Yigit Bener – Icimizdeki Ermeni (1915-2015)

Ermeni yurttaşlarımızın yüz binlercesinin ölümüne ve sağ kalanların ezici çoğunluğunun da atalarının yüzyıllardır yaşadıkları yurtlarından sürülmesine neden olan “1915 Olayları”nın üzerinden tam yüz yıl geçti. “Ermeni meselesi” nicedir her yılın nisan ayında gündeme gelerek hummalı tartışmalara yol açıyor. Gelgelelim bu tartışmalar genellikle siyasi temelde ve milliyetçi bir söylem içinde gelişiyor, esas olarak da 24 Nisan 1915’te İstanbul’daki Ermeni aydınlarının tutuklanmasıyla başlayan sürecin “tehcir” olarak mı yoksa “soykırım” olarak mı nitelendirileceği sorununa kilitleniyor. Sonuçta işin insani ve toplumsal boyutu ne yazık ki hep gölgede kalıyor. Daha da ötesi, dünkü sorunu bugün tartışırken son derece hoyrat ve rencide edici bir dil kullanılması, hatta o dönemki tutumları haklı çıkarmaya çalışırken düpedüz nefret söylemine başvurulması, bu vesileyle şoven-milliyetçi ilkelliklerin kışkırtılması, yüz yıl önce yaşananları aşmamızı sağlamak şöyle dursun, 1915’te öldürülen ya da bu topraklardan sürülenlerin torunları ile kalanların torunları arasında uygar bir diyalogu olanaksız kılarak geleceğe taşınacak yeni düşmanlıklar bile üretiyor. Oysa ortak tarihlerinin bu kırılma noktasına kadar Anadolu’nun tüm halkları yüzlerce yıl yan yana ya da iç içe ama mutlaka etkileşim içinde, bazen birbirlerine sırt çevirseler de çoğu kez sırt sırta vererek yaşadılar. Yüz yıl gibi uzun bir süre önce yaşananların bugün hâlâ milliyetçi ve çatışmacı bir perspektiften ele alınması, bütünüyle insanlık dışı bir çılgınlık olan Birinci Dünya Savaşı’nın, yani tüm gezegende yirmi milyon insanı yok eden, ülkeleri yakıp yıkan, tüm halkları perişan eden, savaşa katılan ülkelerden hiçbirinin “haklı taraf’ olmadığı, yani savunulacak hiçbir yönü olmayan bir emperyalist talan ve milliyetçi katliam savaşının yıkıcı etkilerini bugünlere kadar taşımakta, o dönem insanları cepheye sürmek için üretilen şoven nefretle yeni kuşaklan da zehirlemektedir. Mesele artık yüz yıl öncesinde kalmış bir “büyük felaketi” değerlendirmekten ve “1915”in hangi siyasi ya da hukuki terimlerle niteleneceği sorunu olmaktan çıkmış, bugünkü değerlerimizin ne olduğunun sorgulanmasına ve yarınımızı nasıl inşa edeceğimizi tayin etme sorununa dönüşmüştür. Aynı yurdu paylaşan halkların ortak tarihinin bu şekilde kesintiye uğraması, hiçbir toplumun kolay kolay altından kalkamayacağı derinlikte bir sarsıntıdır. “1915”e giden sürecin ve “1915”in insanların yüreklerinde açtığı yaraları ve kuşaktan kuşağa işlemeye devam eden acılan görmezden gelerek; bunu dile getirenlerin sesine kulağımızı tıkayarak; bu felaketin uzun zamana yayılan toplumsal sonuçlarını unutarak, unutturarak, geçiştirerek; işlenen suçlann üstünü örterek, hafifseyerek, hele mazeret üretip savunarak ya da kurbanları suçlayarak; başka bir deyişle soruna milliyetçi ideolojinin gözlüklerinden bakarak bu sarsıntıyı atlatmak olanaksızdır. Bu sarsıntıdan yüz yıl sonra hâlâ hukuki/siyasi “niteleme” eksenli ağız dalaşlarında takılıp kalmış olmamız, bu topraklarda geçmişte yaşamış ve hâlâ yaşamakta olan tüm halkların belleklerine -farklı biçimlerde de olsa- adeta dağlanmış olan bu korkunç sarsıntıyı atlatmakta ve yaralan sarmakta ne derece başansız olduğumuzun kanıtı değil midir? “1915”te yaşananlarla ve işlenen tüm suçlarla layıkıyla yüzleşmek şöyle dursun, biz özünde hâlâ cesetler üzerinde tepiniyoruz; çünkü aradan yüz yıl geçtiği halde o süreçte ölen insanlarımızın sembolik bir mezarları dahi yok. “ 1915”i nasıl nitelersek niteleyelim, uygar bir toplum olabilmenin ilk koşullarından biri ölülerini gömmek değil midir? Neden ve nasıl öldükleri meselesinin ötesinde ve etnik kökenlerinden ya da dinlerinden bağımsız olarak, 1915’te ölen yurt-taşlanmıza karşı bu asgari insani görevi bile yerine getirememiş olmanın haklı bir mazereti olabilir mi? Hele aynı tarihte savaş gemileriyle ülkeyi işgale gelip Çanakkale’de ölen dönemin “düşman askerleri”ne dahi anıtmezar dikmişken ve orada her yıl resmî törenler düzenlenirken… ” 1915 ”in üzerinden koca bir yüzyıl geçtiğine göre, artık öncelikle Türk ya da Ermeni değil, önce insan olduğumuzu hatırlamanın, özellikle de dilimizi nefret söyleminden ve milliyetçiliğin o öfkeli heyecanlarından arındırmanın zamanı gelmedi mi? Zaten yüz yıl önce yaşananlara ortak bir insani açıdan bakmayı başarabildiğimiz gün, “niteleme” meselesinin ve milliyetçi temelli karşılıklı suçlamaların ne kadar anlamsız olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Çünkü ölen ya da yurtlarından sürülen insanlar için ya da beşeri mirasının, tarihî/kültürel/maddi zenginliğinin önemli bir bölümünü bir anda yitiren bir ülkede yaşamaya devam edenler açısından, başka bir deyişle siyasi/ideolojik gözlükleri atıp “1915”e insani ve toplumsal sonuçlan açısından baktığımızda, “tehcir” ve “soykınm” arasında özünde hiçbir fark yoktur. Sonuçta gerekçesi ve nitelemesi ne olursa olsun, “1915”te yalnızca insanlar yaşamlarını yitirmediler, yalnızca bu topraklarda yaşayan insanlarımızın önemli bir kısmını, onların bu ülkeye kattıklannı, taşıyıcısı olduklan tarihî ve kültürel mirası, bu toprakların özgün tarihine anlam katan ve birbirinden beslenen kültürel çeşitliliğin zenginliğini yitirmedik… Bunlarla birlikte, aynı yurdu paylaşan kadim halklann kader birliğinden oluşan ortak benliğimizi, belleğimizi, daha da önemlisi, aslında insanlığımızın bir parçasını yitirdik. Can Yayınlan’nın bu ülkenin önde gelen edebiyatçılannı, burnumuzun dibinde ya da uzaklarda, belleklerimizde, düşlerimizde ya da düşlemlerimizde, ola ki karabasanlanmızda ama bir şekilde hâlâ “içimizde” yaşamaya devam eden Ermenileri konu alan metinlerini bir anı kitapta, yani ortak bir tanıklıkta buluşturmayı hedefleyen İçimizdeki Ermeni (1915- 2015) başlıklı bu kitap projesinin çıkış noktasında, meselenin işte bu insani boyutu var.


“İnsana dair” olanı dile getirmek, görünür kılmak, hissettirmek, düşündürtmek, belleğe işlemek açısından en güçlü kozlara sahip uğraşlardan birinin edebiyat olduğu bilinci var. Amacımız “1915”in yüzüncü yılında tartışmanın odağına “insan”ı oturtmaya, sakatlanmış belleğimizi sağaltmaya, yitirdiğimiz “ortak kader” duygusuna yeniden kavuşma çabasına mütevazı bir katkı sunmak… Bu kitabı işte bu nedenle, söz konusu insani yaklaşımı ve ortak belleğimizi simgeleyen, belirli bir kökene sahip olmanın ötesinde, her şeyden önce insan, dahası aynı yeri yurdu paylaşan insanlar olduğumuzu bize hatırlatan ve olasılıkla tam da bu nedenle öldürülen Hrant Dink’in anısına ithaf ediyoruz. Bu projeyi hazırlarken, katkılarını rica ettiğimiz yazar dostlarımız arasında dünya görüşü ya da siyasi tercih ayırımı gözetmedik ve onlardan “1915”in nasıl nitelenmesi gerektiğine dair siyasi bir değerlendirme kaleme almalarını talep etmedik: Siyasi tutum beyan edip etmemek her yazarın kendi takdiridir. Ortak bir metne imza atmalarını da istemedik; çünkü her biri ayrı kültürel/düşünsel birikime, bakış açısına sahip olan ve bunu ifade etmek için kendi dilini, üslubunu geliştirmiş yazarları tek bir ortak metnin indirgeyici sınırlarına hapsederek özgün katkıların çeşitliliğinden ve zenginliğinden kendimizi mahrum etmek gibi bir düşüncemiz asla olmadı. Dahası, bu projede yer almayı kabul eden değerli yazarlar, katkılarının somut içeriğini tamamen kendileri belirledi: Dileyen “içimizdeki” Ermeni’yi konu alan şiirler, öyküler, anlatılar, anılar kaleme aldı, kimisi yakın zamanda yayımlanan romanından bir bölüm sundu, arzu eden de “1915”le ilgili görüşlerini açıkladı. Dolayısıyla bu projede metinleri yer alan yazarlar, “1915” konusunda dar anlamda ortak bir siyasi beyanda bulunmuş ya da belirli bir nitelemede ittifak etmiş değiller. Öte yandan, ülkenin farklı kuşaklardan yazarlarının, “içimizdeki” Ermeni’den söz eden metinlerini “1915”in yüzüncü yılında ortak bir kitapta buluşturmalarının güncel güç kavgalarının ötesine taşan siyasi bir anlamı olduğu açıktır. Bu projeye katkıda bulunan edebiyatçılar olarak bizler, 1915 ’te siyasi bir kararla bu topraklardan sürülen ve yok edilen Ermeni yurttaşlarımızın anısına hep birlikte sahip çıkıyoruz. Ermenilerin dün bu ortak yurdumuzda var olduklarına, bugün hâlâ içimizde var olmaya devam ettiklerine ve bu ülkenin geleceğinde yann da var olmaya devam edeceklerine, yani bu ülkenin hem harcında hem geleceğinde Ermenilerin varlığına hep birlikte ama kendi özgün yaklaşımımızla tanıklık ediyoruz. Bu kitaba katkıda bulunan yazarların kişisel birikimlerinin de bir parçası olduğunu belirttiğimiz Ermeni varlığı ve kültürünün izlerinin toplumsal bellekten silinmesine asla razı olmadığımızı dillendiriyoruz. Böylece niteleme meselesinin çok ötesinde, yani ister “soykırım” ya da “tehcir”, ister “etnik temizlik” ya da “insanlık suçu”, “katliam” ya da “mukatele”, nasıl nitelendirilirse nitelendirilsin, esas olarak “1915”in özüne ve doğurduğu tüm sonuçlara temelden itirazımızı ilan ediyoruz. Bugün “1915”in hâlâ nefret söylemiyle tartışılması, yüzyıllar boyu aynı ülkeyi paylaşan kadim halklar araşma saplanmış zehirli bir hançerdir. “1915”in yüzüncü yılında artık bu hançeri çıkarmanın, ortak bir insani vicdanda buluşmanın zamanı gelmiş, geçmektedir. Kendi adıma söylemem gerekirse, böyle bir çaba içinde yer almayı tüm insanlığa; bu topraklarda yaşanan tüm savaşlarda ve her türden milliyetçi cinnet sonucunda yitirdiğimiz her milletten, kökenden, yaştan, cinsiyetten, ırktan, dilden, dinden, düşünceden insanımıza; 1915’te yitirdiğimiz Ermeni yurttaşlarımızın anısına ve onların dünyanın dört bir tarafına yayılmış torunlarına, Ermeni kardeşlerimize; 1915’te talimatlara karşı gelerek Ermeni yurttaşlarını tehcir etmeyi reddeden Kütahya mutasarrıfı şair Faik Ali Ozansoy gibi Osmanh idarecilerine; Ermeni komşularını katliamdan korumaya çalışan sıradan yurttaşlarımıza; bu meseleyle yüz yıl sonra hâlâ siyasi temelde pompalanan nefret, hedef gösterme, kışkırtma ve pervasız yalanlara dayalı propagandalar temelinde yüzleşmeyi hak etmeyen bu ülkenin tüm insanlarına; 1915’te öldürülen ya da yurtlarını terk etmek zorunda bırakılan meslektaşlarımız Krikor Zohrab, Rupen Zartaryan, Zabel Yesayan, Dikran Gamsaragan, Yervant Odyan ve niceleri gibi bu ülkenin Ermeni yazarlarına; İttihatçı dostlarının Ermeni politikalarını “emsalsiz zulüm ve cinayet” olarak niteleyen ve Cavit Bey’e yazdığı mektupta, “Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir ki?” diyebilen meslektaşımız Halide Edib’e ve daha 1908’de, “Hıristiyan vatandaşlarımız ile kardeşlik akdetmek bizi onlara esir etmek değil, bu esareti tertip eden hilelerden kurtarmak demektir,” diyerek kardeşliği savunan bir diğer meslektaşımız Ahmed Mithat Efendi’ye; bizleri onurlandırarak çağrımızı kabul eden ve bu projemize katkı sunan tüm yazar dostlarıma ve 1915’in yaralannı sarmak için elinden geleni yaparken İstanbul’un göbeğinde güpegündüz vurularak öldürülen “1915’in son kurbanı” sevgili Hrant Dink’ in anısına, ailesine ve dostlarına borç bilirim.

Can Yayınları adına, Proje Koordinatörü Yiğit Bener HRANT İÇİN Murathan Mungan Hrant Dink’in öldürülmesinin sekizinci yılı nedeniyle 19 Ocak 2015’te yapılan anmadaki konuşma metni: Merhaba arkadaşlar, Hrant Dink’in değerli ailesi ve dostları, hakikat ve adaleti kıymet bilenler, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Sekiz yıldır her 19 Ocak’ta olduğu gibi, bugün gene burada Hrant Dink için toplanmış bulunuyoruz. Ölümünden sonra milyonlarca kalbin evladı olan Hrant Dink için… 2007 yılında onun öldürülmesinin hemen ardından yazdığım “Cinayetin Arkasındaki En Büyük Örgüt” başlıklı yazım şöyle başlıyor: “Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır. Tıkanır, kalırsınız. Haklılığın suskunluğu, diğer suskunluklara benzemez; düğümü zor çözülür. (…) Tek başına zaten yeterince trajik ve yaralayıcı olan bu ölüm, aynı zamanda yakın tarihi ürperterek çağrıştırdıkları, hafızadan geri çağırdıklarıyla da kavurucuydu. Her yeni ölüm, diğer ölümleri de ilk gün acısıyla diriltir. Kaç kitap yazarsanız yazın, bazen böyle dilsiz kalırsınız.” Bugün sözlerimi, o gün kaldığım yerden sürdüreceğim: Dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler, katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye öldüler. Dilimizdeki kilitler çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler içimizi daha fazla kavurup yakmasın diye… Onca zaman, bunca kayıp, bunca ölümle hem tarih içinde kilitli kalmış hem zaman içinde yol almış o fazladan birkaç kelimeyi bugün en azından onlara, onların hatırasına borçluyuz. Baskıcı iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu bilir, bu yüzden toplumun korkularını sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların bilmediği cesaretin de bulaşıcı olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın gözlerinin içine bakarak cesaretle konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sekiz koca yıl geçti. O yıl doğan çocuklar dillendi; okuma yazmayı söktü.

Oysa Hrant Dink’in ölüsü, gerçek hikâyesi aydınlatılmamış bir cinayetin kurbanı olarak hâlâ bu kaldırımda yatıyor. Dünyayı kaybıyla ıssızlaştıranlar, hatıraları ve emanetleriyle çoğaltırlar… Ve emanetin başını bekleyen bizler, sekiz yıldır burada toplanıp adalet ve hakikat arayışımızı dillendiriyor, Hrant’ın ölüsünü unutkanlığın zalim ellerine teslim etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Ayrıca Hrant Dink cinayetini, kendi siyasi projeleri için araçsallaştırmaya çalışanların emellerine terk etmeyeceğimizi de belirtmek istiyoruz. Bu sekiz yıl boyunca adalet yerinde sayarken pek çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Bugüne, bana varıncaya dek sözler seyrelip azaldı belki ama acılar azalıp sey-relmiyor. Yerini bulmamış bir adaletin sancısı yüreklerde zonklamasını sürdürüyor; vicdanları sızlatmayı, aklımızı acıtmayı sürdürüyor. Dahası, o günden bu yana adlarını tek tek sayamayacağım her yeni kurban ve her yeni ölümle birlikte, Hrant Dink bir kez daha burada, bu kaldırımda vurulup öldürülüyor. Yerini bulmamış adalet, katillerini ve kurbanlarını çoğaltır. Gene öyle oluyor. Çünkü tetiği çeken parmaklar değişse de cinayetin arkasındaki en büyük örgüt aynı. Adı “faili meçhul” ama kendisi “faili belli” onca cinayetin işlendiği bu ülkenin değişmeyen kara gerçeği, bizi her seferinde aynı sözleri tekrara mahkûm ediyor. iktidarlar ve koltuk sahiplerinin maskeleri değişse de hiç değişmeden süren merkezi despot devlet geleneğinin elleri her seferinde gene aynı karanlık oyunu tezgâhlıyor. 1938’te Dersim Kıyımı’nı, 1978’te Maraş Katliamı’nı yapanlar, 1955’te 6-7 Eylül Olaylan’nı başlatanlar, 1993’ te Madımak Oteli’ne sığınan canlan yakanlar, 2011’de Ro-boskî’yi bombalayan kişiler ve zihniyetler aynı. Beş yüzü aşkın haftadır Galatasaray’da diz çürüten Cumartesi An-neleri’nin bağırlarını yakanlar da aynı. Adında “adalet” sözcüğünü taşıyan bir partinin on iki yıldır iktidarda olduğu bir ülkede yıllardır adalet bekliyoruz.

Gelmiyor!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir