Thomas S. Kuhn – Kopernik Devrimi

Kopernik Devriminin öyküsü daha önce birçok kez anlatılmıştır; ancak bildiğim kadarıyla, hiçbir zaman tam olarak burada hedeflenen alan ve amaç gözetilerek anlatılmamıştır. Devrimin adı tekil olsa da, olayın kendisi çoğuldu. Özü matematiksel astronomide bir dönüşümdü; ancak kozmoloji, fizik, felsefe ve dindeki kavramsal değişimleri de kuşattı. Devrimin bu yönleri ayrı ayrı defalarca incelenmiştir; bu incelemelerden çıkan sonuçlar olmasaydı, bu kitap yazılamazdı. Devrimin çoğulluğu birincil kaynaklan inceleyerek çalışan tek bir araştırmacının gücünü aşar. Ancak, hem uzmanlaşmış çalışmalar hem de bunları örnek alarak yazılmış giriş çalışmaları Devrimin en temel ve büyüleyici ayırt edici niteliklerinden birini – Devrimin bu çoğulluğundan kaynaklanan bir niteliği – ister istemez gözden kaçırır. Kopernik Devrimi çoğulluğuyla, pek çok farklı alanın kavramlarının, tek bir düşünce dokusunda nasıl ve hangi etkiyle iç içe geçtiğini ortaya çıkarmak için eşi bulunmaz bir fırsat sunmaktadır. Kopernik’in kendisi bir uzman, gezegenlerin konum cetvellerim hesaplamakta kullanılan içrek (ezoterik) teknikleri düzeltmekle uğraşan bir matematikçi astronomdu. Ancak araştırmasının yönünü çoğu kez astronomiye oldukça yabancı olan gelişmeler belirlemiştir. Bunların arasında, taşların düşmesine ilişkin çözümlemelerde ortaçağdaki değişiklikler, Güneş’i Tanrı’nın görüntüsü olarak kabul eden eskiçağ mistik felsefesinin Rönesans’ta yeniden canlanması ve Rönesans insanının yeryüzü ufkunu genişleten Atlantik ötesi deniz yolculukları vardı. Kopernik’in yapıtının yayınlanmasından sonraki dönemde değişik düşünce alanları arasında daha da güçlü akrabalık ilişkileri ortaya çıkmıştır. Kopernik’in De Revolutionibus’u, temelde matematik formüllerinden, cetvellerden ve çizimlerden oluşsa da, yalnızca yeni bir fizik, yeni bir uzay anlayışı ve insanın Tanrı’yla ilişkisinde yeni bir tasavvur yaratabilen insanlar tarafından özümlenebildi. Disiplinlerarası bunlara benzer yaratıcı bağların Kopernik Devriminde pek çok ve çeşitli rolleri olmuştur. Uzmanlaşmış anlatımların amaçları ve yöntemleri, bu bağların doğasını ve insanın bilgisinin gelişimi üzerindeki etkilerini incelemelerine engeldir. Bu nedenle, Kopernik Devriminin bu anlatımı, Devrimin çoğulluğunun önemini sergilemeyi amaçlamaktadır ve bu amaç belki de kitabın getirdiği en önemli yeniliktir. Ancak bu hedefin peşine düşmek ikinci bir yeniliği zorunlu kılmıştır. Bu kitap, “bilim” okurlarını “tarih” ve “felsefe” okurlarından ayıran kurumsallaşmış sınırları sürekli olarak ihlal etmektedir. Bu çalışma kimi zaman, biri bilimle, diğeri ise düşünce tarihiyle ilgili iki kitap gibi görünebilir. Oysa, Kopernik Devriminin çoğul yapısına yaklaşılırken, bilimle düşünce tarihinin bir araya getirilmesi zorunludur. Devrimin merkezi astronomidedir. Devrimin ne doğası ve zamanlaması, ne de nedenleri gezegen astronomlarının araçları olan veriler ve kavramlar iyice kavranmadan anlaşılabilir. Bu nedenle, astronomik gözlemler ve kuramlar, kitabımın ilk iki bölümüne hâkim olan ve kitabın geri kalanı boyunca da tekrarlanan temel “bilimsel” bileşeni oluşturuyor. Ancak, tüm kitap bunlardan oluşmuyor. Gezegen astronomisi hiçbir zaman kendisine ait değişmez kesinlik, yeterlik ve kanıtlama ölçütleri olan, büsbütün bağımsız bir uğraş olmamıştır. Astronomlar başka bilimlerde de eğitim alıyorlardı; çeşitli felsefe ve din dizgelerine de bağlıydılar. Astronomların pek çok astronomi dışı inancı, Kopernik Devriminin önce geciktirilmesinde, daha sonra da şekillendirilmesinde en önemli etkenler olmuştur. Bu astronomi dışı inançlar, ikinci bölümden sonra bilimsel bileşene koşut olan “düşünce tarihi”min bileşenini oluşturur. Kitabın amacı düşünüldüğünde, ikisi de aynı ölçüde temeldir. Öte yandan, bu iki bileşenin gerçekten farklı olduğuna da ikna olmuş değilim. Tek tük bazı monografiler dışında, bilim ve düşünce tarihinin birleştirilmesi alışılmış bir şey değildir. Bu nedenle, ilk bakışta bu tutarsız gibi görünebilir. Oysa, kendi içinde hiçbir uyumsuzluk olamaz. Bilimsel kavramlar fikirdir ve bu sıfatından dolayı da tarihin konularıdır. Çok ender olarak bu biçimde ele alınmışlardır; bunun tek nedeni de pek az tarihçinin bilimsel kaynaklarla ilgilenecek teknik eğitime sahip olmasıdır. Ben kendi adıma, düşünce tarihçilerinin geliştirdiği tekniklerin, bilimin başka hiçbir yoldan elde edemeyeceği bir anlama biçimi sağlayacağından kesinlikle eminim. Hiçbir giriş kitabı bu savı tam anlamıyla gösteremeyecek olsa da elinizdeki kitap en azından bir ön kanıt sunuyor olsa gerek. Gerçekte zaten bir kanıt getirmiştir. Kitap, Harvard Üniversitesi’ndeki genel bilim eğitimi derslerinden birinden, 1949 yılından beri her yıl verilen bir dizi dersten geliştirilmiştir; teknik ve düşünsel-tarihsel malzemenin birleşimi bu uygulamada bütünüyle başarılı olmuştur. Bu genel eğitim dersinin öğrencileri bilim çalışmalarını sürdürmeyi düşünmedikleri için, öğrendikleri teknik olgular ve kuramlar, kendi başlarına yararlı bilgi kırıntıları olarak değil, her şeyden önce paradigma olarak işe yarar. Ayrıca, teknik bilimsel gereçler zorunlu olsalar da bilimin hangi yollarla geliştiğini, otoritesinin doğasını, insan yaşamını hangi biçimde etkilediğini aydınlatacakları tarihsel ya da düşünsel bir çerçeveye yerleştirilene kadar pek işe yaramazlar. Halbuki, Kopernik sistemi ya da herhangi bir bilimsel kuram böyle bir çerçeveye yerleştirildiğinde, bilim topluluğu ya da lisans öğrencilerinden daha geniş bir okur topluluğu için ilgi uyandırıcı ve çekici olur. Kitabı yazmaktaki ilk amacım Harvard’daki ders ve ona benzer dersler için okuma malzemesi sağlamaktıysa da bu bir ders metni değildir ve genel okuyucuya da seslenmektedir. Tavsiyeleri ve eleştirileriyle pek çok arkadaşımın ve meslektaşımın bu kitabın biçimlenmesine yardımı olmuştur; ancak hiçbirinin etkisi Büyükelçi James B. Conant kadar geniş kapsamlı ve anlamlı olmamıştır. Onunla çalışmak beni her şeyden önce, tarih çalışmasının bilimsel araştırmanın yapısına ve işlevine yeni bir anlayış getirebileceğine inandırmıştır. Fikir babası olduğu kişisel Kopernik Devrimi olmasaydı, ne bu kitap, ne de bilim tarihi konusundaki diğer denemelerim yazılmış olacaktı. Bay Conant müsveddeleri de okudu; bunların ilk bölümlerinde onun yapıcı eleştirilerinden pek çok iz vardır. Kitabın çeşitli yerlerinde yararlı önerilerinin sonuçlarını fark edecek olan diğer kişiler arasında Marie Boas, I. B. Cohen, M. P. Gilmore, Roger Hahn, G. J. Holton, E. C. Kemble, P. E. LeCorbeiller, L. K. Nash ve F. G. Watson bulunuyor. Her biri en azından bir bölümü ustalıkla eleştirdi; bazıları elyazmalarının ilk biçimini birkaç kez okudu ve hepsi de hataların, belirsizliklerin önüne geçmekte bana yardımcı oldular. Mason Hammond ve Mortimer Chambers’ın tavsiyeleri, bazı yerlerdeki Latince çevirilerimin başka türlü olamayacakları kadar güvenilir olmalarını sağladı. Arnolfo Ferruolo beni Ficino’nun De Sole’siyle ilk kez tanıştırdı ve Kopernik’in Güneş’e karşı tutumunun, sanatta ve edebiyatta bilimlerdekinden bile daha çarpıcı olan bir Rönesans geleneğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterdi. Şekillerde Bayan Polly Horan’ın becerisi açıkça görülecekse de benim belirsiz yönlendirmelerimi bıkıp usanmadan kolay anlaşılır simgelere dönüştürmekteki sabrı pek fark edilemeyecektir. J. D. Elder ve Harvard Üniversitesi Yayınları çalışanları, ne bilimsel, ne de tarih yayını kurallarına uygun olan elyazması, zahmetlerle dizilirken bana her zaman anlayışla yol gösterdiler. Dizin, W. J. Charles’ın çalışkanlığının ve zekâsının kanıtıdır. Elyazmamın büyük bölümü Harvard Üniversitesi ve John Simon Guggenheim Memorial Vakfı’nın ortak cömertlikleriyle sağladıkları bir yıllık izin döneminde ortaya çıkmıştır. Kaliforniya Üniversitesi’ne de, elyazmasının son biçime kavuşturulmasında ve kitabın basımının aksamadan yürütülmesinde katkıda bulunan küçük bağışları için minnettarım. Eşim kitabın gelişim sürecinde baştan sona etkin bir katılımcı olmuştur; ancak bu eşimin kitaba yaptığı katkıların en önemsizidir. Zihnin yaranları, özellikle de bir başkasınınkiler, ev halkının en haşarı üyeleridir. Onun sürekli hoşgörüsü ve sabrı olmasaydı, bu kitap kesinlikle var olamazdı. T. S. K. Berkeley, Kaliforniya Kasım 1956 Yedinci Baskı için Not. Bu baskıda, daha önceki Harvard baskılarında yanlışlıkla atlanmış bir dizi düzeltme ve metin değişikliği vardır. Bunda ve bundan sonraki basımlarla, daha önce Random House ve Vintage ciltsiz baskılarındaki değişikliklerin tümü ve ciltsiz baskılar hazırlandıktan sonra yapılmış birkaç küçük değişiklik Harvard ciltsiz baskısına da eklenmiştir. Önsöz Demir Perde’nin batısındaki Avrupa’da eğitimdeki yazınsal gelenek egemenliğini hâlâ sürdürmektedir. Eğitimli bir erkek ya da kadın, birkaç dilde ustalık kazanmış ve Avrupa sanatı ve yazın konusunda etkin bilgilerle donanmış bir kişidir. Etkin bilgi derken ne eskiçağ ya da modern dönem klasiklerine bilgince bir hâkimiyetten, ne de biçeme ya da biçime ilişkin duyarlı bir eleştirel yargı gücünden söz ediyorum; aklımdaki daha çok uygun bir toplumsal ortamda kolayca konuşma konusu olabilen bir bilgi. Sınırları özenle çizilmiş bir yazınsal gelenek temeline oturan bir eğitimin açık üstünlükleri vardır: Nüfusun böyle bir eğitim alan % 5’i ya da % 10’u ile diğerleri arasındaki fark, kadınlı erkekli sohbetlerde neredeyse kendiliğinden ortaya çıkar. Sanattan, yazından ve müzikten gerçekten tat alanların rahatlatıcı bir dayanışma duygulan vardır. Kendilerini bu konulara ilişkin bir tartışmaya girmek zorunda hisseden diğerlerininse hareket alanları uygun sınırlar içindedir; okulda sıkıntılara katlanarak edinilmiş bilginin bir bölümünü taze tutmak için öyle fazla bir çaba gerekmez. Bir Avrupa ulusunun kültür geleneğine kabul edilmenin bedeli gençlikte ödenir biter. Kuramsal olarak bu bedel, ders programlan Eski Yunan ile Roma’nın dil ve edebiyatlarına odaklanmış özel okullarda, sekiz ya da dokuz yıllık zorlu bir çalışmadır. Kuramsal olarak diyorum, çünkü uygulamada modern diller üzerine çalışmalar, Yunanca çalışmalarının ve bir ölçüye kadar da Latince bilgisinin yerine geçmiştir. Ancak bu değişiklikler bile, az sayıda insan için, Avrupa dillerine ve yazınına adanmış, uzun yıllar süren bir okul çalışmasının sonucunda edinilen bir eğitim düşüncesini temelden değiştirmemiştir. Bu eğitim biçimine en azından bir yüzyıl boyunca zaman zaman karşı çıkılmıştır. Fizik bilimleri, ders programında daha büyük pay almak için istemlerini dayatmış, bu iddialar da genellikle eski dillerin yerine modern dillerin geçirilmesi talepleriyle birleştirilmiştir. Kalkülüs de içinde olmak üzere kapsamlı bir matematik çalışmasının, öğrenciyi üniversiteye hazırlayan bu özel okulların tüm ders programlarında yer alması uzun zamandır doğal sayıldığından, matematiğin yeri pek tartışma konusu olmamıştır. Birkaç kuşak önce, klasik ders programına kesin bir seçenek olarak, fizik, kimya, matematik ve modern dillere dayanacak bir çalışma programı önerilmişti. Ancak, klasik eğitim taraftarları hâlâ güçlü ve etkilidirler. En azından Almanya’da, bu tartışmanın sonucunda bazı uzlaşmalara varılmış gibi görünüyor. Ancak dil çalışmalarının ne kadar önemli sayıldığını düşünürsek, yazınsal geleneğin hâlâ baskın olduğunu söylemek durumu abartmak sayılmaz. Zamanın çoğunu bilime ayıran okullarda bile bilimsel geleneğin yazınsal geleneğin yerini almış olduğunu söylemek pek doğru olmayacaktır. Daha çok, üniversiteye giren Alman öğrencilerin fizik bilimlerinde farklı düzeylerde önemli bilgiler edinmiş oldukları söylenebilecektir. Ancak, böyle bir bilginin daha sonra bilimsel bir eğilime devam etmeyenlerin tutumlarını etkileyip etkilemediği en azından açık bir sorudur. Öyle görünüyor ki bilimci olmayanların bilimi daha iyi anlamaları için eğitim yöntemlerinde yapılan değişikliklerle ya pek az ilgilenilmekte ya da hiç ilgilenilmemektedir. Aslında, ağırlıklı olarak yazınsal bir eğilim görenlerin bilimi anlamanın bilimcilerden ya da mühendislerden başkası için önemli olup olmadığını sorgulamaları garip sayılmayacaktır. ABD’de, eğitimin temeli olarak Avrupa yazınsal geleneği yaklaşık yüz yıl önce ortadan kalkmış ya da tanınmayacak bir duruma gelmiştir. Ancak bunun yerini fizik bilimleri, matematik ve modern dillere dayanan bir eğitim almamıştır. Bazıları açıkça hiçbir değişiklik olmadığını söyleyecektir. Ancak kim ne derse desin, ulusun kültürel yaşamı için, Anglosakson yazınsal geleneğini olduğu kadar fizik bilimlerini, biyolojiyi, sosyal bilimleri ve değişik kültürlerden sanat formlarının incelenmesini de kapsayacak kadar geniş bir taban sağlamaya yönelik girişimler hep olmuştur. Ulusun gelişen kültürüne gelecekte coşkulu bir katılımcı olacak bir demokrasi yurttaşını yaratmaya yönelik bu tür girişimlerin, Amerika’da kültür ruhunu yaşatmak için yeterince uygun bir ortam yaratıp yaratmadığı sorulabilir. Ancak hiç kimse, bu girişimlerden sorumlu olanların, birkaç istisna dışında, bilimsel geleneğe uygun bir yer bulmaya çabaladıklarını yadsıyamayacaktır. Ancak deneyimler, hemABD’deki hem de Avrupa’daki modern okullarda bilim eğitimini edebiyat, sanat ya da müzik eğitimlerinin dayandığı zemine benzer bir yere oturtmanın ne kadar güç olduğunu göstermiştir. Bir bilimadamı ya da mühendis resme, kitaplara ya da oyunlara ilişkin bir tartışmaya canlı bir biçimde katılabilir; ancak fizik bilimleri konusundaki bir konuşmayı sürdürmek, katılımcıların çoğunluğu bilimadamı ya da mühendis olmadığında gerçekten çok güçtür. (Kolayca konuşabilmenin eğitimin amaçlarından biri olduğunu yadsıyacakların başında gelsem de toplumsal toplantılarda konuşulanlara kulak kabartmak tanı koymak için kabul edilebilir bir yöntem olsa gerek.) Okulda ya da kolejde görülen bilim eğitimi ile yazın eğitiminden öğrencinin aklında aynı tür bilgi kalmadığı çok açıktır. İnsanın gereksinimleri açısından, metal kimyasına ilişkin bilgi ile Shakespeare’in oyunları konusundaki bilgi tümüyle farklı bilgi türleridir. Kuşkusuz, doğa bilimlerinden bir örnek seçmek de zorunlu değildir; önceki tümcedeki “metal kimyası” yerine “Latince dilbilgisi” sözcükleri de kullanılabilirdi. Çok basit olarak ifade edecek olursak, bu farklılık, Shakespeare’in oyunlarının sonu gelmez tartışmalara konu olmuş olmalarından, hâlâ tartışılmalarından, biçem ve karakterleri açısından akla gelebilecek her yönden eleştirilmiş olmalarından ve her zaman kuvvetli hayranlık ya da kınama sözcükleriyle anılacak olmalarından gelir. Ne metallere ya da metal tuzlarının tepkimesine hayranlık duyan vardır, ne de onları kınayan.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir