“Uluslararası İlişkiler” alanında çalışan düşünce kuruluşları, araştırma merkezleri ve üniversiteler, bu arada NATO, belirli aralıklarla dünyamızın kriz potansiyeli taşıyan sorunlarının listelerini yaparlar. Listelerde yer alan sorunların sayısı, listeyi yapan kuruluşlara ve listelerin hazırlandığı yıllara göre değişse de, genelde 20-25 kadardır. 1990’lı yılların ortalarından bu yana kriz listelerini izlemeye çalışıyorum. Dünyadaki hiçbir ülke, listelenen sorunlara Türkiye kadar yakın olamaz. Saptanan sorunların kabaca üçte ikisi, doğrudan ya da dolaylı olarak, Türkiye’yi ilgilendiriyor. Kısaca anımsayalım: Kıbrıs, Ege, Boğazlar, sınıraşan sular… PKK terörü, sınırötesi operasyonlar ve Kürt Sorunu… Ermeni Sorunu ve “soykırım” iddiaları… İsrail-Filistin çatışması, Irak’ın parçalanması ve Arap Baharı kapsamında Ortadoğu’daki diğer sorunlar… Afganistan, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da biri bitmeden diğeri başlayan sorunlar… Bu sorunların tümü, Türkiye’nin de gündeminde ilk sıralarda. Hiç kuşkusuz, bütün bu sorunlar Türkiye’nin dış ilişkilerini etkilemektedir. International Herald Tribune gazetesinin deyişiyle, bu sorunların gölgesinde “Türk dış politikası 360 derecelik bir kâbusa” dönüşebilmektedir. Ne var ki, Türkiye bütünüyle çaresiz değildir. Jeopolitik konumu bağlamında dünyanın en değerli arazisi üzerine kuruludur. Karşı karşıya olduğu sorunları kendisi için fırsata dönüştürebilir. Bölgesinden aldığı güçle, ulusal çıkarlarının ön planda olduğu etkin bir dünya oyuncusu rolü oynayabilir… Buna cüret etmesi, çok daha önemlisi bilgili ve öngörülü olması gerekir. O halde, biz Türkler bu anlamda ne kadar bilgili, dolayısıyla ne kadar öngörülüyüz? Sorunlarımızı aşmak ve etkin bir dünya oyuncusu rolünü doğru oynayabilmek için yeterli bilgiye, gerekli öngörüye sahip miyiz? “Uluslararası Kriz Diplomasisi” derslerimde bu soruyu öğrencilerimle paylaşıyorum. Karşı karşıya olduğumuz sorunları derste sıralıyor ve öğrencilerime soruyorum: “Türkiye’yi suçlayan ve dışlayan görüşlerin sahiplerine karşı, bu sorunları aranızdan kimler tartışabilir?” Özellikle “Ermeni Soykırımı” iddiaları ve Kıbrıs Sorunu konusunda çok sayıda el kalkıyor, ancak sorunları biraz irdeleyince sıkıntı çıkıyor. Bilgiyle beslenmeyen düşünceler belki hoş, ancak içi boş “vatan-millet” tepkisi olmaktan öteye gitmiyor. Bu alanda ciddi bir ulusal bilinç eksikliği yaşadığımızı kabul etmek zorundayız. Derslerde öğrencilerimde gördüğüm bu gibi eksiklikleri, 1990’lı ve 2000’li yıllarda uluslararası parlamentolarda görev yaparken ben de yaşadım. Türkiye’nin kendisini hem “Ermeni Soykırımı” iddiaları konusunda, hem de Kıbrıs, Ege, Güneydoğu ya da Kürt Sorunu gibi konularda doğru dürüst anlatamadığına tanık oldum. Özellikle “Ermeni Soykırımı” iddiaları söz konusu olduğunda bütünüyle yetersiz kaldığımızı gözlemledim. Kendi payıma, Mülkiye’de Uluslararası İlişkiler öğrenimi görmüştüm. Gazetecilik yaparken de, bu konuda onlarca yazı yazmış, onlarca ilgili haberin de editörlüğünü yapmıştım. “Epey bilgili olduğumu” varsayıyordum. Ancak, uluslararası parlamentolarda ne kendi bilgim, ne de Dışişleri Bakanlığı’ndan sağlanan destek bana yetiyordu. Kimseyi, hemen hiçbir konuda Türkiye’nin de haklı ve meşru gerekçeleri olabileceğine ikna edemiyordum. Bu yüzden, Türkiye’nin sorunlarını ders çalışır gibi yeniden araştırmaya başladım. 1990’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’nin haklılıklarını anlatırken kendimi dinletebiliyordum. 2000’li yıllara girerken, önlerine gelen her konuda Türkiye’yi acımasızca eleştirenlerin ezberlerini bozabiliyordum. Çarpıttıkları gerçekleri, uyguladıkları çifte standartları yüzlerine vurabiliyordum. Gelin görün ki bu durum, özellikle “Ermeni Soykırımı” iddiaları bağlamında, deyim yerindeyse, bir tür ağız dalaşı üstünlüğüydü. Tarihi ve hukuki gerçeklerle pekiştirilmeli, belgelerle desteklenmeliydi. Elinizdeki kitap, böyle bir hedef güden çalışmanın ürünüdür. Öncelikle, Ermeni Sorunu’yla ilgili bilgi eksikliğimizi gidermeyi amaçlıyor. “Ermeni Soykırımı” tartışmalarını önyargılardan arındırıp tarihi ve hukuki gerçekler temeline oturtmayı, böylece kısır bir “nefret atışması” olmaktan çıkartmayı umuyor. Bu amaç ve umutla, Mart-Mayıs 2010 döneminde, Dr. Serdar Palabıyık ile kapsamlı söyleşiler yaptık. Bu arada çok sayıda belgeyi birlikte yeniden taradık. Serdar Palabıyık, titiz çalışmasıyla, konuyu detaylandıran bilgi kutucukları ve tablolar hazırladı. Söyleşimizi sabırla kayıt altına alan, soruları ve notlarıyla yeri geldiğinde şeytanın avukatlığından kaçınmayan Okay Bensoy, deşifreleri üstlendi, yayın sürecini yönetti. Mart 2010’da başlayan çalışmalarımız, güncelleştirmeler devreye girince Ağustos 2011’e kadar uzadı. Sonuçta, “Türkiye halkı, ülkesi ve ulusuyla ‘soykırımcı’ olarak tanımlanmayı hak ediyor mu? Böylesi bir tanımlama, tarihi ve hukuki gerçeklerle uyuşuyor mu?” sorularının yanıtını verdiğimize, yeni çözüm önerileri getirdiğimize inanıyorum. Bu kitapla, “soykırım”a sadece “hayır” deyip konuyu tartışmaktan uzak durmadık; aksine, karşılıklı önyargıların ve nefret duygularının ötesinde, tarihi gerçeklik ve hukuki belgesellik boyutunu öne çıkarmaya çalıştık. Şöyle ki; Türkiye, “soykırım” suçlamalarını, bugüne kadar “tencere dibin kara, seninki benden kara” edebiyatıyla karşılamaya çalışmış. Kaç Ermeni’nin öldüğünü, bu arada yaşamını yitiren Türk ve Müslümanların sayısını tart(ış)mış… Türkiye’nin bu anlamsız ve kısır tartışmayı bırakması gerekiyor. Bence, Türkiye’nin tartışması gereken üç temel konu var. Uluslararası parlamentolardaki deneyimim, ayrıntılarını ilerleyen sayfalarda bulabileceğiniz şu üç temel konunun hem tarihsel hem de hukuksal olarak “Ermeni Soykırımı” ezberini bozacağı yolunda: Birinci nokta, “soykırım suçu”nun hukuki çerçevesiyle ilgili. “Soykırım suçu”nun hukuki çerçevesini belirleyen 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Sözleşmesi’ne göre; bu suçun tüzel kişilere değil, gerçek kişilere yöneltilmesi gerekiyor. Bu hukuki gerçekliğe karşın, “Ermeni Soykırımı” suçlamaları –genelde- ülkesi ve ulusuyla Türkiye’ye yöneltiliyor. Dolayısıyla, bir tür “nefret söylemi-hate speech” suçuna dönüşmüş bulunuyor. “Belli bir gruba karşı düşmanlık duygularını tetikleyen önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanılması” biçiminde tanımlayabileceğimiz nefret söylemi, bu bağlamda, Türkiye’ye karşı düşmanlık duygularını tetikliyor. Türkiye, bu hukukdışı ve ırkçı söyleme son verilmesini, “soykırım” iddialarını tartışmanın önkoşulu yapmalıdır. Burada, “soykırım” iddialarının Türkiye’ye karşı bir tür nefret söylemine dönüşmesinin zamanlamasının ve nedenlerinin de irdelenmesi gerekiyor… “Ermeni Soykırımı” iddiaları, 1990’lı yıllarda, Sovyet sisteminin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Samuel Huntington’ın din farklarını ön plana çıkarttığı “Uygarlıklar Çatışması” temelinde biçimlenen “Yeni Dünya Düzeni” ile bütünleşmiş, uluslararası bir boyut kazanmıştır. Ötesinde, geçmişe ait bir hesaplaşma olmaktan çıkıp güncel politikaya dönüşmüştür. İkinci nokta, “soykırım”ın varlığı ya da yokluğuna karar verecek yetkili merciin kim olduğuyla ilgilidir… BM Soykırım Sözleşmesi, “soykırım suçu”nun varlığı ya da yokluğu konusundaki yetkili mercii “yargı organları” olarak belirlemiştir. Hangi yargı organı ya da organlarının yetkili olduğu da sözleşmede açıklanmıştır. Bu bağlamda, unuttuğumuz, bize unutturulmak istenen gerçek, I. Dünya Savaşı sonrasında çok sayıda İttihat ve Terakki Partisi yöneticisinin “Ermenilerin toplu katliamı” suçlamasıyla üç yıla yakın süre Malta’da tutulmuş ve Sevrés Antlaşması hükümleri uyarınca “soruşturma” kapsamına alınmış olmalarıdır. Ancak, soruşturmayı yürüten Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, işgal altındaki Osmanlı arşivinin yanında, İngiltere ve Amerika’da da bu kişiler aleyhine “hukuki geçerliliği olan” hiçbir “katliam/kırım” kanıtı bulamamıştır. Bu nedenle “kovuşturmaya yer olmadığı” hükmüne vararak serbest bırakılmalarını sağlamıştır. Yahudi Soykırımı yargılamasının yapıldığı Nürnberg Mahkemesi ile aynı koşullarda çalıştığını belgelediğimiz Malta’daki bu yargılama sürecinin, “Ermeni Soykırımı” iddialarını kökten çürüten hukuki sonuçlarını Türkiye’nin anımsaması ve sahiplenmesi kaçınılmazdır. Üçüncü nokta, “soykırım” iddialarının temel dayanağı olarak son zamanlarda sunulan “tehcir uygulaması” ile ilgilidir… Tehcir, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmelerinin, 1977 tarihli Ek 2 Protokolü uyarınca “askeri gereklilik” kapsamında değerlendirilmeye açıktır. I. Dünya Savaşı koşullarında Osmanlı Ermenilerinin silahlı isyanı ve Osmanlı topraklarını işgal eden Çarlık Rusyası’nın yanında savaşa katılması, tehcir uygulamasının “askeri gereklilik” bağlamında değerlendirilmesini haklı kılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, Yahudi Soykırımı gerçekliğinde Alman Yahudilerinin Almanya’ya karşı ne silahlı bir direnişi söz konusudur, ne de bu Yahudilerin Almanya’nın savaş halinde olduğu ülkelerle silahlı bir işbirliği… Dolayısıyla, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Yahudilere uygulanan soykırım ile I. Dünya Savaşı günlerinde Ermenilerin maruz kaldıkları iddia edilen olaylar arasında, “soykırım” bağlamında, herhangi bir paralellik kurulamaz. Ünlü tarihçi Bernard Lewis, “Ermeni Soykırımı” iddialarını bu nedenle yadsırken, I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında yaşananları bir “savaş trajedisi” olarak tanımlamıştır. Sürekli “soykırımcı” olmakla damgalanmak istenen Türkiye halkına yapılan haksızlığı sergileyen ve çözümler öneren bu kitap için, uluslararası alanda Ermeni terör örgütlerinin canlı hedefi olan diplomatlarımıza, önerileri için Mustafa Arslan’a, Ersan Barkın’a ve eşim Nazime Gürkan’a teşekkür borçluyum. Okuldaşım, dostum diplomatlarımızın acısı, Nazime’min sabrı olmasaydı bu çalışma sözde kalır, unutulur giderdi. Kasım 2011 – Ankara Karşılıklı Soykırım Israrı, Diyaloğu Başlamadan Bitiriyor… Serdar Palabıyık : Yıllarca basın, parlamento, diplomasi ve akademi koridorlarında Türkiye-Ermenistan ilişkileri üzerine yürütülen tartışmalara tanıklık ettiniz. Araştırmalarınız ve anılarınız, Türk-Ermeni ilişkilerini hayatınızın adeta bir parçası haline getirdi. Konuyla ilgili bilgi, belge ve anılarınızın oldukça kapsamlı olduğunu biliyoruz. O halde, genel bir giriş yaparak konuyu tartışalım ve bir temel oturtmak adına şu soruları yöneltelim: Ermeni Sorunu, araştırmalarınızı ve tanıklıklarınızı birlikte değerlendirdiğimizde, sizce hangi temel başlıklar altında incelenebilir? Soykırım iddialarını geliştiren çevrelerin ve buna itiraz edenlerin iddiaları –her iki grubun kendi içlerinde ayrışan tezleri olsa da- çatışmacı dilden uzak bir biçimde, diyalog zemininde nasıl yanıtlanabilir? Ermeni Sorunu konusunda basmakalıp iddiaların ötesine geçilerek “soykırım yoktur” tezi hangi somut argümanlarla savunulabilir? Uluç Gürkan : Öncelikle bu karşılıklı iddiaları önyargılarımızdan arındırmak, Türkiye’ye karşı önyargıların Batı’da bir tür “nefret söylemi-hate speech” olarak kullanılmasını önlemek gerekiyor. Burada, iddiaların bir tür “ölüm muhasebesi” olmaktan çıkarılması özellikle önem taşıyor. Ayrıca soykırım suçunun hukuksal, tarihsel bağlamını iyi kavramalıyız. Zira bir soykırım tartışmasını yürütürken hukuksal, tarihsel zeminin üstünü kapatmak ve soykırım suçunun failini hukuken “gerçek kişiler”de değil, bir topluluk, halk, ulus ya da devlette aramaya kalkışmak, “soykırım suçlaması” adı altında o topluluğa yönelebilecek an ağır suçlardan biri olan “nefret söylemi” suçunu işlemeye davetiye çıkartmaktır. Soykırım tartışmasında kişileri yani somut bireyleri değil, devletleri ya da halkları – dolaylı ya da doğrudan- fail olarak göstermek, en az soykırım suçu kadar yaralayıcı ve toplumlar arasındaki diyalog bağını koparabilecek bir girişimdir. Diğer yandan, Ermeni Sorunu, Türkiye’yi her geçen gün biraz daha fazla zorluyor. Ermeni tarafının “soykırım” iddiaları, Türkiye’nin sadece Ermenistan ile olan ilişkilerini değil, aynı zamanda ABD ve AB ile olan ilişkilerini de tehdit ediyor. Sorunu çözmek, olmadı yumuşatmak amacıyla, Türkiye bir süre önce Ermenistan ile ilişkilerini düzeltmeyi denemişti. Başta ABD olmak üzere, dünyanın lider ülkelerinin dışişleri bakanlarının önünde Türkiye-Ermenistan Protokolü’nü imzalamıştı. “Soykırım” iddialarına kulaklarını tıkamış, Ermenistan ile olan sınır kapısını açmayı, ekonomik ilişkilerini de karşılıklı ticaret temelinde geliştirmeyi kabullenmişti. Ancak, olaylar istendiği gibi gelişmedi. Ermeni tarafının “soykırım” dayatması aşılamadı… Ermenistan Anayasa Mahkemesi, Türkiye ile Ermenistan arasındaki Protokolü onaylarken, protokolün “Ermenistan Anayasası’nın giriş bölümüne ve Bağımsızlık Bildirisi’nin 11. maddesine aykırı olarak yorumlanamayacağına ve uygulanamayacağına” hükmetti. Açık anlatımıyla, protokolün yürürlüğe girmesini “Ermeni Soykırımı” iddialarının kabullenilmesi şartına bağladı… Ermenistan Bağımsızlık Bildirisi’nin 11. maddesinde, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’ne atıfla, “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi’nde ve Batı Ermenistan’daki 1915 Soykırımı’nın uluslararası tanınmasını görevi bilir” deniyor. Ermenistan Anayasası’nın ‘Giriş’ bölümünde de “Ermenistan Bağımsızlık Bildirisi’nde kayıtlı ulusal hedeflerin Ermeni Devleti’nin temel ilkeleri olduğu” vurgulanıyor. Ermeni tarafının tutumu çok açık… Koşullar ne olursa olsun Türkiye ile ilişkilerini öncelikle “soykırım” iddialarıyla bütünleştiriyor. Bu da ister istemez sorunu kilitliyor… Bu kilit açılmadıkça iki ülke arasındaki ilişkilerde hiçbir olumlu adım atılamaz. Serdar Palabıyık : Devletler ve toplumlar arasındaki ilişkileri kilitleyen bu sorunun temellerini nerede görüyorsunuz? Sorunu nasıl aşabiliriz? Uluç Gürkan : Kilidin açılması, soykırım iddialarının aşılmasına bağlı. Hiç kuşkusuz, bu iş kolay olmayacaktır… Ermeniler, 20. yüzyılın ilk “soykırım kurbanları” olduklarını iddia ediyorlar. Yıllardır bunu tartışıyoruz. Keloğlan masallarının girişindeki sözlerle, tartışmada “dere tepe düz gitmiş” olsak da, “bir arpa boyu ilerlediğimiz” söylenemez… Hâlâ en baştaki “soykırım oldu mu, olmadı mı?” noktasında yerimizde sayıyoruz… Ermeniler, I. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Anadolu’da mağdur olduklarını; yerlerinden, yurtlarından sürüldüklerini; kitlesel olarak öldürüldüklerini iddia ediyorlar. Bunun da “soykırım” olarak tanımlanmasını istiyorlar. Ne var ki, iddialarını “kanıt” değeri taşıyan tarihi ve hukuki gerçeklere dayandıramıyorlar. Bu konuda elleri fazla güçlü değil. Hatta dünya kamuoyunu ikna etmek için kullandıkları belgelerin çarpıtılması gibi açıkları da var… Örneğin, bir tarihte dört elle sarıldıkları Andonian Belgeleri ile Hitler’in “kim hatırlıyor Ermeni soykırımını” diyerek Polonya saldırısını başlattığı iddialarının “sahte olarak düzenlendiği” kanıtlandı. Ellerinden düşürmedikleri “Mavi Kitap”ın İngiliz savaş propagandası olduğu, dönemin Amerikan Büyükelçisi Morgenthau’nun anılarının ise Amerikan arşiv belgelerine uymadığı ortaya çıktı. Bunları ayrıntılarıyla konuşacağız… Bu nedenle Ermeniler, soykırım iddialarının gerçek tarihçiler tarafından tartışılmasından kaçınıyorlar. Türkiye’nin “ortak tarih komisyonu” çağrısına, “soykırım gerçektir, bunu tartışmayız” gerekçesiyle yanaşmıyorlar. İddialarını, “tanık ifadeleri” diyerek yücelttikleri tek taraflı ve önyargılı söylentilerle sürdürüyorlar. “Subjektif hafıza kayıtları” , tarihin ve hukukun çarpıtılmasında kullanılıyor… Serdar Palabıyık : Soykırımı “tartışmadan kabul etmek önyargısı”yla amaçlanan sizce nedir? Uluç Gürkan : Ermeniler, bu söylentiler üzerinden subjektif bir “hafıza kaydı” oluşturmayı amaçlıyorlar. Öyle bir hafıza kaydı ki, soykırım iddialarını gerçek olarak kabul edilecek, tarih kitaplarına girecek, “soykırımın olmadığı” düşüncesi dahi “inkâr suçu” sayılacak. Kısacası, “Ermeni Soykırımı” denince, insan aklının üstünlüğü unutulacak, “görmeyen, duymayan, konuşmayan -üç maymun-“ oynanacak. Sonuçta “Ermeni Soykırımı”, ilk adımı Türkiye’nin “özür dilemesi” olmak üzere, doğrudan olmasa da dolaylı bir biçimde, Türkiye’ye kabul ettirilecek..
Uluc Gurkan – Ermeni Sorunu’nu Anlamak
PDF Kitap İndir |