500 metre kadar yürüdükten sonra, batıya doğru yöneleceğim Pasinger Hastanesi yakınlarında ilk molamı verdim. Pusulamla Paris yönünü tayin ettim,artık hedefime kilitlenmiştim. Seyir hâlindeki bir Volkswagen minibüsten atlayıp hiç yara almayan Achtembusch hemen ardından yeniden denemiş ve bacağını kırmıştı; şimdi 5. koğuşta yatıyor. Lech Nehri, dedim ona, asıl mesele orası, üzerinde çok az sayıda köprü var. Acaba köyün sakinlerinden biri sandalla beni karşı yakaya geçirir mi? Herbert, her birinde beş kartın olduğu iki sıra ufak boy kartla falıma bakıyor ama onları nasıl yorumlayacağım bilemiyor çünkü yorumların yazılı olduğu kâğıdı bulamıyor. Açtığı kartlarda Şeytan ve ikinci sırada baş aşağı duran Asılı Adam var. Hava bir bahar günü gibi güneşli, işte bu gerçek bir sürpriz. Münih’ten nasıl çıkmalıyım? İnsanların kafasından neler geçiyordur? Karavanlar mı? Toptan satın alınan hurda arabalar mı? Araba yıkamak mı? Kendime dair derin düşüncelere dalmak dünyanın geri kalanının uyum içinde olduğunu açığa çıkarıyor. Her şeye ağır basan tek bir düşünce var: Buradan uzaklaşmak. İnsanlar beni korkutuyor. Eisner’imiz ölmemeli, ölmeyecek, buna izin vermeyeceğim. Şu an ölüyor değil çünkü ölmüyor. Şimdi değil, hayır, buna hakkı yok. Kararlı adımlarımın altında yer sallanıyor. Hareket ettiğimde bir bizon hareket ediyor. Dinlendiğimde bir dağ istirahata çekiliyor. O,buna cesaret edemez! Etmemeli. Etmeyecek. Paris’e vardığımda hayatta olacak. Ölmemeli. Belki daha sonra, izin verdiğimizde, ölebilir. Yağmurun sırılsıklam ettiği bir tarlada bir adam bir kadını yakalıyor. Çimler çamura boyun eğip dümdüz olmuş. Sağ baldırım sorun çıkarabilir, sol ayağımdaki bot da öyle, tam da tarağın ön kısmından. Yürürken insanın kafasından o kadar çok şey geçiyor ki beynim zonkluyor. Biraz ileride kıl payı atlatılmış bir kaza. Haritalar benim tutkum. Futbol maçları başlıyor, sürülmüş tarlalara santra çizgisi çekiyorlar. Bavyera futbol flamaları Aubing (yoksa Germeringmi?) banliyö treni istasyonunda dalgalanıyor. Trenin arkasında kurumuş kâğıtlar uçuşuyor, uzun bir süre uçuşuyorlar, sonra tren gözden kayboluyor. Elimde hâlâ küçük oğlumun minik elini hissedebiliyorum, ilginç bir biçimde ters yöne bükülebilen bir başparmağa sahip o minik eli. Uçuşan kâğıtlara baktım ve kalbimi söküp paramparça etme isteğine kapıldım. Saat ikiye yaklaşıyor. Germering, han, çocuklar ilk komünyonlarında; bir bando çalıyor, kadın garson kek taşıyor ve gedikli müşteriler ondan bir şeyler aşırmaya çalışıyorlar. Roma İmparatorluğu yollan, Kelt hafriyattan; İmgelem sıkı çalışıyor. Cumartesi öğleden sonrası ve anneler çocuklarıyla birlikte. Oyun oynayan çocuklar gerçekte nasıl görünüyorlar? Filmlerde olduğugibi değil. Dürbün kullanmalı. Bütün bunlar çok yeni, yaşamın yepyeni bir parçası. Kısa bir süre önce, altımda Augsburg otobanı olmak üzere bir üst geçitte durmuştum. Arabamdanotoban üst geçitlerinde dikilip bakınan insanlar görüyordum bazen; şimdi ben onlardan biriyim. İkincibira şimdiden dizlerime iniyor. Bir oğlan ipe dizilikartonlarla iki masa arasına barikat geriyor, ipinuçlarını seloteyple sağlamlaştırıyor. Devamlı müşteriler, “Bu yol kapalı!” diye bağırıyor. “Siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz?’ diyor garson kadın, sonramüzik çok yüksek sesle yeniden başlıyor. Garsonuneteğinin altma uzanmasını seyretmeyi çok isterdi gedikliler ama oğlan buna cesaret edemiyor. Tüm bunların gerçek olduğuna ancak bir filmde olsaydı inanabilirdim. Nerede uyuyacağım konusu beni pek endişelendirmiyor. Parlak deri pantolonlu bir adam doğuya gidiyor. Kalçaları hizasında bir tepsi puding taşıyan garson, “Katharina!” diye bağırıyor. Bunu güneye doğru söylüyor, ben de oraya bakarken devamlı müşterilerden biri “Valente!” diye bağırıyor. Ahbap çavuşlar hâllerinden memnun. Yan masadaki bir adam meğer çiftçi değil yeşil önlüğüyle hancının ta kendisiymiş. Yavaş yavaş sarhoş oluyorum. Yakınımdaki bardaklar, tabaklar ve keklerle dolu bir masa bomboş olduğundan giderek sinirime dokunmaya başlıyor. Neden orada kimse oturmuyor? Pretzellerin iri tuz taneleri içimi anlatılmaz bir mutlulukla dolduruyor. Şimdi tüm mekân tek bir yöne doğru bakıyor, orada hiçbir şey olmamasına rağmen. Yürüdüğüm bu birkaç kilometreden sonra kafamın yerinde olmadığım biliyorum, ayak tabanlarım söylüyor bunu. Dili yanmayanın tabanları yanarmış. Hanın önünde tekerlekli sandalyede oturmuş sıska bir adam olduğunu fark ediyorum. Adam felçli değil zihinsel engelliymiş. İlk anda farkına varmadığım bir kadın onu itiyordu. Lambalar bir öküz sabanına asılmış. San Bemardino’nun arkasındaki karlarda az kalsın bir geyikle çarpışıyordum; orada vahşi, kocaman bir vahşi hayvan olmasını kim beklerdi ki? Dağ vadilerini görünce aklıma yine alabalıklar geliyor. Askerler, demek istiyorum, ilerliyorlar, askerler yorgun, onlar için gün bitmiş. Yeşil önlüklü hancı neredeyse kör, yüzü menünün hemen üstünde havada asılı duruyor. Kör olduğu için bir çiftçi olamaz. Evet, o hancının ta kendisi. İçeride ışıklar yakılıyor, demek ki günışığı birazdan gözden kaybolacak. Paltolu, inanılmayacak derecede üzgün bir çocuk, iki yetişkinin arasına sıkışmış bir hâlde, kola içiyor. Şimdi bando için alkış. Sessizlik esnasında hancı ördeğin ve diğer her şeyin iyi olduğunu söylüyor. Dışarıda, soğukta, ilk inekler; bu beni duygulandırıyor. Tüten gübre yığınının etrafi asfaltlanmış ve iki kız orada paten kayıyor. Kapkara bir kedi, iki İtalyan beraberce bir bisikleti itiyorlar. Tarlaların bu güçlü kokusu! Kuzgunlar doğuya uçuyor, arkalarında güneş çok aşağılarda. Tarlalarda ağır bir hava ve nem var; ormanlar, birçok insan yürüyor. Bir çoban köpeğinin ağzından buhar tütüyor. Alling’e beş kilometre, îlk defa arabalardan korkuyorum. Tarlada bir adam dergileri ateşe vermiş. Sesler var, sanki kulelerde çanlar çalıyor. Sis daha da alçalıyor, bir pus. Tarlalar arasında duruyorum. Genç çiftçilerin kullandığı mobiletler gürültüyle önümden geçiyor. Ufka doğru sağ tarafta birçok araba var, çünkü futbol maçı hâlâ devam ediyor. Kuzgunları duyuyorum ama bir inkâr hissi içimde kök salıyor. Evet, sakın yukarı bakmayın! Bırakın gitsinler! Gözünüz o tarafa kaymasın, gözünüzü kâğıttan ayırmayın! Hayır! Bırakın kuzgunlar gitsin! Artık o yöne bakmayacağım! Yağmurdan sırılsıklam olmuş bir eldiven tarlada duruyor. Traktörün bıraktığı tekerlek izlerinin içinde soğuk su toplanmış. Mobiletli gençler araçlarım eş zamanlı olarak ölüme doğru sürüyorlar. Aklıma toplanmamış turplar geliyor ama hakikaten, yemin ederim, etrafta toplanmamış tek bir turp bile yok. Kocaman ve tehditkâr bir traktör bana doğru geliyor, beni ezmek istiyor ama yerimden kımıldamıyorum. Yakınımdaki beyaz bir straforun parçaları bana güven veriyor. İlerideki sürülmüş tarlanın ötesinden, uzaklardan konuşmalar duyuyorum. Bir orman, kara ve hareketsiz duruyor. Şeffaf ay solumda yükseliyor, yani güneyde. Her tarafta tek motorlu uçaklar, karanlık çökmeden akşamın tadını çıkarıyorlar. On adım ileri: Karanlık çıkmaz ayın son çarşambasında gelecek. Orada, durduğum yerde, yerinden çıkmış, siyah ve turuncu renklere boyanmış bir işaret direği var; ucuna baktığımda kuzeydoğuyu gösterdiğini görüyorum. Ormanın yakınında köpekler ve çok sakin şekiller. İçinden geçtiğim bölgede kuduz hüküm sürüyor. Eğer tam üstümdeki sessiz uçakta olsaydım, bir buçuk saatte Paris’te olurdum. Kim odun kesiyor? Bir saat kulesi mi çalıyor? Haydi, artık devam. Nasıl da içinde oturduğumuz arabalara dönüştüğümüzü insanların yüzlerinden okuyabilirsiniz. Askerler, sol kanat çürüyen yaprakların içinde olmak üzere, dinleniyorlar. Karaçalı beni daraltıyor, sözcüğü kastediyorum, “karaçalı” sözcüğünü. Lastiği olmayan bir bisiklet jantı var, üstüne boylu boyunca kırmızı kalpler çizilmiş. Bu yol kıvrımında, gördüğüm izlerden arabaların yoldan çıktıklarını anlıyorum. Bir orman hanı önümde beliriyor, bir kışla kadar büyük. Orada bir köpek var, bir canavar, bir buzağı. Bir anda bana saldıracağı hissine kapılıyorum ama şansıma kapı yerinden uçarcasına açılıyor ve buzağı sessizce içeri giriyor. Çakıl sahneye çıkıyor ve tabanlarımın altına giriyor, ondan önce yerin hareketleri görülüyordu. Mini etekli küçük yaşta kızlar diğer ufaklıkların mobiletlerine binmek için hazırlar. Bir ailenin önüme geçmesine izin veriyorum, kızın adı Esther. Bir mısır tarlası, sürülmemiş, kül rengi ve çıtırdıyor ama hiç rüzgâr yok: Adı ölüm olan bir tarla. Yerde nemden sırılsıklam olmuş ev yapımı beyaz bir kâğıt parçası buldum ve onu kaldırdım, sayfanın ıslaktarlaya bakan yüzünde bir şey okuyabileceğimi umarak. Kâğıtta yazı yok, hayal kırıklığı da. Döttelbauer’de herkes her şeyi kilitlemiş. Yol kenarında, boş şişelerle dolu bir bira kasası dağıtımcıyı bekliyor. Eğer çoban köpeği, ne diyorum, bir kurttu o, kanıma bu kadar susamış olmasaydı, geceyi köpek kulübesinde geçirebilirdim, ne de olsa içinde saman var. Bir bisiklet geliyor ve her tam dönüşte pedalı zincir korumasına çarpıyor. Bariyerler yanımda devam ediyor ve tepemde elektrik. Şimdi üstümden yüksek voltajla çatırdayarak geçiyor. Buradaki butepe Hiç Kimseyi Hiçbir Şeye davet ediyor. Tam altımda bir kasaba kendi ışıklan içinde uzanıyor. Sağda ileride, neredeyse sessiz, canlı bir sokak olmalı. Işık konileri, hiç ses yok. Alling’in dışında, belki uyurum diye bir şapele girdiğimde içeride St. Bemard cinsi köpeğiyle dua eden bir kadın bulunca nasıl da korkmuştum. Önümdeki iki servi, korkularımın ayaklarımdan geçip dipsiz çukura geçmesini sağlıyor. Alling’de bir tane bile meyhane açık değil; karanlık mezarlıkta, sonra futbol sahasında, daha sonra ise hâlen inşaat hâlinde olan ve camların plastik kılıflarla kalınlaştırıldığı bir binada dolaştım. Birisi beni fark ediyor. Alling’in dışında bir keçe, tahminimce turba kulübeleri. Bir çalıdaki karatavukları tedirgin ediyorum, kocaman, ürkmüş bir yığın, önümdeki karanlığa uçuyor. Merak beni doğru yere, bir sayfiye evine götürüyor, bahçe kapalı, göletin üzerinde ufak bir köprü; kilitli. Joschi’den öğrendiğim düz yolu uyguluyorum. Önce bir panjuru zorluyor, sonra bir camı kırıyorum ve içerideyim. Köşeyi kaplayan bir koltuk, kalın süs mumları, hâlâ yanıyor; yatak yok, onun yerine yumuşak bir halı, iki yastık, henüz içilmemiş bir şişe bira. Köşede kırmızı balmumundan bir mühür. 50’lerden kalma, modern tasarımlı bir masa örtüsü. Üstünde, büyük bir gayretle onda biri çözülmüş bir çapraz bulmaca, kenarlardaki karalamalar olası her sözcüğün denendiğini gösteriyor. Çözülenler Kafaya giyilen şey? Şapka. Köpüklü şarap? Şampanya. Uzaktan konuşmaya yarayan cihaz? Telefon. Bulmacanın kalanını çözüyor ve bir hatıra olarak masada bırakıyorum. Muhteşem bir yer, her türlü tehlikeden çok uzakta. Ha evet, uzunca, yuvarlak? Orada işte, dikine, dörtharf, yatay uzanan telefonun L’siyle bitiyor; çözülememiş, ama ilk harfin kutucuğunun kenarlarının üzerinden tükenmez kalemle geçilmiş. Karanlık köy yolunda süt güğümüyle yürüyen kadın gördüğümden beri aklımdan çıkmadı. Acaba dışarıdaki göletin içinde alabalık var mı?
Werner Herzog – Buzda Yuruyus
PDF Kitap İndir |