Tomris Uyar – Bir Uyumsuzun Notlari 2

1975’ten bu yana gündökümü yapıyorum. Ne üzücü ki, gittikçe zorlaşan soluk alma koşullarında, gittikçe çürüyen bir dil ve düşünce ortamında yaşadığımızdan, düşüncelerim de günlerim de pek değişmiyor. (Bkz. 26 Eylül 1986) 1975’ten bu yana genç bir okur kitlesi kazandık. Ola ki onlar, okumadıkları eski gündökümlerindeki bazı görüş ve deneyimlerin bugün yinelenmesinde bir sakınca görmezler. Ama bence yazar “eğitici” değil “yarahcı”dır; olabildiğince yinelemeye gitmez. Elinizdeki kitabı hazırlarken şöyle bir yol izledim: Belli bir günde yazılmış olması gerekmeyen, daha doğru bir deyişle, geçerliliği süren yazıları yalnızca ay ve yıllarıyla belirttim. Bu bütünlüğe girmeyen yazılarıysa eledim; tabii bazı gezi notlarını da. Mozart ve Salieri ile Mırıldandığım Öyküler çevirilerine yazdığım önsözler, !pek ve Bakır’ın son basısına eklediğim sonsöz, bu kitaba pekala girebilirlerdi ama önceden yayımlanmışlardı nasılsa. Yazılı Günler’in yazılabilir yıllara açılmasını ummak çok mu? 1 1985 Tırnaklar Yukarı! 36 Aralık Benim hesabıma göre günün tarihi 36 Aralık 1984, yani yeni bir yıla girdiğim falan yok. Ama başkaları girdiğine göre, bir yeni yıl var, yeni birşeyler yazmak gerekiyor. Umut bezirgânlığı yapmadan umut vermek, derinden sevinme yetisini yitirmeme karşın sevinmek geliyor içimden. Ama önce bir döküm yapmalıyım: geçtiğimiz yılda meslektaşlarım ve ben nerelerde tökezlemişiz… Konuya yazım savurganlığıyla girebiliriz. Geçen yılın dergilerini karıştırırsanız, göreceksiniz kuşkusuz: ne çok tırnak, tire, bar, parantez, italik, ünlem, köşeli parantez vb kullanmışız yazılarımızda. Demek, ya anlattığımızı okura yeterince iletemediği-mizi düşünerek anlamı pekiştirecek sözcüklerin altını çizmeyi seçmişiz ya da okurun altını çizdiğimiz sözcüklerden ve kavramlardan başka bir anlam çıkarmasını sanki göz kırparak rica etmişiz.


Önceleri, tırnak işareti, metne aykırı ya da yadırgı düşen bazı yabancı ama vazgeçilmez sözcükleri bu özellikleriyle vurgulamak, yazıda dil bütünlüğünü korumak adına kullanılıyordu: “hayalperest”, “egzotik” gibi. O dönem tırnaklarının, Türkçenin anlaşılmasına büyük katkıda bulunduğuna inanıyorum; en azından Türkçe düşünmeye alıştırmış, zorlamış bizi o tırnaklar. Sonraki dönemin tırnaklarıysa yeni bir işlev yüklenmeye başlıyor. Yazarlar, egemen ideolojinin bir parçası saydıkları her şeyi -bakıyoruz- tırnak içine alıyorlar: “erkek adam” gibi, “boyalı basın” gibi, “geçiş dönemi” gibi. Böylelikle tırnak, yazarın dünyaya bakışının, siyasal seçmesinin bir göstergesi haline geliyor. Derken bir işaret daha karışıyor işin içine: tırnağın yanısıra bir de ünlem. “Çok ‘muteber’ (!) bir kişidir o” ya da “ünlü ses sanatçısı(!)” örneklerinde gördüğümüz gibi. Yani yazar, okurun kendisiyle bir olup sözkonusu kişilerle alay etmesini istiyor ama okurun zekâsına fazla güvenemediğinden olacak, düşüncelerinin altını çizmeden edemiyor. Yazarın kendi humor anlayışına katılmayan, katılamayan bir okur kitlesine seslenmesinin gülünçlüğü bir yana, artık iyiden iyiye tırnaklı düşünmeye başladık. Yerli yersiz kullanılan tırnak, içdünyamızın karmaşıklığını gösteriyor gibi. Bir anlamda, kendi düşüncelerimize bile yadırgılaştığımızı. Bu konuda rahatça kendimden de örnek gösterebilirdim ama Emre Kongar’ın güzel bir yazısından alıntı yapmayı daha uygun gördüm. (İnanın bana, bir yazıyı hem beğenip hem eleştirebilirsiniz). Yazı, “Türk Kadınının Kültürel ve Toplumsal Gelişimi 1934-1984” başlığını taşıyor (Milliyet Sanat Dergisi, sayı: 110). Bir bölümü şöyle: Bu “yanlışlar geleneği” içinde en az yanlış yapan, çünkü kendisine verilmiş haklar açısından en eylemsiz olan gruplardan biri, belki de birincisi “kadınlarımız” idi.

Kongar’ın düşüncesine katılmamak elde değil de tırnakları kaldırsak ne değişecek? Aynı soru şu paragraf için de geçerli: Şimdi “seçkin”, kültürlü ve “kentli” kadınların “başarılı olanlarını,” bir an için bir yana bırakalım. Dışarda çalışmaya başlayan kadın, artık erkekle benzer sorunlara sahiptir. Bu nedenle daha anlayışlı olur, diyor Kongar. Ve sürdürüyor: Evin içi “cennete” dönmese bile, biraz daha “çekilir” hale gelir. Fakat bunun için de kadının ödediği fatura çok yüklüdür. Hem dışarda “erkek gibi,” hem de içerde “kadın gibi” yani “iki kat” çalışır. Yazarın önceki yazılarını okumuşsanız ne demek istediğini elbette anlarsınız. Ama okumamışsanız, görüşlerini bilmiyorsanız, şu paragrafın anlamı size oldukça bulanık gelecektir: …Şu anda hemen aklıma gelen “saygıdeğer” görev sahibi ve kişilikleri de görevleri kadar “saygıdeğer” olan kadınların isimlerini yazmaya bu derginin tüm sayfaları bile yetmez. Ben, kendi adıma, Emre Kongar’ın “saygıdeğerdi tırnak içine alarak bu kavrama, bu sıfatı yakıştırdığı kişilere dudak büktüğünü hiç sanmıyorum. Ama tırnak’ın oyunları bunlar işte… Ya bar’ın, parantez’in, boyuna çizelge çizmek ve habire alıntı yapmak hastalığının oyunları? Di’li Geçmiş Zaman Ortaokul yıllarında okuduğumuz bir dilbilgisi kitabında şöyle bir örnek vardı, “-di’li geçmiş zaman”m açıklandığı bö-1ümde: “Lambayı söndürdü.” Çalıkuşu – Reşat Nuri Güntekin. Dünyada bir lambayı ilk ve son söndüren Çalıkuşu Feride değilken, hele hele Reşat Nuri’nin böyle bir savı hiç yokken neydi bu işgüzarlığın nedeni? Aradan yıllar geçti. Yetişkinler için yazılmış uzman işi dilbilgisi kitaplarında da buna benzer örneklerle karşılaşınca bu tür örnekleme geleneğinin iyice yerleşmiş olduğunu kavradım. En basit bir kuralı açıklarken bile uzman-eğitici, kendisi bir örnek vermekten, bir tümce kurmaktan kaçınıyor, ünlü yazarların yapıtlarından bölük pörçük tümceler aktarmayı yeğliyor. (Oysa bence bu tür alınhlar, ancak bir yazarın dil-içi dünyasını açığa vurmada ya da yaptığı dil yanlışlarını sergilemede yararlı olabilirdi.

) Yetkeye başvurma, sığınma huyunun en parlak örneklerinden birini bizim evde yaşadım ama. 15 yıl öncenin genç şairlerinden biri, evdeki antika dede-saati pek beğenmişti de duygularını şöyle açıklamışh: “Sözgelimi korkunç bir kış olsa, yakacak hiçbir şey kalmasa, bu eve mahalleli çoluk-çocuklarıyla sığışmak durumunda kalsa, ben yine de yetkililerden izin koparır, gidip kesecek bir ağaç bulurdum. Yani bu saati yakhrmazdırn.” Arkadaşımın kafası o dönemde oldukça karışıktı anlaşılan. Türkiye’de, hele İstanbul’un göbeğinde bir Sibirya kışının kolay kolay yaşanmayacağını, benim, burjuva bir aileden gelsem bile, Doktor Jivago olmadığımı unutmuştu. İnsanların soğuktan sapır sapır titredikleri an gelip çathğında, saati neden -içim yansa da- seve seve kurban edeceğimi bir türlü kavrayamıyordu. Saat uğruna göstereceği özverinin nedenini sorduğumdaysa yanıh hazırdı: “Lenin, her güzelliğin korunması gerektiğini söylerdi.” Lenin’in bu sözü ne zaman, nerede, hangi bağlamda söylediğini sormaktan vazgeçtim, iyi ki söylemiş diye şükretmekten başka elimden birşey gelmedi. Demek bu sözü aramızdan sıradan biri söylese hiçbir önemi yoktu arkadaşın gözünde. -di’li geçmiş bir düşünce tarzını benimsemenin önkoşuluydu bu. Okur ile yazar arasında ta baştanberi, edebiyahn yazıya henüz dökülmediği, anlahcı geleneğinin sürdüğü dönemdenberi yazıya dökülmemiş bir anlaşma vardır. Okur, yazarın söylediklerine genellikle zaten inanır, ancak özel durumlarda, kuşku duyduğunda onu sorgular. Aynı şekilde yazar da, Salinger’ın deyişiyle “şişman kadına yalan söylememelidir,” söylemez. Sokaktaki şişman kadına yalan söylemek, bir yazar için en alçalhcı durumdur. Ama bana kalırsa, daha da alçalhcı bir durum, yazarın, okurun gözünde inandırıcı olmak için harcadığı yapay, zorlama çaba.

Özellikle son birkaç yıl içinde (bu yazıyı deminki hmaklı yazının devamı olarak okuyabilirsiniz) inandırıcı, yaranışlı yazar imgesi, daha bilimsel bir tavırla açığa çıkıyor. Düşünsel yazıların çoğunda yazının boyutlarını kat kat aşan alınhlara, dipnotlara, kaynakçalara rastlıyoruz. Bir kuramcının özgün görüşlerini alınh-lamaya elbette bir diyeceğimiz olamaz da, yapıh Türkçede yayımlanmamış bir düşünürün yapıhnın İngiltere’deki bilmem kaçıncı basısını kanıt niteliğiyle öne sürerken, yazıyı sayfalarca süren age’lerle donatmak, yabancı dil bilmeyen okurun, yazıdan kuşku duyduğunda o özgün metne başvurabileceğini varsaymak, demin sözünü ettiğim örnekleme geleneğinin günümüzdeki en sağlıksız belirtilerinden biri gibi geliyor bana. “Ben kimleri kimleri okudum, bana inanmak zorundasınız,” gibi, “Ben onların yalancısıyım,” gibi bir baskı öğesini de yedeğinde getiriyor bu sö-zümona bilimsel, kılı kırk yarıcı tutum. N’olur, lambayı kim söndürmüşse -di’li geçmiş zamanda, o söndürdü olsun. Biz kendi sözümüzü söyleyelim yeter ki. Şimdiki zamanda. Karga ile Peynir Artık her şeye alıştım, hiçbir şey beni yadırgatamaz, şaşır-tamaz gibisinden bir teslimiyete girseniz bile, her gün yeniden şaşabilme yetisi yakanızı bırakmıyor. Geçenlerde, ülkemize iki yazarın -Arthur Miller ile Harold Pinter’ın- geleceğini okuduk gazetelerde. Durgun edebiyat ortamımızda önemli bir olaydı. Çünkü bu yazarlar, en azından bir bölük Türk yazarının, yapıtlarını okuduğu, oyunlarını Türkçede izlediği yazarlardı. Sözgelimi, sırf Yunanlı oldukları için siyasal açıdan sevmek ya da sevmemek açmazına düştüğümüz adı bilinmedik bir şair ya da Hollanda’ da “yedinci” bizde “birinci” bir dans topluluğunun üyeleri değildiler. (Son yıllarda iyice geliştirdiğimiz bu tür ulusalbakışın ayrı bir yazıya konu olması gerek.) Miller ile Pinter’m PEN Kulüp üyeleri olduğunu biliyorduk. Sanata ve tiyatroya yaklaşımları çok farklı da olsa, önemli bir ortak özellikleri vardı: yapıtlarında, herhangi bir dönemin bir cadı kazanında öğütülüp unufak edilen bireyi işliyorlardı ve ülkelerinin siyasal düzenine uyum göstermiyorlardı.

Buraya neden geldiklerini doğru dürüst öğrenemedim. Hangi yazarlarımızla görüştüklerini, ülkemizin zengin edebiyat geleneği hakkında neler öğrendiklerini, günlerini nasıl doldurduklarını da bilmiyorum. Bu belirsizlik içinde şu karara varmam zor olmadı: herhalde yalnızca “Miller ve Pinter uzmanı” olan edebiyatçılarımız ve sanatçılarımızla görüşecek vakitleri olmuştu. Ve hiç kuşkum yok, ülkemize gelen yabancı yazarları ağırlamakla -sanat anlayışları uysun uymasın- kendilerini yükümlü sayan yazarlarımızca ağırlanmışlardı dolu dolu. Miller ile Pinter, yurtlarına döndüklerinde tam ne söylediler, onu da bilmiyorum, öğrenemedim -masum bir gazete okuruyum ben. Yine de anladığım kadarıyla pek hoş şeyler -ne demekse- söylememişler, bizleri düş kırıklığına uğratmışlar. Büyük gazetelerimizden birinin manşeti şöyle: “Yediler, İçtiler, Zehir Kustular.” Çok şaşırdım. Şöyle bir yorum görseydim oysa, pek yadırgamazdım: “Yapıtlarındaki çağdaş sorumluluk bilinciyle bizleri etkileyen bu iki usta yazar, dört-beş gün içinde, hiç tanımadıkları bir ülkenin iç sorunlarını kavrayabildiklerine nasıl inanmış olabilirler? O ülkeyi gerçekten temsil eden kişilerle görüşmüş olduklarını nasıl öne sürebilirler?” Hadi biraz daha magazinimsi bir yorum yapalım: “Bizi Bizden İyi mi Biliyorlar?” Buraya kadar peki. Ama “Yediler İçtiler” ne demeye geliyor? Kendi ülkelerinde, Harold Pinter’ın Doğum Günü Partisi’ni Miller’ın Köprü’ sünün altında balık-ekmek yiyerek mi kutluyorlardı yani? Yoksa buraya gelmelerinin tek nedeni, bizim geleneksel konukseverliğimizi sömürmek, iyi niyetimizi kötüye kullanmak, milyoner midelerini tıkabasa doldurmak mıydı? Bu manşet ve bu bakış, sağcı ya da solcu, her düşünen insana dehşet vermeli. Çünkü temelinde şöyle bir görüş yatıyor: İnsanlara beslenme karşılığı her şey yaptırılabilir. Aydınlar, sanatçılar beslenirlerse, bizim istediğimiz doğrultuda görüş bildirmek zorundadırlar, kendilerine özgü bir görüşleri -doğru ya da yanlış- olamaz. Daha da dehşet verici olan, iki sanatçının görüşlerinin kendi toplumlarının kamuoyunda bunca etkili olması mı acaba? Biz, sanatçıyı nankör bir karga gibi görmeye alışmışız, doyduktan sonra çıkardığı aykırı gakgak seslerinin kimseyi ilgilendirmediğine de inanmışız. Olaydan şöyle bir ders çıkarmak olası: Besleme kargayı oymasın gözünü. Ben de sözgelimi ABD’ de beslenseydim, iyice doyduktan sonra ülkeme geldiğimde, ABD’de göstermelik bir demokrasinin işlediğini, insanların dış dünyadan haber alma temel haklarının alabildiğine kısıtlı olduğunu ileri sürseydim Pinter ile Miller olmazdı gözümü oyan.

Bu yazıhnn yazıldığı dönemde sağcı kesim ne yapıyordu diye merak ediyorsanız 1984 tarihli şu iki yazıyı lütfen okuyun: Allah Kurtarsın, Ama Kimi? Edebiyahmızda cezaevi anıları baştan beri apayrı, önemli bir yer tutar. Nerdeyse bir edebiyat dalı oluşturur başlıbaşına; okurlar ve yazarlar arasında bu dalın tiryakileri bile var. Kimbi-lir, belki de cezaevi anılarında belli bir biçeme, bir kurguya varma kaygısının gerekli sayılmaması, yazılanları daha içten, daha dolambaçsız, hatta daha dobra gösteriyordur. Okur, pek tanımadığı, merak ettiği bir dünyayla oradaki ilginç tipleri, bir süre o dünyada yaşayan birinin kaleminden okumayı ilk elden bilgi almak gibi düşünüyordur. Hapishaneye düşmemiş yazarları küçümseyen, onlara kuşkuyla bakan, hapishaneye düşen edebiyatçılara düşmemişler önünde on adımlık öncelik tanıyan bir toplumda, bu tür anıların uyandırdığı ilgiye şaşmamak gerek. Nasılsa yazarın hapse düşmesi, yazarlıkta doktora tezini verdiğinin kanıhdır. Ne var ki ülkemizde bu tür anılar, çoğu kere kendi başından geçenleri aktarma, ilginç tipler çizme düzeyinde kalıyor. Cezaevinin, toplumun küçük bir modeli olduğu, orada, bütün topluma yayılabilecek gerçeklerin daha keskin, daha dolaysız çizgilerle saptanabileceği, kısaca bir tek cezaevi deneyiminden çıkarak bütün bir dış dünyaya ilişkin gözlemlerin yapılabileceği, bu yazarların pek umurunda değil. İlginçliklere ilginçlik katarak çalışıyorlar, sağolsunlar. Ama neden Hapishane Mektupları türü yaygınlaşmamış ülkemizde? Gramsci, Luxemburg, Fucik gibi parlak yazarların başlattığı bu gelenek, bizde pek tutmamış. O yazarlar, yalnızca küçük ayrıntılar veriyorlar cezaevindeki yaşamdan; küçücük, ince ayrıntılar aracılığıyla insan gerçeğini yakalamaya, zenginleştirmeye çalışıyorlar. Cezaevine düşmeden önceki siyasal inançlarının ya da dünya görüşlerinin cezaevinde ne gibi bir evrimden geçtiğini adım adım izleyebiliyorsunuz yazdıklarında. Duygusallığa yüz vermeyen serin bir mantık. Nazlı Ilıcak’ın Allah Kurtarsın adlı kitabını görünce doğrusu onun kişiliğinin de cezaevinde – ne de olsa- bir evrim geçireceğini ummuştum. Bazı gerçekleri çok yakından gözlemlemek olanağı (bir şeyleri yitirmek pahasına) geçmişti eline.

Ama kitabın sunu yazısını görünce kişioğlunun değişmemekteki direncine hayran oldum. Kitabın armağan edildiği binlerce kader kurbanından biri de Sema. Sema’nın ağzından dinliyoruz: “Kocamın kasap dükkânının ismi Bozkurt’tu. Ağabeylerim de ülkücüydü. Bu yüzden solcular, banafaşist diye sataşıyorlardı. (…) Koğuşa girince onlara hitaben, ağır cümleler sar/ettim. Biri suratıma terlik attı. Terliği aynen iade ettim. Ranzanın üstündeydim. Kızlardan biri tırmanıp bana saldırmak istedi. Saçına yapıştım, bacağımın arasına sıkıştırdım. Nazlı abla, kavgada saçı ele vermeyeceksin. Ben iyi dövüşürüm, çünkü önce saçına yapışırım, arkadan midesine tekme sallarım.” Bu masum ve faziletli genç kız, yazarımızı oldukça etkilemiş. “Gazeteciliğine mi güveniyorsun?” diyen bir mahkûma da yazarın yanıtı şöyle: “Tabii, hem gazeteciliğime, hem de dürüstlüğüme güveniyorum.

Senin gibi hırsızlıktan yatmıyorum. Ağzını derhal kapatmazsan seni burada süründürürüm.” Eyvah! Geçen yıl yiğitliğiyle solcuların gönlünde bile yer kapan yazarımızın (elbet Metin Toker’in yamsıra) belli ki güvendiği birşeyler var. Walkmen’i, teypi, şampuanı, hele hele saç kurutma makinesini sokmakta güçlük çektiği ve bu yüzden için için ağladığı koğuşta şöyle düşünüyor: “Halbuki Sağmalcılar’a gelmeden önce neler söylenmişti. Kalacağım odayı beyaza boyuyorlardı. Her konfor tamamdı, bir tek perde eksikti, onu da biz diktirecektik.” Video teyp, teypli radyo falan sonra gelecekmiş. Ayrıca, yazarımızın her nasılsa cezaevine sokmayı başardığı fotoğraf makinesi de çeşitli aramalara karşın bir türlü bulunamıyor (bir fotoğrafta, didik didik edilmiş odayı görüyoruz). Kitapçıkta cezaevi kuralları, kavgaları, küfürleri ve manileri üstüne bol bol malzeme var. İki üç paragrafta bir “si…tiğimin” sözcüğü geçiyor. Eh, cezaevi ne de olsa değiştiriyor kişiyi, halkla bütünleştiriyor. Ceza süresi kısacık, özel uygulamalı da olsa. Zaten yazarımızın amacı da bu bütünleşme. Mahkûmların yazdığı bütün nameleri, çoğu kere arabesk şarkı güftelerini yaya bırakan içli şiirleri “güzel” buluyor, BULVAR (evet, büyük harflerle) gazetesinde yayımlıyor. “Siyasi” kızlara ağır bildiriler döşenip onları yola getiriyor, güzellik yarışmaları düzenleyip jüri oluyor, noel şenliklerinde başı çekiyor.

Yazılarıyla olduğu kadar, cezaevindekilerle sağladığı bu eşsiz uyumla da yol gösteriyor kader kurbanlarına. Kitabın son sayfasında (nedense oldukça erotik) bir fotoğrafı var. Noel şenliğinde çekilmiş. Nazlı Ilıcak’ın kitabını elime aldığımda tabii ki Sevgi Soy-sal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu türünden, edebiyat sınırları içinde kalan bir anlah okuyacağımı sanmıyordum. Ilıcak’ın savı da bu değildi zaten. O gazeteciydi, en ünlü işadamlarımızın bile dangul dungul bir lehçeyle konuşmaya özen gösterdiği bir dönemde gazetecilik görevini yerine getirmek (hem de sıkıyönetim engellerine meydan okuyarak) ve düşkünlerin yüreklerine gazetesi aracılığıyla bir umut ışığı saçmak zorundaydı “Gönül Abla” kimliğiyle. Anlaşılan, bu görevi eksiksiz biçimde yerine getirmiş. Yani ona bir diyeceğimiz olamaz. Yine de kafamı kurcalayan bir soru var: Yiğitlik anlayışımız ne gibi köklerden serpiliyor? Med, Mizancı Murad’a Karşı Çıkardığı dergiden ötürü Mizancı diye anılan Mehmed Mu-rad’ın oldukça zigzaglı bir ömür çizgisi var. Tıflis’te doğmuş (1853), yüksek öğrenimini Rusya’da yapmış. Yurda geldiğinde, Düyunu Umumiye Komiserliği, Mülkiye’de tarih öğretmenliği gibi önemli görevlerde bulunmuş. “Hürriyet fikirlerinden ötürü görevden atılmış. Abdülhamid Il’nin istibdadından Mısır’a kaçtıktan bir süre sonra Paris’te yayımlamış dergisini. Derken İttihat ve Terakki’nin Cenevre kolu lideri olmuş. Saray’la anlaşıp yine yurda döndüğünde bu kere Devlet Şurası üyeliğine atanmış.

Sonraları günlük gazete olarak yayımladığı Mizan’da 31 Mart olayını savunduğu gerekçesiyle Rodos’a sürülmüş. Yurda son bir kere daha döndükten sonra 1914’te ölmüş. “İyi ki Birinci Dünya Savaşı’m yaşayıp bir zigzag daha çizmeye vakti olmamış,” diyesim geliyor ama sağ ve sol kesimden rastgele seçeceğimiz bazı aydınların ömür çizgilerini ve yalpalamalarını düşündükçe dilimi tutuyorum. Mehmed Murad, piyasayı saran kötü, ahlaksız edebiyat örneklerine karşı örnek bir “milli roman”yazmaya karar vermiş o dönemde. Romanın adı: Turfanda mı Yoksa Turfa mı? Otobiyografik bir roman ama başkişisi Mansur Bey, nedense yazarı gibi bocalamadan ilerliyor seçtiği yolda. İslam ahlakına düşkün, halife padişahlara sonuna kadar bağlı, İslamiyetin yaygınlaşması ve İslam bilincinin yerleşmesi için sabahlara kadar kafa yoran bir aydın. Her kurumuyla ahlaki bir çöküntüye uğramış İstanbul’da birtakım değerleri sonuna kadar, ödün vermeksizin savunan bir idealist. Romanın, MED yayınlarınca Mansur Bey adı altında ikinci basımı 1979’da yapılmış. Açıklayıcı notlarla sadeleştiren: M. Ertuğrul Düzdağ (M.E.D. mi?). Romanın kapağı Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Malkoçoğlu’sunu anımsatıyor. O kadarla kalsa neyse.

Fesli askerler, ay yıldızlı Türk bayrağıyla bir cihada koşuyorlar besbelli. Romanın arka kapağındaki tanıtım yazısında şöyle deniliyor: “Yazar, dine bağlılık, devlete sadakat ve hizmet, temiz kalplilik ve iffetle süslü bir gençliğin örneklerini göstermektedir. (…) Yayınevimiz yayınladığı ve yayınlayacağı bütün eserlerde İslâm fikrine ve Müslümanlara faydalı olmayı hedef almış bulunuyor. (…) Bu kitabı on beş yaşından yukarı bütün Müslümanlara -zevkli ve faydalı bir eser olarak- takdim ve tavsiye etmekteyiz.” Doğruyu söylemek gerekirse şimdiye kadar “dipnot”u, okurun yazarı anlaması adına verilen birtakım aydınlatıcı bilgiler olarak düşünmüştüm. Hele böyle eski bir mekânda, geçmiş bir dönemde geçen, bugünkü yaşam koşullarıyla pek bağdaşmayan görenekleri işleyen bir romanda dipnotun gerçekten önemli bir işlev üstleneceği belliydi. Yanılmışım. MED, çoğu kere bilgi vermekle yetinmiyor, romanın yazarına eleştiriler yağdırarak romanın aslında nasıl olması gerektiğini belirtiyor. Yazarın bazı gözlemlerini yersiz, bazılarını İslam ahlak ve göreneklerine aykırı buluyor, bazılarını onun “dalgınlığına” yoruyor; hemen kaleme sarılıp düzeltiyor. Örneklerden bir örnek: Amcasının evinde “iffetli” bir yaşam sürdüren, çevresindeki yozlaşmaya dehşetle bakan Zehra’nın evlilik konusundaki kaygıları şöyle: ”Kadın evin döşemesi, süsü olan şeylerden biri mi? Yoksa aile ve cemiyetin mühim ve lüzumlu bir uzvu mu? Tahsil olunan ilimler bir işe yaramadıktan sonra tahsilin ne lüzum vefaydası var? Bir kadının bilgileri yalnız kocasının zevk ve hoşnutluğunu artırmaya mahsus kalacaksa, yine “kadın” demek, erkeklerin ihtiyaç ve lüzumlu şeylerini tamamlayacak “ev eşyası”ndan biri demek değil mi?” Bu bölümün dipnotunun bir kısmı da şöyle: “Kadının cemiyeti ailesidir. Ailesine hakkıyla hizmet eden bir hanımın, kadınların en şereflisi olduğunda şüphe yoktur. lyi bir zevce ve anne olmak, iş olarak da zevce olarak da normal bir kadına yeter. (…) Aile hizmetleri, din bilgisi ve olgun mütevazi bir şahsiyet için gerekli bilgilerin dışında yapılacak tahsil, kadın için ağır bir zahmettir. Üstelik tabii vazifelerini yapmasına mani olur ve his dengesini sarsar.” Zehra, ilerde Mansur’la evlenerek ilerki kuşaklar için örnek bir çiftin oluşmasına hizmet edecektir.

Kocasını düşünce alanında da destekleyecek, onun kooperatif, örnek çiftlik kurma ve Müslüman çocuklarını yetiştirecek bir okul açma girişimlerine yardımcı olacakhr: “Zehra ondört yaşında iken hocası ilim ve. fende ders vermekten aciz kalınca dersleri el işleri ile musikiye hasretmişti. O da Zehra’nın el işlerine merakı olduğundan değil, Madam’ın kızını, hanesini sevdiğinden, vaktini orada rahat geçirdiğindendi. Zehra’nın piyanoda fevkalâde mahareti vardı, sesi de güzel ve terbiyeli idi.” (s. 52) Dipnotuna bakıyoruz: “Müslüman hanımlara örnek bir tip olarak ortaya konduğu muhakkak olan Zehra’da, bu nazarla baktığımız takdirde bazı kusurlar bulunduğunu görmekteyiz. Bunlardan bazılarında, onun mütevazi bir Müslüman evin kızı olmayıp zengin bir konağın ev işleri yapmaya mecbur olmayan kızı bulunmasının da tesiri olsa gerektir. Tahsili meselesinde de, Müslüman bir hanım için hiç de lüzumlu olmayan hatta zararlı olan bazı şeylerle meşgul olduğunu görmekteyiz. Bir Fransız madamdan ders almayı kabul etmesi de bizce yanlıştır. Çünkü babası, bir istilâcı düşmanla savaşırken ölmüştü. Bize tanıtılan Zehra’nın bir Fransız madamından ve kızından hoşlanması, onların evine gitmesi ve piyano çalıp Fransızca parçalar söylemesi, daha doğrusu yazarımızın ona bunları yaphrması (altını ben çizdim T.U.) yanlış olmuştur kanaatindeyiz.” Dipnotçunun Mansur’a da itirazları var:

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir