1597 yılında Linz’de Latince olarak yayımlanan, Baron Wenceslaw Wratislaw’ın anıları 16. yüzyılın sonunda Osmanlı Đmparatorluğunda devlet düzeni, toplum yaşamı, TürkAlman ilişkileri üstüne yazılmış çok ilginç tarihsel belgelerden biridir. 1591 yılında AlmanAvusturya Đmparatoru II. Rudolf, Türklerle barışı 8 yıl daha uzatmak ve yükümlü olduğu yıllık vergiyi ödemek üzere Viyana’dan Đstanbul’a olağanüstü bir elçilik heyeti gönderir. Anıların yazarı Wratislaw, bu elçilik heyetinin en genç üyesidir. Tuna Nehrinden başlayan, sonra karadan devam eden uzun bir yolculuktan sonra Đstanbul’a varırlar, Çemberlitaş’taki Elçilik Konağı’na yerleşirler. Genç Wratislaw çok iyi bir gözlemcidir, ayrıntılara dikkat eder. Bir özelliği de, ilerde başına gelecek bütün felâketlere karşın, kendini duygusallığa kaptırmadan değer yargılarını çarpıtmadan olayları ve kişileri nesnel olarak anlatmasıdır. Đstanbul’da geçirdiği ilk yıl süresince yazar, yaşamından pek memnundur. Başkentin görülmeye değer yerlerini, anıtlarını ziyaret ederler, sarayda yemek yerler, Galata’nın renkli Hıristiyan dünyasını keşfederler, burada geçirdikleri bir işret gecesi yüzünden kırk değnek yerse de keyfi bozulmaz, 16. yüzyıl Đstanbul’unun tatlı yaşamını sürdürür. Padişah’ın atlarından sokakta halkın beslediği kedilere, köpeklere, atmacalara, Avrat Pazarı’nda satılan insanlardan, Türklerin kadın-erkek ilişkilerine, evlenme törenlerine değin ilgilenmediği konu yoktur. Türk gençlerinin At Meydanı’ndaki cirit oyunlarını, binicilik yarışmalarını övgüyle anlatır. Bu oyunları kendi ülkesindeki eğlencelerle şöyle karşılaştırır: ‘Türklerin bu yiğitçe eğlenceleriyle bizim eğlencelerimizi şöyle bir ölçmeye kalkışacak olursak aleyhimize büyük bir fark ortaya çıkar. Çünkü biz dostlarımızla karşılaştığımız vakit birbirimizle içki ve oburluk yarışmasına girişmekten, birbirimizin boğazına zorla yiyecek ve içecek tıkmaktan, içimizden birisi kafayı taşıyamayacak derecede tütsüleyip de merdivenlerden aşağı yuvarlanınca onunla alay etmekten başka bir şey yapmayız. Bir arkadaşımız bardağını ötekilerle birlikte doldurmaktan çekinirse, bizler hemen onunla kavgaya tutuşur, zorlar, kabadayılık ederiz, ya da Tanrı yasaklarına aykırı davranışlarda bulunarak mahkemelere düşeriz!.. … Yüce Tanrı bizleri kurtuluş yoluna yöneltsin!” Elçinin satın aldığı güzel atlarla, o da bu tür eğlencelere katılır, bir yemeğine Türklerle at yarıştırırlar. Bu hareketli yaşam genç Wratislaw’ı öylesine sarar ki, Đstanbul’dan ayrılmak istemez. Anılarının bir yerinde şöyle der: “Bu güzel koşullar içinde yaşamak bize kendi ana yurdumuzu âdeta unutturur olmuştu ve oraya dönmek arzularımızı gidermişti. Yaşamımızın hep böyle zevk ve sefa içinde geçeceğini umarak, ölünceye dek burada kalmayı gönlümüzden geçirir olmuştuk.” Ancak, ikinci yıl bu zevkli yaşamları altüst olur. Sınır boylarındaki yeni çatışmalar yüzünden Türk-Alman barışı tehlikeye girer. Telli Hasan Paşa’nın Hırvatistan içlerine akın edip oraları yağmalaması üzerine Viyana yıllık vergiyi göndermez. Bu günlerde büyük Hıristiyan düşmanı olan Koca Sinan Paşa yeniden Sadrazam olur. Hiç çekemediği Telli Hasan Paşayı bu kez Kulpa çayında, Şişka kasabasında 40.000 kişilik bir Alman ordusu karşısında yapayalnız bırakır. Bosna Beylerbeyi Telli Hasan Paşanın kuvvetleri 10.000 kişidir. 20 HazĐran 1593 günü büyük bozgunda 7.000 Türk askeri şehit olur, Telli Hasan Paşa ile birlikte. Đşte yaşlı Sinan Paşa böyle bir adamdır, bir ev meselesi yüzünden kin duyduğu Telli Hasan Paşayı harcamak için bu bozguna göz yummuştur. Kısa bir süre sonra da 25 yıldan beri süren Türk-Alman barışı temelinden bozulur. Türklerin yeni bir savaş hazırlığı içinde olduklarını gören Elçi Von Kregwitz, rüşvet karşılığında saraydan, yüksek rütbeli devlet memurlarından bilgiler sızdırır, bunları kendi imparatoruna ulaştırmaya çalışır. Ordunun gücü, savaş planları, ilk hedefler gibi devlet sırlarını Elçiye ulaştıranların arasında III. Mehmet’in annesi Safiye Sultan da vardır. Bizim tarihlerimiz bu ihaneti yazmıyor, yazma olanağı da yok çünkü Sinan Paşa, anılarda okuyacağınız biçimde bu belgeleri ele geçirdikten sonra, olayı örtbas eder. Safiye Sultan ve sarayı karşısına almaktan korkar da ondan. Anıların bu bölümlerinde, Osmanlı Đmparatorluğunun bütün hastalıklarının elle tutulur biçimde yüzeye çıktığını görüyoruz: Asker, egemen sınıfların çıkarları için savaşa sürülmekte, aynı kişilerce, ek kazanç uğruna, düşmana satılmaktadır. Hiç söz hakkı olmayan, köleleştirilmiş halk ise Padişahın kıvancıyla kıvranır, Diyarı Küffarın fethi düşleriyle uyutulur. Hele Viyana fethedilsin her şey tamamdır. Bu talan savaşlarından kazançlı çıkan yalnız Sinan Paşa gibi soyguncular ve saray çevresidir. Beş kez Sadrazamlığa gelmesini beceren dört kez de azledilen Sinan Paşa uzun yaşamı boyunca akıllara sığmaz bir servet yığar. Đşte böyle bir adamın düşmanlığını kazanan Elçilik heyeti önce konaklarında enterne edilir. Elçilik kâhyasının din değiştirip, eski efendisini Sinan Paşaya gammazlaması ile Elçi’nin gizli haber alma çalışmaları ortaya çıkar. Hepsi tersane zindanına atılırlar. Wratislaw ve arkadaşlarının üç yıl kadar sürecek olan acılı günleri başlamıştır. Bir süre tersane zindanında kaldıktan sonra forsa olarak bir Türk kadırgasında kürek çeker. Baştan beri sürdürdüğü dikkatli gözlemciliğiyle forsa yaşamını ayrıntıları ile anlatır. Sinan Paşa, Elçi Von Kregwitz’i Almanya seferine beraberinde götürmüştür. Elçi orada hapiste ölür. Sinan Paşanın yıldızı bir parlayıp bir söner, savaştaki başarısızlıkları üzerine azledilir ama III. Murat’ın yerine geçen III. Mehmed’e ve annesi Safiye Sultana büyük armağanlar göndererek, beşinci kez Sadrazamlığa gelmeyi becerir. Bu arada Wratislaw ve arkadaşlarını Rumelihisarı’nda Sarıca Paşa Kulesi’ne hapsettirir. Tutuklular buraya Kara Kule derler. Tersane zindanındakinden beter bir yaşam başlar. Wratislaw gözlemlerini burada da sürdürür, kendilerinden önce burada yatan Rum konsanların çok zekice tasarlanmış, cüretli bir planla kuleden nasıl kaçtıklarını anlatır, kendileri için böyle bir umut yoktur. Böyle bir girişimi olanaksız kılmak için bütün önlemler alınmıştır. Tutuklular Kara Kule’de iki yıldan fazla kalırlar. Sinan Paşa’nın ölümünden sonra Sadrazam olan Damat Đbrahim Paşa’nın aracılığı ve III. Mehmed’in iradesiyle özgürlüklerine kavuşurlar. Tutsaklardan bir kısmı, adlarını zindanın duvarındaki bir taşa kazımıştır. Bunların arasında Wenceslaw Wratislaw ve Elçilik heyetinin eczacısı Seidel’in adlarını da görüyoruz. Wratislaw’ın anılan yurduna döndükten çok kısa bir süre sonra yayımlanmıştır. Aslı Latince olan anılar 19. yüzyıl sonunda Đngilizce’ye çevrilip yayınlanmış*. (Wratislaw’ın arkadaşı Eczacı Seidel de anılarını yazmış. 1711 ‘de Kerliç’te yayımlanmış.) M.SÜREYYA DĐLMEN * Adventures of Baron Wenceslaw Wratislaw. Birinci Bölüm ELÇĐLĐK HEYETĐNE KATILIŞIM Bu satırları yazan ben, Mitrowitz’li WENCESLAW WRATISLAW, Viyana’da Roma imparatorluğu tacını taşıyan Haşmetli II. Rudolf’un çok zengin armağanlarla, Đstanbul’da Osmanlı Padişahı III. Murat katına özel elçi olarak gönderdiği Frederic Kregwitz’in maiyetine verilmiş, ailemce Elçi’ye emanet edilmiştim. Aile büyüklerimin bu geziye katılmamı arzu etmelerinin başlıca nedeni, doğu ülkelerini görmem, bilgilerimi artırıp genişletmem ve tecrübe kazanmamdı. 1591 yılının büyük bölümünü Viyana’da, Elçimizin gerek Osmanlı Hakanı’na gerekse onun paşalarına ve başka büyük kişilerine sunacağı mücevherlerin, saatlerin ve buna benzer çeşitli armağanların Augsburg’tan bize ulaştırılmasını beklemekle geçirdik. Bu bekleme süresi içinde Elçi cenapları boş durmamış, bizi Osmanlı sınırı başındaki Komorn kentçiğine götürecek olan gemileri hazırlayıp denetlemek ve bu yolculukta gerekecek kumanya ve araçları sağlamakla vaktini değerlendirmişti. Đstanbul’da sona erecek nehir ve kara yolculuğumuzun bütün araç ve gereçleri hazırdı. Beklenen armağanların hemen hepsinin gelmeleri üzerine Herr von Kregwitz, Haşmetli Đmparator Hazretleri ve Arşidük Ernest tarafından son bir kabul töreniyle onurlandırıldı. YOLCULUK 1591 yılı Eylül’ünün ikinci günü Majeste Đmparator’un elini öpüp, aile ve dostlarımızı ulu Tanrı’ya emanet ederek, bizim için hazırlanan gemilere bindik. Viyanadan dört Alman mili uzaktaki Wissamund kentine ve büyük Tuna Nehri’nin aktığı doğuya doğru yolculuğumuza başladık. Wissamund’a ulaştığımızda Unverzagt adında bir Avusturyalı soylunun bizi beklemekte olduğunu gördük. Bu zat bizi doğru kendi şatosuna götürerek iki gün güzelce ağırladı. Konukluğumuzun iki gün sürmesi, kimi mektuplarla, Osmanlı diyarında sunacağımız ikinci ve üçüncü derecedeki armağanların henüz bize ulaşmamış olmasından ileri geliyordu. Bunlar da elimize geçince, Eylül’ün dördüncü günü, Komorn’a doğru Tuna’daki akışımıza devam ettik. Komorn’a gelince Osmanlı sınırları içinde bulunan Gran* Bey’i Mehmet Bey’e bizi korumak üzere yollayacağı askeri mümkün olduğu kadar çabuk ulaştırmasını dileyen bir yazı gönderildi ve Elçilik heyetinin Komorn’a ulaştığı bildirildi. Bu ara Elçilik görevlileri Komorn Belediye Başkanı Erasmus Braun’un konuğu olmuşlardı. Yemekten sonra kasabanın görülmeye değer yerlerini ve kalesini gezdik. Burada yedi gün kaldık ve son gün Türklerin bizi, öteden beri karşılamayı adet edindikleri yerde ki burası gerçekten iç açıcı bir ova idi beklediklerini haber aldık ve Komorn’dan ayrıldık. Bir yüzbaşının komutasında bizi korumakla görevli ve yalnız yan silahlarını, yani kılıçlarını taşıyan üçyüz piyade ile bir o kadar süvari karadan yürüyor, Tuna üzerinde de her birinde üçer top, uzun tüfekler ve uçlarında flamalar dalgalanan harbelerle silahlandırılmış yirmi beşer Macar askeri bulunan onbeş gemi yelken açmış bulunuyordu, işte biz böylece, Tuna’nın aktığı yönde saatlerce yol aldıktan sonra Türk gemilerini gördük, bunlar on parçaydı. Osmanlı nehir filotillasının bir bölümü olan bu gemiler bizim gemilerin biçimindeydi. Göze çarpan ayrılık, bizimkilerin üçer toplu, onların birer toplu olmalarıydı. Karadan da yüz kadar genç ve yakışıklı Türk atlısı bize doğru geliyordu. Bizim yaklaştığımızı görünce atlarını mahmuzlayarak nehrin kıyısına indiler. Bunun üzerine Elçi efendimiz gemilerin demir atmaları emrini verdi. Gemiler demirleyince biz de karaya çıktık ve Türk dostlarımız tarafından sıcak ve içten duygularla karşılandık; biraz sonra da hep birlikte gemilerde yemek yedik. Şurasını özel olarak belirteyim ki, Türklerin güzel atlarını uçlarında flamalar uçuşan mızraklarını, altın kakmalı ve değerli taşlarla bezenmiş kılıçlarını, mavi, kırmızı renkli gözalıcı giysilerini, atlarının altın yaldızlı binek takımlarını görmek, daha önceleri böyle bir gezide bulunmamış, görgüsü bilgisi az bir kişiyi şaşkına döndürüyordu. Bana kalırsa, Türklerin böyle donatılmış olmaları bize karşı bir gösteri yapmak arzusundan ileri geliyordu. Elçi efendimizin Türk büyükleriyle yemekte bulunduğu sırada her iki tarafın atlıları, Tuna Nehri kıyısındaki düzlükte dostça konuşarak geziyorlardı, atlara da yamaklar bakıyordu, işte bu dostça gezintiler bir aralık bizden biriyle bir Türk atlısı arasında mızrak kırma tartışmasına yol açmıştı. Oysa, ne Türk ne de Macar subaylarının böyle bir davranışa izin vermeyecekleri besbelliydi; kanla sonuçlanabilecek olan böyle bir çarpışmanın ancak bir savaş alanına uygun düşeceğini söyleyerek bu işi öyle bir zamana erteliyorlardı. Gerçekten bu iki asker birbirinin gücünü ve mızrak kullanmaktaki ustalığını sınamaya ne kadar istekli görünüyorsa biz de böyle bir düelloyu görmeyi o denli arzu ediyorduk ama böyle bir yarışmaya göz yumulamazdı ve yumulmadı da. Öğle yemeğinden sonra Hıristiyan dostlarımızla vedalaştık, kendimizi Türklerin korumasına bıraktık. Türkler gemilerimizi kendi gemilerinin yedeğine alarak Tuna Nehri kıyısındaki Gran kasabasına kadar çektiler. Burada sancak beyi Mehmet Bey’in bizi korumak için özel olarak yolladığı üç yeniçeri ile karşılaştık. * Gran: Estergon Kalesi. YENĐÇERĐLER Kapıkulu denilen ve Osmanlı Hakanı’nın Hassa Askeri olan Yeniçerilere Osmanlı eyaletlerinde pek büyük değer ve önem verilir. Bunlar kara savaşçıları olup, 1200 kişiye ulaşan büyük bir bölümü Hünkâr’ın kişisel koruyucusu olarak imparatorluğun başkentinde yani Đstanbul’da bulunur. Hakan’ın çok geniş ülkesinin her yönüne özellikle önemli sınır boylarına dağıtılmış yeniçeri kuvvetleri vardır. Sınır boylarına gönderilen yeniçeriler oralarda kulelere yerleştirilir, düşmana karşı başlıca garnizonları meydana getirirler. Padişahın reaya denilen Yahudi ve Hıristiyan uyruklarını ayak takımının yolsuz davranışlarına karşı korumak görevi de bunlara düşer. Bu askerler, topuklarına kadar uzanan çuhadan bir şalvar giyerler. Üzerlerinde ipekli hiçbir şey bulunmaz. Başlarında şapka veya kasket yerine bir çeşit külah* vardır. Bu külahın her iki ucu birbirinden farklı genişliktedir. Geniş uç başa geçer, öteki ucu ise enseyi örterek askerin sırtına kadar sarkar. Külahın ön tarafında tam alın hizasında gümüşlü, yaldızlı ya da aşağı değerde taşlarla tutturulmuş ince bir borucuk vardır. Savaş zamanında bu borucuğun içine tüy sokulur. Bu yeniçeri denilen erler, ya genç yaşta düşman illerinde tutsak edilen ya da Müslüman dininden olmayan köylülerden devşirme yoluyla toplanan çocuklardan yetiştirilir. Padişahın, buyruğu altında bulunan geniş ülkedeki Hıristiyan köylerinden yüzlerce adamı her üç yılda bir bir yere toplanır, birlikte getirdikleri sekiz on yaşlarındaki erkek çocuklarda gördükleri zekâ ve kabiliyete göre, ilerde üzerlerine almaları uygun görevin ne olabileceği hakkında bir yargıya varırlar. Bu seçimde en çok göze çarpanlar, Padişah’ın özel hizmetlerine ayrılırlar, ikinci sınıfa ayrılanlar da paşaların ve başka yüksek devlet adamlarının hizmetlerine verilirler, geriye kalanlar, yani kafa bakımından aşağı düzeyde bulunanlar ise Rumeli ve Anadolu eyaletlerinde her biri birer duka altın karşılığında, isteyenlere geçici olarak satılır. Bu çocuklar verildikleri ya da satıldıkları kişilerin elinde belirli bir zamana, yani onsekiz yaşına kadar kalırlar ve sıcağa, soğuğa, açlığa dayanacak biçimde yetiştirilirler. Genel olarak köpeklere yapılan muameleden biraz daha iyisini görürler. Yalnız bunları ellerinde bulunduran kişiler, vakti gelince, onları Padişah sarayına getirip, teslim ederler. Ölenler varsa, sahipleri bulundukları yerin kadısına ya da en büyük devlet memuruna ölüm olayını rapor ederler. Kadılar ya da herhangi bir bölgenin yöneticileri, bu gibi devşirme ya da tutsak çocuklara ait bir sicil kütüğü tutarlar, gidiş geliş ve ölüm olaylarını bu kütüğe işlerler. Yaşları yirmiye varan gençler, güneşten esmerleşmiş, her türlü işe alışmış oldukları halde, Đstanbul’a getirilirler. Acemioğlan bölüklerine ve usta yeniçeriler hizmetine verilerek, tüfek, sapan, kılıç kullanma, siper üzerinden atlama, duvar aşma, kısaca savaşta bir askerin bilmesi gereken işleri öğrenme yoluna girmiş olurlar. Bu gençler, kendilerine yaşlı yeniçeriler tarafından verilen direktife göre davranmak zorundadırlar. Acemiler eski askerlerin yiyeceklerini hazırlarlar, odun keserler ve barış süresi içinde gerekli bütün işleri görürler, imparatorluğun sınır boylarında ya da herhangi bir düşmana karşı savaş haline geçildiği zaman bu genç askerler, bağlı bulundukları bölüklerde gene de ustalarının buyruğu altında çadır kurmak, erzak taşıyan deve ve katırlara bakmak gibi hizmetleri yapmaya, devam ederler. Savaş başlayınca ya da keşif gerekince bunlar, kendi değerlerini göstermek için birbirleriyle yarışa girişirler. Bir yiğitlik örneği göstermedikçe de asıl yeniçeri bölüklerine alınmazlar. Savaş alanında gösterilen yiğitlikten sonra, eski askerler arasına katılan gençler, eskilere verilmiş bütün ayrıcalıklardan yararlanırlar. Böylelikle onların da bütün işlerini gören acemioğlanlar bulunur, îşte 14 bu erlerden, bugün Türklerin ellerinde bulundurdukları en dayanıklı en yiğit savaşçılar meydana gelmiştir. Osmanlı hakanı da salt onlara güven mektedir. Yeniçeriler üstüne daha anılarımın başında bu kadar uzunca söz etmiş olmam, bu konuda böyle bir fırsat çıkmış olmasından ileri geliyor. Ben bu askerleri ilk kez Elçi efendimizin elini öpüp kendilerini tanıttıkları zaman görmüş, sonraları Đstanbul’da bunların ne koşullar altında yetiştirildiklerini, zorluklar içinde nasıl pişirildiklerini ve bu eğitimle nasıl yenilmez savaşçılar olarak ortaya çıktıklarını görüp incelemek olanaklarını elde etmiştim.
Wenceslaw Wratislaw – Baron Wratislaw’in Anilari
PDF Kitap İndir |