Werner Sombart – Burjuva

İlk kez günümüzden yaklaşık yüz yıl önce yayımlanmış olan bu metin kapitalist zihniyet, burjuvazi ve kapitalizmin oluşumu konusunda yazılmış en önemli metinlerden biri olma ayrıcalığını hâlâ korumaktadır. Ülkemizde her şeyi basite indirgeme, klişeleştirme alışkanlığı nedeniyle derinlemesine ve okuyucudan çaba harcamasını bekleyen çalışmalar ne yazık ki henüz hak ettikleri ilgiyi görememektedirler. Örneğin, burjuva ve burjuvazinin de derdest edilip, birer klişeye dönüştürülerek üzerinde bile durmaya gerek duyulmamış konular rafına kaldırılmış oldukları söylenebilir. Oysa tarihle biraz ilgilendiğimizde devrim ve devrimcilik; Aydınlanma, nesnel bilimsel bilgi, modern teknoloji, modern demokrasi, insan hakları vs. gibi kavramların tarih sahnesine onunla birlikte ve onun sayesinde çıkmış olduklarını görmezden gelmemiz olanaksızdır. Modern toplumların yaratıcısı olan burjuvazileri günümüzde istediğimiz gibi eleştirip yerden yere vurabilir ve bunda da o kadar haksız olmayabiliriz. Ancak bir an için burjuvazinin tarih sahnesine çıkmamış olduğunu düşündüğümüzde, evrensel düzeyde büyük bir olasılıkla XV. yüzyılın ötesine geçememiş bir inanç dünyasıyla birlikte bir de toplumsal, politik, ahlâki, teknolojik, bilimsel, kültürel ve ekonomik yaşamla karşılaşacağımız söylenebilir. Avrupalı toplumların da bir seçim yapma durumuyla karşılaştıklarında çoğunlukla burjuvaziden yana tavır koymuş oldukları görülmektedir. Türkiye, sözcüğün gerçek anlamında henüz ulusal bir burjuvaziye sahip değildir. Ulusal bir burjuvaziye sahip olabilmek hiç de kolay bir iş değildir. Bunun için muazzam bir enerji ve çaba harcanması gerekmektedir. Sombart, Burjuva’da modern bir kapitalist zihniyet, kapitalizm ve burjuvazinin oluşması için yaklaşık beş yüzyıllık bir süreye gerek duyulmuş olduğunu göstermektedir: Kapitalist zihniyet sorununun doğası ve kökenleri olağanüstü bir şekilde karışık olup, bugüne kadar sanılandan ve sandığımdan çok daha karmaşık bir şeydir. Günümüzde teknoloji, bilim, iletişim ve demokrasinin ulaşmış olduğu aşamaya bakıldığında bu sürenin istenildiği takdirde çok kısalabileceği söylenebilir. Ülkemizde daha çok zihniyetle ilgili çalışmalarıyla tanınan Sabri Ülgener, Burjuva dan çok etkilenmiş ve Sombart’ın başvurduğu yöntemden esinlenip yararlanmıştır.


Ancak Anadolu’da kapitalist zihniyet, burjuvazi ve kapitalizmin ortaya çıkamayışını özellikle din üzerinden açıklama gayreti nedeniyle somut, nesnel bir sonuca ulaşmakta zorlanmış hattâ ulaşamamış olduğu söylenebilir. Sombart’ın Burjuva’sı, M. Mauss’un Armağan başlıklı çalışmasıyla aynı döneme ait olup büyük ölçüde Mauss un iddialarını doğrular niteliktedir. Örneğin, senyörvari yaşam armağan kültürünü çağrıştırırken, burjuva yaşam biçimi bunun tam tersini, yani akılcı düşüncenin ön plana çıktığı bir yaşam biçimini çağrıştırmaktadır. Yazar, kapitalist zihniyet, burjuva ve kapitalizmin oluşmasını iki aşamalı bir olgu şeklinde değerlendirmektedir. Birinci dönemin burjuvaları çoğunlukla namuslu, dürüst, dinine bağlı, kanaatkar, çalışkan, aklın gösterdiği yoldan ayrılmayan insanlardır. Bu dönem yaklaşık XIV. yüzyıldan XIX. yüzyılın başı ya da ortalarına kadar gitmektedir. Sanayileşmiş kapitalizmle birlikte devasa şirketlerin ortaya çıkması büyük burjuvazinin ahlâk anlayışında radikal bir dönüşüme yol açmıştır. İlk başlarda Amerika’da ortaya çıkan bu devasa şirketler aynı zamanda toplumsal ahlâk anlayışında da önemli değişikliklere neden olmuşlardır ancak Sombart’a göre kapitalizmi (1913 yılında hâlâ) ayakta tutan olgu küçük burjuvazinin sahip olduğu ahlâk ilkelerine uygun bir yaşam sürdürüyor olmasıdır. Başka bir deyişle kapitalizm sanayileşme aşamasında bir bakıma mecburen ahlâksızlaşmak zorunda kalmış gibidir. Marx ve Marksistlerin devrimden söz ettikleri, proletaryanın meydan ve sokakları doldurduğu günlerde Sombart, kendilerini nasıl bir geleceğin beklediği sorusuna şöyle bir yanıt vermektedir: Kapitalizm adlı bu devin doğa ve insanları yok ettiğini düşünenler günün birinde onun denetim altına alınabileceğini ve yıkıp geçmiş olduğu duvarların gerisine itilebileceğini ummaktadırlar. Bu sonuca ulaşabilmek içinse insanların ahlâki açıdan ikna edilmelerinin yeterli olabileceği sanılmaktadır. Bana göre bunlar acınası türden girişimlerdir.

Bu dev, gücünden bir şey yitirmediği sürece yapılabilecek tek şey insanların yaşamlarını ve sahip olduklarını koruyabilecek türden önlemler almaktır. İşçileri, yuvaları, vs. koruyabilecek itfaiye pompasına benzeyen türden koruyucu yasalar çıkartılarak, bunlar, iyi örgütlenmiş ve düzgün insanlardan oluşan bir personele emanet edilebilir. Böylelikle uygarlık sınırlarımız içindeki huzur dolu yuvalara sıçrayan ateş parçalarını söndürebilmek mümkün olabilir. Bu dev gücünü sonsuza dek koruyabilecek midir? Günün birinde koşmaktan yorulmayacak mıdır? Bana göre er ya da geç bir gün yorulacaktır. Kanımca kapitalist zihniyet kendi yıkılış ve ölümüne yol açacak tohumu da bünyesinde taşımaktadır. Geçip giden zamana baktığımızda haklı olanın Sombart olduğu görülmektedir. Ancak yazarın bütün konularda haklı çıkmış olduğu söylenemez. Yaşadığı dönemin düşünce akımlarından etkilendiği belli olan Sombart kapitalist zihniyet, burjuva ve kapitalizmin bir yere kadar belli özellik, nitelik ve eğilimlere sahip etnik gruplar, ırklar aracılığıyla ortaya çıkabileceğini iddia etmektedir. Oysa bu iddialar günümüzde Japonya, Brezilya, Meksika, Türkiye, Arjantin, vs. pek çok ülkenin kapitalist bir süreç içine girmeleriyle birlikte geçerliklerini yitirmiş görünmektedirler. O günlerde bile Sombart tartışmayı bıçak sırtı denilebilecek bir zemin üzerinde sürdürmekte ve olayı elinden geldiğince soğukkanlı bir şekilde değerlendirip nesnel bilimsel bir düzeyde tutmaya gayret etmektedir. Bu tarihî, klasikleşmiş olduğu söylenen metin güncelliğinden bir şeyler yitirmiş olmasına karşın hiç kuşkusuz gerçek bir başyapıt niteliğine sahiptir. Kapitalizm ve kapitalist zihniyetin oluşum süreçleriyle burjuvazinin ekonomik bir özne olarak tarih sahnesine nasıl çıkmış olduğunu merak eden herkesin mutlaka okuması gereken ve kendinden sonra gelen pek çok metne öncülük etmiş bir yapıt. Oğuz Adanır İzmir, Kasım 2007 YAZARIN ÖNSÖZÜ 1913 Bu kitapta, zamanımızın güncel ve geleceğe yönelik düşünce yapısını, en iyi şekilde temsil eden kişi olan burjuvanın ortaya çıkışını betimleyip sergilemeye çalışıyorum.

Bu çalışmanın okuyucuda uyandırabileceği düşüncelerin soyut ve boşlukta kaybolup giden türden bilgilere benzememesi; gerçek yaşamla sürekli iç içe olduklarını gösterebilmek amacıyla da yaşayan ve hareket eden insanı araştırmalarımın merkezine yerleştirmiş bulunuyorum ki, bu da bize kitabın başlığının neden böyle konulmuş olduğunu açıklıyor. Alt başlıksa ilgi alanımızın burjuva olduğunu gösteriyor ancak onunla toplumsal bir tipin temsilcisi olarak değil pek çok ahlâki ve entelektüel yeteneğe sahip değişik bir insan türü olduğu için ilgileniyoruz. Bu “modern ekonomi dönemine ait insanın ahlâki ve entelektüel tarihi/geçmişi” zamanla çağımıza yönelik gerçek bir zihniyet eleştirisine dönüştü. Elimizde, kimileri “çok zekice” sayılabilecek bol miktarda eleştirel çözümleme var ve bunlardan birkaçı hiç kuşkusuz benim bugün okuyucuya sunduğum bu kitaptan çok daha ilginçler. Ancak bu “çok zekice” yazılmış yapıtların tam da bu özellikleri nedeniyle kimseyi tatmin etmedikleri ve düşünsel açıdan bizi etkileyip yönlendirme yeteneğinden yoksun oldukları kanısındayım. Bugüne kadar zamanımızın ahlâki ve entelektüel özelliklerini ortaya koymaya çalışan girişimlerin somut bir temelden yoksun olduklarını düşünüyorum. Tarih tarafından oluşturulan bir altyapının psikolojik özelliklerinin çözümlenmesi ihmal edilmiştir. Olgular ve somut unsurların benim öngörmüş olduğumdan daha önemli bir yere sahip olduğu bu çalışmayla sözünü ettiğim boşluğu kapatmaya çalışıyorum. Çağımızda yaşayan insanların ruhsal yapısı gibi sorunları incelemeye kalkıştığımızda bunların köklerinin çok derinlerde olduğu; bu yüzden olgular ve olayların gidişatını çok yakından izlemek durumunda bulunduğumuzu ve ancak bunlara bakarak bir yargı ve sonuca ulaşabileceğimizi gözden hiç kaçırmamamız gerekmektedir. Çok zekice izlenimlerin asla öngöremedikleri şey tarihsel bir sürecin ürünü olan gidişatın özü ve doğasıdır. Çünkü yalnızca tarihsel süreç “bir dönemin zihniyetini” ortaya koyabilir, en azından anlaşılmasını kolaylaştırabilir. Olay sayısındaki çokluk bizim tarihsel olayların akılcı bir yorumunu yapmamızı engelleyemez. Biz çok sayıda belge sunmak yerine, okuyuculara bu belgelerin çözümlemesi ve yorumlamasından oluşan bir buket sunmaya çalışıyoruz. Bu kitabın abartılı bir bilgelik düzeyi ve hiçbir yere götürmeyen akıl yürütmeler gibi iki engeli aşıp aşamadığını okuyucu söyleyecek. GİRİŞ I.

EKONOMİK YAŞAMIN ZİHİNSEL UNSURLARI Tinsel ve ruhsal unsurların ekonomik yaşama müdahaleleri o kadar açık ve seçiktir ki, bu olguyu yadsımak neredeyse bütün insanlarda ortaklaşa bulunan ruhsal bir özü reddetmek anlamına gelecektir. Tüm diğer insani etkinlik biçimleri gibi ekonomik etkinlik de yalnızca insan zihni dış dünyayla bağlantı kurup onu dönüştürdüğünde somutlaşmaktadır. Her türlü üretim, her türlü ulaşım doğanın değişmesini zorunlu kılarken, en anlamlısından en anlamsızına her türlü çalışmanın gerisinde insana özgü ruhsal bir boyutla karşılaşılmaktadır. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için ekonomik yaşamı kafamızda bir beden ve bir ruhtan oluşan bir şey gibi canlandırabiliriz. İçinde her türlü örgütlenmenin yer aldığı ve insanın bunlar aracılığıyla ekonomik gereksinimlerini karşıladığı, aralarında dış çevre koşullarının da yer aldığı ekonomik yaşamı oluşturan biçimlerle üretim ve dağıtım biçimleri ekonomi adlı bütünü oluşturmaktadırlar. Bu bütünle ekonomik yaşamı belirleyen ve içinde zekâ, karakter özellikleri, amaç ve eğilimler, değer yargıları, ekonomik bir sisteme ait insanının davranışını belirleyen ve düzenleyen bütün insani yetenekler ve ruhsal etkinliklerin yer aldığı ekonomik zihniyet adlı şey zıtlaşmaktadır. Çok sık yapıldığı üzere bu terimin uygulama alanını ekonomik etikle kısıtlamak yani ekonomik yaşamda geçerli olan ahlâki normların tamamını belirleme amacıyla kullanmak yerine, olabilecek en geniş anlamda ele alıyorum. Bu ahlâki normlar benim ekonomik yaşamın tinsel unsurları dediğim şeyin yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadırlar. Tinsel unsurlar iki türlüdür. Bir yanda belli bir meslekî alanla sınırlı dikkat ya da çalışkanlık, namuslu ya da dürüst olma gibi konularda önemli sayılabilecek ruhsal özellikler ya da genel geçer deyişler varken; diğer yanda yalnızca ekonomik girişimler esnasında ortaya çıkan hesabı kuvvetli olma, belli bir muhasebe yöntemi uygulama, vs gibi ruhsal davranış biçimleri (bunlar genel yetenekler ya da genel ilkeler arasında da yer alabilirler) vardır. Bütün bu saptamalar bizi çok yakından ilgilendiren bir soruyla karşı karşıya getirmektedir. Bu soruyu ortaya atış biçimim pek çok yanıtlama girişimi ve dolayısıyla çok değişik bakış açılarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Soru şöyledir: Ekonomik yaşam her zaman aynı düşünce biçimi tarafından mı yönlendirilmektedir, daha doğrusu insanlar ekonomik bir yaşantı mı sürdürmek istemektedirler? Yoksa düşünce biçimi bireyler, meslekler, ülkeler, dönemler, vs.ye göre değişen bir şey midir? Sonuç olarak oldukça ilginç bir durumla karşı karşıya kalmış olduğumuz söylenebilir. Çünkü bu soruyu nedense önce usta tarihçiler yanıtlamış ve ekonomik ilişkiler konusunda ısrarla ta başlangıçtan bugüne insanın hep aynı düşünce biçimi tarafından yönlendirilmiş olduğunu iddia etmişlerdir.

Ben bu yaklaşım biçiminde bir tuhaflık olduğunu düşünüyorum çünkü tarihçilerin (haklı olarak!) “gelişmenin genel ilkelerini” oluşturmak gibi tarihsel genellemelere başvurmaktan kesinlikle kaçındıklarını biliyoruz. Windelband gibi tarihçiler gerçekten de tarihin akışının soyut genel önermelere indirgenerek, bunlardan bir dizi basit formüller üretilebileceğini düşünmektedirler. Oysa aynı tarihçilerin bütün güçleriyle benim ekonomik yaşamı belirleyen düşünce biçiminin geçmişten bu yana hep değiştiği ve her zaman değişebileceği savıma karşı çıktıkları görülmektedir. Ekonomik yaşamla fırsat düştükçe ilgilenenlerin (iktisatçıların çok uzun bir süre önce yanlış olduğunu söyledikleri) insanın “ekonomik doğası” denilen, o bir türlü kendisinden kurtulamadıkları, eski düşünce biçimine uygun bir şekilde düşündükleri söylenebilir. Bu klasik düşünürler economical man yaklaşımından yola çıkarak insanı genel bir ekonomi anlayışının içine yerleştirmektedirler. Oysa bu yaklaşımın uzun bir süre önce kapitalist ekonomi biçimine ait insanla ilgili olduğu ortaya konulmuş bulunmaktadır. Ekonomik süreçler konusunda doğru bir kavramsallaştırma için kesinlikle ekonomik yaşama (tinsel ve ruhsal unsurlar anlamında demek istiyoruz) ait düşünce biçiminin içine derinlemesine dalmak ve bunun sonsuz değişkenlerden oluşabileceğini görmek gerekmektedir. Bir başka deyişle ekonomik eylemlerin gerçekleşmesini sağlayan ruhsal nitelikler tıpkı ekonomik yaşamın bütününü belirleyen belirleyici düşünceler ve genel ilkeler gibi bir durumdan diğerine değişebilmektedir. Bana göre eskiden bir esnafı yönlendiren düşünce ile bugün modern bir Amerikalı girişimciyi yönlendiren düşünce birbirlerinden tamamen farklı olduğu gibi; günümüzde bile ekonomik yaşam konusunda bir küçük dükkân sahibiyle bir büyük sanayici ve bir bankacının tavırları arasında muazzam bir fark vardır. Tarafsız bir okuyucu bu türden basit şeylerin altını bando mızıkayla çizerek “doğrulama” girişimimi çocukça bulup itiraz edebilir. Ancak benim “ekonomik yaşamın tinsel unsurları” kuramım hakkında yazılmış olanlardan haberdar olanlar bu kuramın herkes tarafından kabul görmemiş olduğunu ve pek çok eleştirmenimizin hiç duraksamadan onu “yanlışlarla dolu” olarak nitelendirdiğini bilmektedirler. Bu kurama karşı takınılan tavrın nedenlerini anlayabilmek için bu konuda yapılan itirazları bilmek gerekiyor. Bu çok önemli bir konu olup bu itirazların belli başlı olanlarını sıralayıp bana neden dayanaktan yoksun göründüklerini açıklamaya çalışacağım. Bu arada umarım bu isimleri açıklamadığım için okuyucu bana kızmaz. Hiç taviz vermeyenler ekonomik yaşamın her zaman tek ve aynı bir zihniyet tarafından yönlendirildiğini; yaşamlarını herhangi bir ekonomik alana adamış olan insanların her zaman için tek bir amaç yani kazanç ve çıkar peşinde olduklarını ve gelecekte de bunun böyle olacağını iddia etmektedirler.

Bu eleştirilere bakılacak olursa Orta Çağ’da hesabını bilen bir köylüyle modern bir bankacı, gündelik kazancın peşinde koşan bir esnaf ve bir Amerikan tröstünün iş peşinde koşması arasında bir derece farkından başka bir şey yoktur. Bunlara vereceğim yanıtlar (bu çalışma sayfaları boyunca yavaş yavaş ortaya çıkacak olup): 1.Bu her zaman ve yalnızca “derece farkıyla” sınırlı olmaktan uzak bir durumdur; 2.Örneğin, temelinde ampirik olan bir ekonomik etkinlik ve temelinde akılcı olan bir ekonomik etkinlik arasında yalnızca bir derece farkı” yoktur. Ekonomik girişimleri tamamen duygusallığa dayanan bir insanla katı mantık kurallarına uygun bir şekilde davranan insan arasında da bir ” derece farkından” başka şeyler vardır; 3. Bütün ekonomik özneler arasındaki farkları ” derece farklarına” indirgediğimizi varsaysak bile bunların kimi durumlarda insan doğasındaki farklılıklardan” kaynaklandığını kabul etmek durumunda kalabiliriz. Burada mantıksal ve psikolojik unsurların varlığını hatırlatmak durumundayız. Bir devle bir cüce, sıcakla soğuk, yaşlılıkla çocukluk, yoğun bir nüfusla seyrek bir nüfus, başkentle bir taşra kenti, güçlü bir sesle yumuşak bir ses arasındaki “derece farklarının aslında “onların doğaları arasındaki farklar” anlamına geldiğini yadsıyabilmek mümkün müdür? Başka eleştirmenler ekonomik etkinliği yönlendiren zihniyetin bir kişiden diğerine, bir meslekten diğerine, bir dönemden diğerine değişebileceğini kabul etmekle birlikte, her şeye rağmen, insan doğasının “hiç değişmediğinin” yalnızca dışavurum biçimlerinin, içinde bulunulan koşullara göre değişebileceğinin altını çizmektedirler. Bütün insanlık tarihinin “bir ve aynı” olan insan doğasının değişik görünümlerinden oluştuğunu söylemektedirler ki, bu olguyu kimse tartışmadığı gibi insan olmadan herhangi bir tarihsel süreklilikten de söz edebilmenin mümkün olmayacağı söylenebilir. İnsan yaşamını oluşturan: doğum ve ölüm, aşk ve nefret, sadakat ve ihanet, yalan ve hakikat, acıkma ve susama, yoksulluk ve zenginlik gibi temel olaylarla başlangıçtan bugüne karşılaşılmaktadır. Ekonomik bir etkinlik girişiminde bulunma gereksiniminde de bir değişiklik olmadığı gibi ekonomik sürecin ulaştığı nokta konusunda da aynı şey söylenebilir. İnsanlık tarihinin sabit ve değişmeyen özünü ortaya çıkarmak ve betimlemek çok çekici bir konu olabilir ancak tarihçinin görevi bu değildir, zira tarih yazmak demek, ister kabul edin ister etmeyin, değişen olguları sunmak ve farklılıkları ortaya çıkartmak demektir. Son yıllarda yapılan çok sayıda çalışma yadsınması olanaksız bir şekilde ekonomik yaşamın “farklılıklardan” oluştuğunu göstermekle kalmayıp bu durumun maddi unsurlar kadar zihinsel unsurlar için de geçerli olduklarını göstermiştir. Bunlar oldukça önemli ve derinlere inen farklılıklar olup incelenmeye değer konulardır. Eğer istenirse bunların bir ve aynı olan “insan doğasının” farklı görünümleri oldukları ancak bu farklı “görünümlerin” incelenip betimlenmesi gerektiğinden söz edilebilir.

Ancak tarihçilerle benim aramdaki görüş ayrılıkları bununla sınırlı değildir. Asıl itiraz ettikleri ve bütün bilgi birikimlerini üstüne oturttukları nokta şudur: ekonomik zihniyet gerçekten de bir kişiden diğerine ve bir dönemden diğerine değişiyorsa, bu durumda belli bir döneme ait zihniyetten ve çeşitli dönemlere özgü ekonomik zihniyetlerin tarihsel dönemlerle sınırlandırılmasından söz edebilmek mümkün müdür? O zaman da her dönemde farklı bir şekilde yönlendirilmiş birbirlerinden farklı ve ayrı zihniyetlere sahip ekonomik öznelerin varlığından söz etmek daha doğru olmaz mı? Bu sözler karşısında bir açıklama yapmak zorunda olduğumu hissediyorum. Ekonomik dönemler arasında oluşturduğum farklılıklar kimi zihinsel unsurların egemenliği üstüne oturuyor. Kimi zihinsel unsurların egemenliği belli bir dönemin bütünüyle açıklanması konusunda yetersiz kalabilir zira bu işi başarabilmek için bu döneme özgü ekonomik yaşamın dış yapısının da bilinmesi gerekmektedir. Hiç kuşkusuz bir ekonomik yapının biçimi ve onu oluşturan zihniyet arasında belli bir ilişki, bir bağlantı vardır ancak Max Weber’in, Benjamin Franklin konusunda göstermiş olduğu gibi bu ilişki ve bu bağlantı kesin ve değişmez olmayıp, şu biçimin zorunlu olarak bu zihniyete ait olduğunun ya da tersinin iddia edilmesini sağlayamaz. Max Weber: “Herhangi bir zanaatkar atölyesinden bir farkı olmayan bir basımevine sahip olan Benjamin Franklin, kapitalist bir zihniyete sahipti” demektedir. Bu olguyu benim kullandığım terimlerle ifade etmek gerekirse: Bir ekonomik dönemi belirleyen şey onu egemenliği altına almış olan ekonomik sistemdir. Bu tümcenin tam olarak ne anlama geldiğini bilmek istediğimiz takdirde “belli bir zihniyet” deyimi ile “egemen olmak” sözcüğünü yakından incelemek durumundayız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir