Thomas Mann – Büyülü Dağ

Çok eskilerde kaldığı için üzeri tarihin küfüyle kaplı olan ve anlatırken iyice geçmişe gidebilmek için olabildiğince geçmiş zaman kiplerinin kullanılmasını gerektiren Hans Castorp’un bu öyküsünü (nasıl olsa okuyucu onun hoş ama sıradan bir genç olduğunu anlayacak) biz gerçekten anlatmaya değer bulduğumuz için öykünün hatırına anlatıyoruz, yoksa Hans Castorp’un hatırı için değil. Bu arada Hans Castorp’un hakkını yememek için herkesin başına her şeyin gelemeyeceğini ve aslında bunun onun öyküsü olduğunu da belirtmeden geçmememiz gerekiyor. Öykümüzün eski oluşunun ona bir zararı yok, tersine iyi bile çünkü tarih gibi, öyküler de eski zamanlarda geçmiş olmalıdırlar ve bir öykü ne kadar eskiyse bu, hem öykü açısından hem de geçmiş zaman kipleriyle mırıldanan sihirbaz anlatıcısı açısından o kadar iyi olur. Günümüzdeki birçok insan gibi –öykü anlatıcılarının da onlardan aşağı kalır bir yanı yok– öykümüzün de sorunu şu: Yıllarla bağlantısı olmayan eskiliği günlerle de ölçülebilecek gibi değil; sırtına binen yaşlılık yükü güneşin çevresindeki yörüngelerle de bir tutulamaz, yani kısacası, geçmişte kalmış olmasını aslında zamana borçlu değil. Bunu demekle zaman denen gizemli öğenin sorunlu ve kendine özgü ikili doğasına şimdilik şöyle bir değinmiş oluyoruz. Ama biz apaçık ortada olan bir durumu yapay bir biçimde belirsizleştirmeyelim: Öykümüzün olağandışı eskiliği, belirli bir dönüm noktasından ve yaşamlarımızı ve bilinçlerimizi paramparça eden derin bir çatlaktan önce oluşmasından kaynaklanıyor. Öykü o zamanda geçiyor ya da şimdiki zaman kiplerini kullanmak istemezsek, o zamanda, çok uzun yıllar önce, dünyanın eski günlerinde, başlamasıyla bir sürü şeyin başladığı ve başlayanların da bir türlü sona eremediği Büyük Savaş’tan önce geçti. Demek ki çok önceleri olmuş değilse de gene eski sayılır. Bir öykünün eski olma niteliği ne kadar ‘önce’ye dayanırsa öykü o denli yoğun, tam ve masalsı olmaz mı? Üstelik bizim öykümüzün, doğası gereği az da olsa masallara özgü yönleri de var. Öykümüzü, ayrıntılara özen gösterip hiçbir noktayı göz ardı etmeden uzun uzun anlatacağız. Bir öykünün kısa ya da sıkıcı oluşu ne zaman anlatımı için gerekli olan yer ve zaman yüzünden olmuştur ki? Aşırı titiz olmamızın uyandıracağı iticilikten korkmadığımız gibi, ancak inceden inceye anlatımın gerçekten eğlendirici olabileceği görüşünü kendimize daha yakın buluyoruz. Demek ki, bizim Hans’ın öyküsünün anlatıcısı bu işi öyle bir-iki dakikada bitirmeyecek ve ne bir haftanın yedi günü ne de yedi ay bu işe yetecek. Öykü onun çevresinde ağlarını örerken geçecek olan dünya günlerinin pek farkına varmaması kendisi açısından iyi olur. Tanrı aşkına, öykünün yedi yıl sürecek hali yok ya! Evet, işte başlıyoruz


Sıradan bir genç, doğup büyüdüğü Hamburg’dan Graubünden Eyaleti’ndeki Davos-Platz’a gitmek üzere yola çıktı. Yazın tam ortasıydı ve orada üç hafta kalmayı tasarlıyordu.


Uzun bir yolculuktu bu. Hamburg’dan o yüksekliğe çıkmak kolay bir iş değildi. Aslında böylesine kısa bir ziyaret için yolculuk fazla uzundu. İnişli çıkışlı yolculukta değişik manzarası olan yerlerden geçiliyor, Güney Almanya’nın yüksek platolarından birden Swabia Denizi’nin seviyesine iniliyor, oradan, gemiyle, hırçın dalgalarla boğuşarak, bir zamanlar tekin sayılmayan yarlar aşılıyordu. Ondan sonra da, o âna dek rahat ve dosdoğru güzergâh teklemeye başlıyor, molalar ve tatsızlıklar devreye giriyordu. İsviçre bölgesindeki Rorschach’da, aktarma yapmak zorunda kalıyordunuz. Bindiğiniz tren sizi Alpler’deki küçük bir istasyon olan Landquart’a kadar götürebiliyor ve orada başka bir trene binmeniz gerekiyordu. Pek sevimli olmayan bir manzaraya baka baka bir süre rüzgârda bekliyor, dar raylarda işleyen bir trene biniyor, bu küçük ama olağandışı güçlü makine hareket eder etmez de asıl macera başlıyor, bitmeye niyeti yokmuş gibi görünen sarp ve zorlu bir tırmanışa geçiyordunuz. Landquart’taki istasyon oldukça alçak bir düzeyde olmasına karşın güzergâhınız sizi artık sarp kayaların arasına sıkışmış daracık yollardan geçirerek gerçek dağlara çıkmak zorunda bırakıyordu. Hans Castorp –gencin adı bu– kendini, amcası ve babalığı olan –hemen adını söyleyelim– Konsül Tienappel’in armağan ettiği timsah derisinden bavulu, rulo yapılmış kareli battaniyesi ve bir kancada sallanan kışlık ceketiyle, oturma yerleri gri bir kompartımanda tek başına otururken buldu. Yanındaki pencere açık bırakılmıştı; öğleden sonra hava giderek soğuduğu için ailenin gözbebeği olan muhallebi çocuğu gencimiz modaya uygun bol pardösüsünün ipek astarlı yakasını kaldırdı. Yanındaki koltukta, yolculuğunun ilk dönemlerinde ara sıra incelediği, lokomotifin saldığı kurumdan kapağı kirlenmiş ‘Büyük Buharlı Gemiler’ adlı cep kitabı ihmal edilmiş, duruyordu. İki gün süren yolculuk bu genci –çok da genç, hayata pek öyle sağlam kök salmamış– günlük yaşantısından, özellikle de görevlerim, ilgi alanlarım, dertlerim ve tasarımlarım diye nitelendirdiklerinden, faytonla istasyona giderken düşündüğünden çok daha uzaklaştırıyordu. Mekân, kendisi ve doğduğu topraklar arasında döne döne dans edercesine kaçarken, zamana özgü sanılan güçten çok daha fazla gücü olduğunu kanıtlıyor; saatler geçtikçe mekân, zamanın oluşturduklarına çok benzeyen ama bazı açılardan onları da aşan değişimlere neden oluyordu. Mekân, zaman gibi unutkanlık getirir ve bunu bir insanı tüm ilişkilerinden koparıp onu özgür ve aslına dönebilecek bir duruma getirerek yapar ve gerçekten de bir anda ayrıntılara meraklı ya da ilkelerine bağlı birini bir serseriye dönüştürebilir.

‘Zaman, Lethe Irmağı’nın suyudur’ derler ama yabancı hava da onun gibi içilebilir ve etkisi onun kadar güçlü olmasa da daha hızlı olabilir. Hans Castorp da aynı deneyimden geçti. Bu yolculuğu ciddiye alıp kendini iyice kaptırmaya niyeti yoktu, tersine, böyle olması gerektiğine göre, bu işi olabildiğince çabuk arkasında bırakarak, kısa bir süre için olduğu yerde bırakmak zorunda kaldığı yaşamını, evinden ayrıldığı zamanki insan olarak, bıraktığı yerden sürdürmek üzere dönmeyi tasarlıyordu. Daha dün her zamanki düşüncelerine dalmış, kısa bir süre önce olanları ve kısa bir süre sonra olacakları, sınavlarını, Tunder ve Wilms firmasında (tersane, makine imalatı ve kazan) işe başlayacağını düşünmüş ve orada geçireceği üç haftanın sonrasını yapısı elverdiği oranda sabırsızlıkla beklemeye başlamıştı. Oysa şimdi ona tüm dikkatini o andaki koşullara vermesi gerekiyor gibi geliyor, onları silkip atmanın hiç de doğru olmayacağını düşünüyordu. Daha önce havasını hiç solumadığı ve alışık olmadığı, kendine özgü ve çoğu şeyden yoksun koşulların geçerli olduğunu bildiği bu bölgelere çıkartılıyor olması onu heyecanlandırmaya başlamıştı; içini belirli bir kaygı kemiriyordu. Evi, yurdu ve düzenli yaşantısı çok uzaklarda kalmakla iş bitmemiş, daha da önemlisi çok çok aşağılarda kalmışlardı; hâlâ da tırmanıyordu. Eviyle ilerdeki bilinmezin arasında havada sallanırken, kendine, yukarıların ona nasıl geleceğini sordu. Acaba onun gibi deniz seviyesinden birkaç metre yukarıda doğmuş ve o havayı solumaya alışmış birinin arada bir yerlerde birkaç gün geçirmeden bu denli yüksek yerlere birdenbire çıkması akılsızca bir iş miydi ve sağlığa zararlı mıydı? İnsana bu bölgelerin ne denli uygun olmadığını sürekli hatırlattığı için hâlâ tırmanmak yerine hedefine varmış olmayı isterdi; bir kez oraya varıldığında orada da insanların her yerde yaşadıkları gibi yaşamaya başlayacağını düşünüyordu. Dışarıya baktı. Tren dar bir geçitten kıvrıla kıvrıla gidiyor, öndeki vagonları ve zorlanan, durup durup havaya kahverengi, yeşil ve kara dumanlar salan lokomotifi görebiliyordu. Sağındaki yarın dibinden gürleyerek akan bir suyun sesi geliyor, solunda da koyu renkli çam ağaçları kopmuş kaya parçaları arasında tutundukları yerlerden taş grisi rengindeki gökyüzüne doğru uzanmaya çalışıyorlardı. Zifiri karanlık tünellerden geçiliyor, yeniden gün ışığına çıkıldığında iyice aşağılarda birkaç köyün seçilebildiği geniş yarıkları görebiliyordunuz. Derken bu görüntüler kapanıyor, onları oyuklarda ve yarıklarda yama yama kalmış kar kümelerinin olduğu yeni geçitler izliyor, tren küçücük istasyonlara giriyor, sonra aynı rayın üzerinde geri geri çıktığı için yön duygunuzu yitirmenize neden oluyor, siz de artık kuzeye mi yoksa güneye mi gittiğinizi bilmez oluyordunuz. Bölgelerin içlerine doğru ağır ağır tırmandıkça, değişik imgeler gibi birbirlerini izleyerek yükselen yüce dağların doruklarının dünyası, önünüze muhteşem görüntüler seriyor, sonra raylar bir dönemece daha gelince büyülenmiş gözler bu serapları görmez oluyordu.

Hans Castorp sık yapraklı ormanları ve varsayım olarak kuşları da nasıl geride bıraktığını düşündü ve bu tür şeylerin bitebileceği ve dünyanın onlarsız nasıl yoksullaşacağı düşüncesi önemsiz bir baş dönmesi ve bulantıya neden olduğu için eliyle bir-iki saniye gözlerini örttü. Sonra kriz geçti ve tırmanışın sona ermek üzere olduğunun farkına vardı. Geçit aşılmıştı. Tren artık vadinin düzlüğünde daha rahat ilerleyebiliyordu. Saat neredeyse sekiz olmuştu ama hava hâlâ aydınlıktı. Uzaktaki manzaranın içinde, yüzeyi gri bir göl belirdi; kıyısından yamaçlara doğru tırmanan, tepeye doğru da giderek seyrekleşen ve sisle kaplı çıplak bir tepeyle biten, karaçam ormanlarıyla çevriliydi. Küçük bir istasyonda, biri dışardan yerin adını bağırdığı için Hans Castorp’un Davos Köyü olduğunu anladığı yerde durdular. Yolculuğu sona ermek üzereydi. Ansızın yanında kuzeninin o gür Hamburglu sesiyle, “Merhaba, burada ineceksin,” dediğini duydu ve dışarıya baktığında platformda pencerenin altında Joachim’in durduğunu gördü. Kahverengi bir palto giymişti, başı açıktı ve her zamankinden daha sağlıklı görünüyordu. Gülerek bir kez daha, “İnsene. Nazlanıp durma!” dedi. Hans Castorp yerinden kalkmadan, biraz şaşkın, ona, “Henüz varmadım ki,” diye yanıt verdi. “Tabii ki vardın. Burası Davos Köyü.

Sanatoryum buraya yakın. Araba var. Eşyalarını ver.” Hans Castorp varışının ve kuzenini yeniden görmenin verdiği şaşkınlığı ve heyecanı ele veren bir gülüşle, bavulunu, kışlık paltosunu, rulo yapılmış battaniyesini, ayrıca bastonunu ve şemsiyesini ve en son da ‘Büyük Buharlı Gemiler’i yerlerinden alıp dışarıya uzattı. Koşarak dar koridoru geçti ve oldukça candan, doğru dürüst bir selamlaşma için platforma atladı. Selamlaşma biraz soğuk ve mesafeli insanların yapısına uygun olarak pek abartılı olmadı. Zaten garip olan, içtenliği fazla göstermekten korkmak gibi basit bir nedenden birbirlerine adlarıyla hitap etmekten her zaman çekinmiş olmalarıydı. Soyadıyla hitap etmeyi de doğru dürüst beceremedikleri için birbirlerine hitabı ‘sen’le sınırlandırıyorlardı ve bu, iki kuzen arasında artık kök salmış bir alışkanlığa dönüşmüştü. Biraz tutuk –genç Ziemssen asker duruşunu hiç yitirmeden–, acele el sıkışırlarken onları izleyen üniformalı, sırmalı kasketli bir adam yanlarına geldi ve Hans Castorp’un bagaj numarasını sordu. Bu adam Berghof Uluslararası Sanatoryumu’nun kapıcısıydı ve beyefendiler akşam yemeğine yetişmek için doğrudan sanatoryuma giderlerken o da Davos Meydanı’ndaki istasyondan gidip Hans Castorp’un ağır bavulunu almaya pek bir istekli göründü. Adam belirgin biçimde topalladığı için Hans Castorp’un Joachim Ziemssen’e sorduğu ilk şey, “Savaşta mı yaralanmış? Bu yüzden mi böyle topallıyor?” oldu. Joachim, canı biraz sıkkın, “Evet. Savaşta. Derdi dizinden. Daha doğrusu dizindendi.

Diz kapağını aldırttı,” dedi. Hans Castorp bunu olabildiğince çabuk geçiştirdi. Başını çevirip arkaya bakarken, “Demek böyle. Senin de hâlâ dertlerin olduğunu söylemeyeceksin, değil mi? Artık kılıç kuşanmaya hak kazanmış ve manevradan yeni dönmüş gibisin,” dedi ve yan gözle kuzenine baktı. Joachim ondan daha uzun boyluydu, omuzları da onunkilerden genişti. Enerjik gençliğin simgesi gibiydi ve sanki üniforma giymek için yaratılmıştı. Sarışın ülkesine aykırı kaçan simsiyah saçları vardı, koyu renk teni de güneşten neredeyse bronzlaşmıştı. İri kara gözleri ve düzgün hatlı dolgun dudaklarının üzerindeki koyu renkli küçük bıyığıyla pekâlâ yakışıklı sayılabilirdi; tabii kepçe kulaklı olmasa. Ömrünün büyük bir bölümünün tek derdi buydu ama şimdi başka dertler de binmişti. Hans Castorp, “Benimle aşağıya döneceksin, değil mi?” diye konuşmasını sürdürdü. “Bir engel olduğunu sanmıyorum.” Kuzeni her zaman yumuşak bakışlı olan ama son beş aydır biraz bıkkın, hatta hüzünlü bir ifadenin çöktüğü iri gözlerini ona çevirerek, “Seninle aşağıya mı?” diye sordu. “Ne demek istiyorsun?” “Yani üç hafta sonra.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir