibini alamamış, onun karşısında her zaman yetersiz bir konumda kalmıştı. Ailemiz, sakinlerinin büyük çoğunluğunun Luther inancını taşıdığı şehrin küçük Katolik cemaatindendi.

Özellikle annem, kilisenin, dinî görevlerini sorumlulukla yerine getiren inançlı bir evladıydı. Öte yandan babam, zaman darlığından olsa gerek, bu konuda daha rahat görünürdü. Fakat aynı sebepten dolayı bazı siyasi hedefleri de olan, benzer ilgilere sahip arkadaşlarıyla arasındaki grup dayanışmasını hiç aksatmazdı. İşin dikkat çekici yanı, papazımızın, dinî danışman Zwilling’in yanı sıra şehrin Doktor Carlebach adını taşıyan hahamının da bizim laboratuvar ile eczanenin üst katındaki konuk odalarına girip çıkmalarıydı; zira Protestan hanelerinde böyle bir şey kolay kolay söz konusu olmazdı. Roma Kilisesi’nin adamı, görünüş bakımından diğerlerinden daha iyiydi. Ancak büyük ölçüde babamın ifadelerine dayanan intibalarımda, kısa boylu, uzun sakallı, küçük bir kep giyen, Talmud kurallarına bağlı köktendinci Yahudinin bilgisi ve dinî feraseti, farklı inançtaki meslektaşlarının epey fevkindeydi gibi kalmış. Bunun nedeni, gençlik deneyimlerim kadar, Yahudi çevrelerin Leverkühn’ün eserlerine karşı gösterdikleri duyarlık ve açık görüşlülük olabilir; ayrıca Führer’imiz ile şürekâsının Yahudi meselesi konusundaki, asla tam olarak onaylamadığım, beni öğretim mesleğimden soğutacak denli etkileyen tutumları da olabilir. Elbette bu soyun farklı bireyleriyle de yolum kesişti – Münih’teki serbest bilimadamı Breisacher’i hatırlamam yeterli. Onun o kafa karıştırıcı, itici özelliklerine yeri geldiğinde biraz olsun ışık tutmaya niyetliyim. Katolik kökenime gelince; içimdeki insanı elbette biçimlendirdi ve etkiledi fakat hayatımın bu notası, hümanist dünya görüşümle, vaktiyle dendiği üzere, “güzel sanatlar ve bilim” duyduğum sevgiyle hiçbir zaman çelişki yaratmadı. Bu iki kişilik unsuru arasında her zaman tam bir ahenk egemen oldu; insan, benim gibi, anıları ve anıt yapıları kilisenin daha bölünmediği, Hıristiyan dünyasının bir bütünlük içinde bulunduğu çağlara uzanan eski bir şehir muhitinde yetişince, herhalde bu ahenk de kolaylıkla korunuyordur. Gerçi Kaisersaschern, Reform hareketinin vatanı olan ve Eisleben, Wittenberg, Quedlinburg kadar Grimma, Wolfenbüttel ve Eisenach gibi şehirlerin adlarının da göndermede bulunduğu Luther bölgesinin tam kalbinde yer alır – ki bu da, Lutherci Leverkühn’ün içdünyası için son derece manidardır ve öğrenim alanı olarak başlangıçta teolojiyi seçmiş olmasıyla ilintilidir. – Fakat ben, Reform hareketini sadece ileriye, skolastik zamanlardan günümüzün özgür düşünce dünyasına değil, aynı şekilde geriye, Ortaçağ’a uzanan bir köprüye de benzetirim – bu köprü, hatta belki daha da gerilere, Kilise’nin bölünmesinden etkilenmemiş, eskinin aydınlık, görsel sanat aşkını sonraki kuşaklara aktaran Katolik Hıristiyanlığa kadar uzanır. Ben, Meryem Ana’ya jovis alma parens 7 dedikleri o altın evreyi kendime daha yakın bulurum. Hayatıma dair biraz daha fazla bilgi vermek gerekirse, ebeveynim bana, iki sınıf altımda Adrian’ın öğrenim gördüğü, XV.

yüzyılın ikinci yarısında kurulmuş, kısa süre öncesine kadar “Müşterek Hayat Biraderleri Mektebi” adını taşıyan lisemizde okuma şansını tanıdı. Zamanımızda kulaklara kolayca gülünç geleceğinden çekinilerek bu arkaik isim terk edildi, okul da bitişiğindeki kilisenin adından ilham alarak Bonifatius Lisesi ismini aldı. Yüzyılın başlarında mezun olduktan sonra üniversitede fazla tereddüt etmeksizin, daha lise öğrencisiyken de bir parça sivrilmiş olduğum klasik dillere yöneldim. Buna Giessen, Jena, Leipzig’te ve 1904’ten 1906’ya kadar da, yani Leverkühn’ün de orada öğrenim gördüğü yıllarda, rastlantı sonucu olmayan bir surette Halle’de devam ettim. Bu konuda akıl yürütürken çoğunlukla, eski filolojiye duyduğum ilginin içten içe güzellikle, insan aklına saygıyla, hayatla, aşkla dolu bir anlayışla neredeyse gizemli bir ilişki içinde bulunduğu sonucuna varmaktan kendimi alamıyorum – bu ilişki kendini antik dillere dair inceleme dünyasının “beşerîyat” olarak adlandırılmasıyla da ortaya koyar, öyle ki dile ve insana dair tutkunun bir araya gelerek oluşturduğu psikolojik düzen, eğitim fikriyle taçlanır; dilbilimcilerin gençliği eğitmek, biçimlendirmek görevini üstlenmeleri gibi bir sonuç neredeyse kendiliğinden ortaya çıkar. Doğabilimsel gerçekliklerle ilgili bir adam, öğretmen olabilir, ama asla bonae litterae 8 tutkunu birinin anlayışında ve düzeyinde bir eğitimci olamaz. Her ne kadar Eski Yunan’da eğitimde, genel olarak polis’in 9 cemiyet hayatında önemli görevler üstlendiğini bilsem de, notaların biraz daha içsel, daha yakınmış gibi gelen tuhaf anlaşılmaz dili bile (böyle tanımlanacak olursa, müzik bile), pedagojik ve insani alana dahil edilemez. Mantık ve moral açısından ciddi bir ifade taşımasına rağmen müzik, bana daha ziyade ruhlar âlemine aitmiş gibi gelir; akla ve insana saygı gibi konularda sonuna kadar kefil olmak istemem. Buna rağmen, ona yürekten bağlı oluşum, sevinmeli mi üzülmeli mi bilmem ama insan tabiatının ayrılmaz parçası olan çelişkilerden biri olmalı. Bunlar konu dışı şeyler. Ama aynı zamanda da öyle değiller, zira aklın soylu pedagojik dünyası ile ancak bazı tehlikeleri göze alarak yaklaşılan ruhlar dünyası arasına kesin bir sınır çekilip çekilemeyeceği meselesine bağlı olarak pekâlâ da benim konuma dahiller. İnsana ait hangi alan, isterse en saf, en saygın ve en hayırlısı olsun, yer altı güçlerinin etkisine tümüyle kapalı kalabilir ki? Evet! Şunu da ekleyelim; hangi alan onların yaratıcı dokunuşlarına gereksinim duymaktan tamamen uzaktır? Benim gibi şahsen her türden doğaüstü şeytanca şeyden kesinlikle uzak duran birine yakışmayan bu düşünce, bana, devlet sınavını verdikten sonra sevgili ebeveynimin sağladığı, İtalya ve Yunanistan’a yaptığım bir buçuk yıllık inceleme gezisinden yadigârdır. Akropolisten bakınca görünen, safran sarısı kurdelelerle süslenmiş azizlerin, İakkhos’un adını zikrederek geçtikleri kutsal yolu, arkasından da, üzerinden plütonik kayaçların sarktığı çatlağın kıyısındaki Eboli bölgesindeki kutsama yerini görmüştüm. Orada olimpik Yunan medeniyetinin başlattığı, derinliklerin tanrıları karşısında huşu duymakla ifadesini bulan yaşama duygusunun zenginliğini bizzat hissederek öğrenmiştim. Daha sonraları kürsümden son sınıf öğrencilerime sık sık bu kültürün aslında dindar ve düzenleyici olduğunu açıkladım; bundan kastım, bu kültürün, tanrıların karanlık ve tekinsiz kültünü ıslah edici yaklaşımıydı.

O seyahatten döndükten sonra, yirmi beş yaşındayken, yeni yüzyılın on ikinci yılında Bavyera maarif hizmetlerine geçmeden ve ondan sonra yerleşeceğim Freising’de lise profesörü ve teoloji yüksekokulunda öğretim üyesi olarak yirmi yıldan fazla bir zaman beni mutlu edecek olan uğraşıma başlamadan önce, doğduğum şehirde, yetiştiğim okulda, birkaç yıl Latince, Yunanca ve tarih eğitiminin mütevazı kademelerinde çalıştım. Kaisersaschern’e atanmamdan kısa bir süre önce, erken yaşta evlendim – bu adımı atmama neden olan, bir düzen kurma ihtiyacı ve toplum hayatına adabıyla katılma arzusuydu. Bugün bu ilerlemiş yaşımda hâlâ yanımda olan mükemmel eşim Helene, ki kızlık soyadı Ölhafen’dır, Saksonya Krallığı’nda yer alan Zwickau’da, fakülteden ve idari görev yerimden yaşlı bir meslektaşımın kızıydı. Okuru gülümseteceği riskini göze alarak itiraf edeyim, bu genç kızın küçük ismi olan Helene, bu değerli tını, tercihimde az etkili olmadı. Böyle iddialı bir ismin, onu taşıyan kişinin iddiası, dış görünüşünün mütevazı burjuva ölçüleriyle, hatta sadece gençliğin verdiği geçici güzelliğiyle sınırlı kalsa da, sırf büyüsünün etkisiyle küçümsenmeyecek kadar değerli bir vaftiz anlamına geliyordu gönlümde. Bayerische Effektenbank’ın Regensburg şubesinde murahhas vekil olarak çalışan efendiden bir adamla evlendirdiğimiz kızımıza da Helene adını koyduk. Kızımız dışında karım, bana iki de oğul armağan etti; ben de böylece insan olmanın gereği babalık sevincini de, tasasını da makul sınırlar içinde tatmış oldum. Şunu itiraf etmek isterim ki, çocuklarımın hiçbirinin benim üzerimde hiçbir zaman büyüleyici bir etkisi olmadı. Hiçbiri Adrian’ın sonraları gözbebeği olacak yeğeni küçük Nepomuk Schneidewein’ın güzelliğiyle boy ölçüşemezdi – babaları olarak bunu ileri sürecek son kişi ben olsam da. – Oğullarımın ikisi de, biri sivil görevde, diğeriyse silahlı kuvvetlerde, Führer’lerine hizmet etmekteler. Vatanımın zorbalığına karşı yabancılaşan duruşum, çevremde belli bir tenhalık yarattığı gibi, bu iki genç adamın anne babalarının sakin eviyle ilişkilerini de gevşettiği söylenebilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir