Rus toplarının gümbürtüsüyankılanırken güneş, koca ormanlığın hemen ardında bitti. Dün de böyle olmuştu, önceki gün de, yarın da böyle olacaktı, sonsuza kadar hep böyle. Korunağın beri yanında oturuyordu adamlar. Schnurrbart, piposunda biriken ziϐire bir göz attı. Onbaşı Steiner cebindeki cigara paketine uzandı. Sahra telefonunun acı sesi böldüsessizliği. Steiner koştu. Uzun uzun dinledikten sonra bir küfür savurarak kapadı telefonu. Öbürleri merakla baktılar; incelmiş, sakalları uzamış yüzlerinde kuşku okunuyordu. “Ne dedi?” diye sordu Kruger oturduğu masadan. Steiner soruya karşılık vermedi. Solgun yüzü oldukça asıktı; ağzı sinirle gerilince, dudaklarının iki yanındaki derin çizgiler yüzünün sertliğini iyice ortaya çıkarıyordu. Sessizlik sürdü. Masanın üstünde yanan iki mum, tahta duvarlara dizili adamların dev gölgelerini yansıtıyordu. Dışardan Alman makineli tüfeğinin kesik ateşi duyuldu. Kruger boğazını temizledi, sorusunu tekrarladı:”Ne dedi?” “Savaşın anlamsız olduğunu.” Öbürleri şaşkın şaşkın baktılar:”Teğmen Meyer dedi bunu ha?” Steiner başını salladı. “Neden olmasın yani?” Bölük kumandanlarının da savaş üstüne özel bir takım düşünceleri olabilir pekâlâ.” “Tabiı̂, orası öyle de…” Profesör takma adıyla anılan Dorn, incecik elini sakallı çenesinde gezdirdi. “Bence…” “O kadar yorma kafanı,” dedi Steiner. “Bırak yorsun canım.” Schnurrbart ayaklarını masaya dayadı, gülümsedi. “Düşünmemesini emredemezsin. Zaten kafasına bir Rus kurşunu yeyince, kendiliğinden vazgeçecek düşünmekten.” Adamlar gülüştüler, duvarlardaki gölgeler sallandı. “Alay çekiliyormuş,” dedi Steiner kayıtsız bir sesle, tek tepki, Kruger’den geldi. “Neden baştan söylemezsin?” diye haykırarak fırladı ayağa. Çarçabuk toparladı ranzanın üstündeki battaniyeyi, sarmaya başladı. Odžbürleri onu izlediler. Korunakta süregelen uyuşukluk hali, yerini, ansızın çıkıp gitmelere özgü o telâşa kargaşaya bıraktı. Steiner yerinden kıpırdamamıştı, cigarası dudaklarındaydı hâlâ. Başını çevirip Schnurrbart’a baktı; o da ağzında piposu, bacakları masaya dayalı öylece oturuyor, toparlanmaya kalkışmıyordu. Steiner sırıttı. Yalnız Schnurrbart okurdu aklından geçenleri. Schnurrbart’ın asıl adı Karl Reisenauer’di; yüzündeki kara orman, en güçlü usturalara bile bana mısın demeyen kara bıyık yüzünden “Schnurrbart” takma adını takmışlardı ona. Steiner adamları inceledi. Hepsi işlerine dalmışlardı. Zoll ile kızıl saçlı ufak tefek Maag birbirlerine çarptılar ama hazırlanma telâşı içinde küfür savurmayı bile unuttular. Hollerbach öteberisini toplayan Kern’e usulca yardım ediyordu; Kern her zamanki beceriksizliğiyle koca bir denk haline getirmişti eşyasını. Dorn yere diz çökmüş battaniyesini katlıyordu; üç delikanlı Dietz, Pasternack ve Anselm ise yüklerini sırtlamışlardı bile. “Sersemler!” diye mırıldandı Steiner. “Ne var yani?” diyerek sırıttı Schnurrbart.”Seni iyi tanımasaydım ben de toparlanırdım.” “Yine de sersem bunlar,” dedi Steiner; dalgındı. Adamlar eşyalarını toplamışlardı, ansızın Schnurrbart’la Steiner’in yerlerinden kıpırdamadıklarını gördüler. Dorn önce birine, sonra öbürüne baktı; gözlüklerinin silik, önemsiz bir hava verdiği yüzünde şaşkınlık belirtileri okunuyordu. “Dorn kafa yormaya başladı yine,” dedi Schnurrbart. Artık ötekiler de tetikteydiler. Tedirgin bakışlarla Steiner’ı süzüyorlardı. Tatsız bir sessizlik oldu. Bir yerlerden, ağır top ateşiyle bir makineli tüfeğin kesik takırtısı geldi. Neden sonra Kruger kıpırdandı. Yavaşça yaklaştı Steiner’e. “Ne biçim şaka bu böyle?” diye sordu dişlerinin arasından. Steiner alaylı bir bakışla karşılık verdi: “Şakayı yapan sizsiniz. Ben eşyanızı toplayın demedim ki.” “Bölükler çekiliyor dedin,” dedi Dorn öfkeyle. “Yoo, demedim,” dedi Steiner. “Dedin bal gibi!” diye haykırdı Kruger.”Hepimizin kulağı var!” “Kulağa bak hele,” dedi Steiner.”Ben öbür bölükler çekiliyor dedim.” “Allah belâsını…” diye haykırdı Kruger… Sırtındaki dengi kavradığı gibi yere çaldıktan sonra duvar boyunca sıralanmış ranzalara doğru yürüdü. En alt ranzaya büyük bir gürültüyle bıraktı kendini, ellerini başının altına koyup uzandı. Steiner, sırıtarak döndü ötekilere: “Tabur yirmi dakikaya kadar çekiliyor. Biz -yani bizim birlik- artçı kalacak burada.” Adamların yüzlerindeki kan çekildi. Kern, sallanarak çöktü bir iskemleye, “Amma iş!” diye homurdanıyordu. Dietz boğazını kavradı.”Bu sersemler delirmiş,” dedi sesi titreyerek. “Sersemler her zaman delidir zaten,” dedi Steiner. Kalktı, cebinden çıkardığı haritayı masanın üstüne yaydı. Adamlar çevresini sardılar. Parmağıyla batıya giden yolu izledi. Krimskaya’nın biraz ötesinde Kırım’ın ve Karadeniz’in kuzey kesimi uzanıyordu. “Durum şu,” diye açıkladı. “Bu gece tümen, Krimskaya’nın doğusundaki yeni mevzilere hareket ediyor. Yarın gece kentin batısındaki devamlı yerleşme noktalarına varacak. Her tabur gerisinde artçı olarak bir Birlik bırakacak. Başlangıçta, bizim burada yarın sabah beşe kadar kalmamız tasarlanmıştı. Sonradan Rusların kokuyu alıp boşaltılmış mevzilerin ötesine geçtiklerini öğrenmişler…” “Yani Ruslar Krimskaya’ya bizimkilerden önce mi varacaklar?” diye sordu Kruger. Steiner omuz silkti.”Olağan. Ne var ki buyruk buyruktur.” “Yani yarın sabaha kadar burada kalmayı düşünmüyorsun, değil mi?” dedi Dorn korkuyla. “Hayır, sabaha kadar değil. Ama iki saat süreyle buradan ayrılmamamız gerek, belki üç saat,” dedi Steiner sırıtarak.”Yoksa taburdan önce varırız Krimskaya’ya.” Adamların yüzleri sarardı. Maag zorla bir kahkaha attı. “O da garip kaçar, değil mi?” dedi. Gür, kızıl saçlarının arasından sinirden seyiren beyaz yüzü görünüyordu. Zoll öϐkeyle masaya indirdi yumruğunu. “Düpedüz sersemlik bu!” diye gürledi. “Ben şu anda gidiyorum, hemen! Amma mantıksız…” Steiner’ın serinkanlı, dik bakışlarıyla karşılaşınca sustu, boynuna doladığı cırtlak sarı fuları çekiştirmeye koyuldu. “Senin ne düşündüğün kimseyi ilgilendirmez,” dedi Steiner soğuk bir sesle. “Odžğüdünü isteseydim sorardım. Hem asker adamın mantıktan söz etmesi bir Yahudinin ‘Heil Hitler!’ diye bağırması gibi bir şeydir; şimdiye kadar öğrenmen gerekirdi.” Kruger dizine bir şaplak indirdi; ötekiler de kötü kötü güldüler. Kimse sevmezdi Zoll’ü. Taburun en hırçın adamıydı. Steiner, onun çaresizlik içinde yumruklarını sıkışını izledi. Tiksinmişti. Doğruldu, palaskasını bağlarken Schnurrbart’a döndü. “Siz yataklarınızı yayın yine. Bir daha ne zaman uyuma olanağı buluruz kimbilir. Bir nöbetçi dik, önce Maag, sonra Dietz, sonra da Profesör girer nöbete. O zamana kadar gitme saati gelir zaten.” Onun kasketini alışını, tüfeğini omuzuna asıp kapıya doğru yürüyüşünü izlediler. Schnurrbart, ister istemez bir adım attı.”Nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Recon’a,” dedi Steiner. Kapıyı hızla çekti. Birlikte on bir kişiydiler. Tehlikelerle dolu ormanlık bölgeyi gözetleyemeyecek kadar azdılar. Sabaha kalmaz Ruslar, düşmanın zayıf noktalarını keşfederlerdi. Ne olurdu o zaman, Anselm düşünemiyordu bir türlü. Basbayağı intihar görevi verilmişti onlara. Biri çöktü yanına. Baktı, Kern’i gördü.”Ne dersin buna?” diye sordu. Kern omuz silkti. “Ne denilebilir ki? Ikǚ i ucu boklu bir değnek ki ne değnek! Heriϐler düpedüz gözden çıkarmışlar bizi.” Anselm nefretle gözledi onu. Kern’in bayağı tavırları sinirine dokunuyordu. Başından beri hoşlanmamıştı şu heriften. Dudağını ısırdı öϐkeyle. “Bütün diyeceğin buysa,” dedi düşmanca bir sesle, “söylemesen de olur.” Kern sert bir bakışla süzdü onu. “Söylediklerimi beğenmiyorsan sormazsın bir daha,” diye homurdandı. Kalın başparmağıyla ensesini kaşıdı. Kocaman, kıllı elleri vardı. Anselm bu yayvan, çirkin burnu, basık alnı, karmakarışık saçları inceledi. Iyǚ i ki ona benzemiyorum, diye düşündü. Elini çocuksu yüzünden geçirdi. Kern hakkında pek bir şey bilmiyordu; Kern iki hafta kadar önce bir fırın mangasından gelmişti buraya. Kimse bu naklin nedenini bilmiyordu. Aldırdıkları da yoktu. Belki de bir çeşit sürgündü. Hepsinin onun hakkında bildikleri tek şey, eskiden bir han işletmiş olduğuydu, ne yapar yapar bunu sokuştururdu araya. Mahzene dizdiği şarap şişelerinden söz ederken adamlar ilgiyle dinlerlerdi onu. Handan iyice bir gelir kazandığını çıtlatırdı sık sık; Anselm, bir çeşit hınç duyardı içinde o konuşurken. Dalgın dalgın, Kern’in beceriksiz parmaklarıyla cigara sarışını izledi, tütünün yarısı ye re döküldü. Adamın beceriksizliği Anselm’in öfkesini tazeledi. Odžtekiler masanın çevresinde oturuyorlardı. Kruger, “Şimdi uykuyu düşünmenin sırası değil,” diyerek bir deste kâğıt çıkardı cebinden. Burnunu kaşıdı, kaşlarını çattı. Kızgın bir hali vardı ama her zaman kızgındı zaten. Anselm karşısındakinin Könisberg’den gelme bir Doğu Prusyalı olduğunu anımsadı. Babasının Rus olduğu konusunda bir söylenti vardı, iyi konuşurdu Rusçayı. Ama Kruger bu konuda tek kelime söylememişti. Profesör dedikleri Dorn, Kruger’in yanına oturmuştu. Geçimli bir adamdı Dorn. Anselm bu adamın özellikle usul konuşma tarzını tutardı. Neden subay değildi Dorn, sık sık düşünmüştü bunu. Kruger’e bakılırsa kendi istemediğinden. Anselm bu açıklamayı yeterince inandırıcı bulmuyordu doğrusu. Masanın geriye kalan son kişisi Dietz’di, topluluğun en genci bir Güney Almanyalı. Steiner “Bebek” adını takmıştı ona; Kruger hayal kurmaya pek düşkün olduğunu söylemişti. Anselm onları teker teker süzdü; arkadaşlarının varlığı belki neşesini yerine getirebilirdi. Korunaktan ayrılacağı düşüncesi, içini eziyordu. Derin derin iç çekerek, “Çok kötü be!” diye mırıldandı. “Neymiş o çok kötü olan?” diye sordu Kruger. “Buradan ayrılmak zorunda kalmamız.” “Yer değiştirmeye alışmış olman gerek artık.” “Hiç alışamayacağım galiba,” dedi Anselm üzüntüyle. “Burayı hazır edene kadar bir hafta uğraştık, canı cehenneme şu ordunun.” “Amin,” dedi Kruger yumruğunu indirerek; öylesine öϐkeyle indirmişti ki yumruğunu, masanın üstündeki mum söndü. “Ne yaptığını gözün görsün salak!” diye çıkıştı Kern. “Salak sensin,” diye karşılık verdi Kruger. Bir-iki saniye, dövüşe hazırlanan horozlar gibi birbirlerine meydan okudular, sonra Kern iskambilleri masanın üstüne fırlattı. “Bıktım,” diye homurdandı. “Her şeyden bıktım!” Kruger pis pis sırıttı. “Korkudan ödün patlayacak.” Kern, kollarını göğsünün üstünde kavuşturup durdu; besbelli bu sözü geçiştirmenin doğru olup olmadığını tartıyordu. Alaycı bir gülümseyişi yeğledi:”Korktuğumu sandığına göre beni hiç tanıyamamışsın sen.” “Nerden tanıyayım?” diye üsteledi Kruger.”Bize katılışın iki hafta oldu olmadı.” Kern kızardı. “Senin payına övünülecek bir şey değil bu,” dedi öϐkeyle. “Cephede geçmiş iki hafta, iki yıl sayılır. İşini sağlama bağla, gerisini Tanrıya bırak.” “Bakın ne diyor beyler,” diye öbürlerine seslendi Kruger. “Sağır değiliz ya,” dedi Anselm. “Herif eliϐi görse mertek(sopa) sanacak tutup bize bilgiçlik taslıyor. Amma iş ha!” Dietz kapıya baktı. “Steiner nereye gitti acaba?” Schnurrbart yavaşça esnedi. Sonra Kruger’e döndü.”İstersen bir ara onu,” dedi.”Bölük çoktan yola çıkmış olmalı ” “Neden ben arayacakmışım?” “En güvenilir adam sensin burada.” Kruger kalktı, tüfeğine uzandı. Schnurrbart’ın yüzünde hiç hoşuna gitmeyen bir şeyler sezmişti. Yine iskemlesine çöktü. “Ben dadı değilim,” diye terslendi. “Steiner kendine bakabilir.” “Orası öyle,” dedi Schnurrbart kalkarak… “Sana güvenmek zorunda kalsaydı, acırdım ona.” Kruger’in ağzını açmasına kalmadan çıktı korunaktan. Eşikte duraladı. Sık ağaçlıklı bir ormanda mevzilenmişlerdi, ama öylesine karanlıktı ki ortalık, en yakındaki ağaçlar bile görünmüyordu. Maag’ı buldu; nöbetin ne zaman biteceğini sordu Maag.”On dakika sonra,” dedi Schnurrbart.”Steiner geldi mi buraya?” “Şu yana doğru gitti.” Schnurrbart Maag’ın beyaz bir leke gibi duran yüzünü seçmeye çalıştı karanlıkta. “Nereye doğru gitti?” “Rusların oraya,” diye karşılık verdi Maag.”Ne olup bittiğini anlamaya.” “Tek başına mı?” “Tabiî, hep yaptığı şey. Ne var ki bunda?” “Sersem!” diye haykırdı Schnurrbart. Keşke daha önce çıksaydı aramaya. Düşmüş yaprakların genzi yakan kokusu, birkaç gün önce eriyen, süngerleşmiş toprağa sinen karın kokusuna karışmıştı ormanda. Ağaçlardan çıtırtılar geliyordu. Tepeden küçük böcekler düşüyor, ormanı kaplayan ölü bitki tabakaları arasında dolaşıp duruyorlardı. Schnurrbart karanlığı gözledi.”Ne kadar kalacağını söyledi mi?” diye sordu. “Nereden bilebilir. Ruslara kalmış bir şey.” Schnurrbart başını salladı. Ne yapacağını bir kestirebilseydi! Bir süre konuşmadılar. Ormandaki nem, giysilerinden içeri sızmaya başlamıştı, bedenlerini delip geçiyordu sanki. Sonunda Schnurrbart sipere girdi. Tedirginliği gitgide artıyordu. Maag’a döndü. “Git bizimkilere söyle, hazır olsunlar” dedi. “On dakika daha bekleriz. Steiner bu arada gelmezse aramaya çıkarız.” Schnurrbart, ağır makinelinin arkasına çökerken Maag hendekten çıktı, hızla uzaklaştı. Schnurrbart dalgın gözlerle izledi onu, aklı hâlâ Steiner’deydi. Belki de saçmaydı bu kadar meraklanması. Gözlerinin önüne o anda belki de terk edilmiş bir Rus siperinde yanından eksik etmediği kitabını keyiϐle okuyan Steiner geldi, gülümsedi. Tam ona göre bir davranış. Tanıştıklarından bu yana Schiller’in şiirlerini cebinden çıkarmamıştı Steiner; en uygunsuz durumlarda bile sayfaları çevirmekten geri kalmazdı. Belki de yüz kere al baştan etmişti kitabı. Tuhaf; çünkü okumaya düşkün biri de değildi pek. Schnurrbart, başlangıçta Steiner’in kendine ne kadar sert davrandığını hatırladı, ama bir gün bu gelişigüzel ve çoğunluk düşmanca olan tanışıklık birdenbire dostluğa dönüşüvermişti. Bir buçuk yıl kadar önce. Tabur, Kramatorsk’un güneyinde, Rusya karlarıyla örtülmüş, sonsuz bir düzlükte… Günlerdir kesilmemişti kar, müthiş bir tipi. Korunakta oturmuş, küçük sobanın ateşiyle ısınmaya çalışıyorlardı. Gece olmak üzereydi. Odžbür askerler uykuya dalmışlardı bile. Steiner okuyor, Schnurrbart sobanın kızgın kapağını kaldırmış, ekmek kızartıyordu. Ansızın kitabı elinden bırakmıştı Steiner,”Satranç bilir misin?” demişti. — “Eh şöyle böyle,” demişti Schnurrbart. Steiner küçük bir satranç takımı çıkarmıştı denkten, sonra taşları dizmeye koyulmuştu. Oyuna başladılar. Schnurrbart iki, üç hamleden sonra Steiner’ın kendinden çok daha usta olduğunu ayırdetti. Yarım saat sürdü oyun. Ikǚ inci oyunda da başarısızdı. Şahını budalaca kaybedince, bir vuruşta bütün taşları dağıtıverdi. Steiner duygularını belli etmeden bir cigara sardı,”Kaybetmek kolay değil elbet,” dedi. Bir süre hiç konuşmadılar. Fırtına, karı kapıdaki çatlaklardan içeri savuruyordu. Schnurrbart piposunu çıkarıp doldurdu. Yaktıktan sonra Steiner’e döndü. “Karışmak gibi olmasın ama…” dedi. Duraladı, soruyu en iyi nasıl sorabileceğini tarttı. Ansızın sordu sonra:”Bir sevgilin var mı diye soracaktım.” Steiner’in yüzü allak bullak oldu birden; Schnurrbart nasıl özür dileyeceğini şaşırmıştı. “Canını sıkmak istemezdim,” diye atıldı, pişman olmuştu. Daha önceki konuşmalarında Steiner bu konuda konuşmak istemediğini belirtmişti. Ama üç yıl geçmişti aradan. Sormanın ne zararı vardı? Schnurrbart canı sıkkın, piposunu masanın ayağına vurdu, cebine soktu. Konuşmak istemiyorsa bu iş burada biter diye düşünerek esnedi. “Uyusam iyi olacak,” diye mırıldandı. “Çok yorgunum.” Bu sefer Steiner diretiyordu. “Dur bir dakika.” Uyuyanlara bir göz attıktan sonra kollarını masaya dayadı, öne doğru uzandı.”Vardı bir sevgilim,” dedi,”Ama öldü.” Bu sözleri izleyen sessizlikte kükreyen, kırıp içeri girecekmişçesine kapıya yüklenen rüzgârın sesi duyuluyordu yalnız. Demek öyle, diye düşündüSchnurrbart, kayıtsız ama saygılı olmaya çalıştı. Isǚ kemlesine dayandı sonra, bacak bacak üstüne atarak Steiner’in gözlerinin içine baktı.”Duygularını anlıyorum,” dedi usulca. Yine sustular. Yakınlarda bir yerde bir bomba patladı. Korunak, bir-iki sallandı, adamlardan biri inledi uykusunda, anlaşılmaz bir şeyler söyledi… Schnurrbart kapıya baktı. Eşiğin hemen altında ince bir kar şeridi belirmişti. “Bu sürer artık,” diye mırıldandı Schnurrbart. Steiner karşılık vermedi; Schnurrbart yine ona dönerek sordu:”Adı neydi?” “Anne.” Schnurrbart başını eğdi.”Güzel bir ad,” dedi gelişigüzel.”Ne oldu da öldü?” “Bir kaza.” Steiner kapıyı gösterdi parmağıyla. “Böyle bir havaydı. Birlikte sık sık dağlara tırmanırdık. Tam doruğun orada ansızın bir fırtına patladı. Anne kaydı…” Sustu, mumun titrek ışığına daldı. Yine uzun bir sessizlik oldu. Schnurrbart’ın omuzları çökmüştü.”Korkunç bir şey,” dedi.”Ne zaman oldu bu?” “Otuz sekizde. Savaş başlamadan az önce.” “Beş yıl önce, ha? Uzun bir zaman.” “Sana öyle geliyor,” dedi Steiner sinirli sinirli. Başını yavaşça sallıyordu. “Benim için daha dün… Dün, bugün, yarın, sonsuza kadar.” Bir tutam kara saç düştü alnının üstüne, eliyle geri itti saçları.”Anlıyor musun, benim suçumdu,” dedi.”Yalnız benim suçum. Şu eller, şu gördüğün eller bırakıverdi onu. Sen de yaşasaydın o olayı, unutamazdın. Benim gibi, hiç aklından çıkmazdı.” Yüzü birdenbire çökmüştü, derisinin üstüne biri kezzap dökmüştü sanki. Keşke hiç hatırlatmasaydım, diye düşündü Schnurrbart. Çok utanmıştı, uzandı piposunu doldurdu yine. Sobadaki odunlar çıtırdıyor, ara sıra etrafa kıvılcım sıçratıyorlardı. Sessizlik büyük bir acı veriyordu içine. Dirseklerini masaya dayadı birkaç kere boğazını temizledikten sonra konuştu: “Neler duyduğunu anlıyorum, dayanılır şey değil gerçekten. Ama hep bunu düşünerek yaşayamazsın.” Steiner yavaşça başını kaldırdı, arkadaşına baktı. “Hep mi?” Bir şeye kulak veriyormuşçasına uzattı başını. Kendini zorlayarak güldü. “Yok canım, hep düşünmeyeceğim elbet. Onunla karşılaştığımda, bitecek acılar,” dedi. “Karşılaştığında mı? dedi Schnurrbart, şaşırmıştı. “Tabiı̂. Aklımı kaçırdığımı sanıyorsun belki ama onunla karşılaşacağım yine, biliyorum. Ben yaşıyorsam o da yaşıyordur mutlaka. Savaş bitince bir gün nasılsa karşıma çıkacak.” “Biraz fazla ileri gitmiyor musun?” dedi Schnurrbart. Steiner başını hayır anlamında salladı. “Herkes gidebildiği kadar ileri gider.” Bir süre sustular. Schnurrbart sordu sonra:”Ya karşılaşamazsan?” Steiner yavaşça yüzünü ondan yana döndü.”Ne dedin?” “Yani onunla karşılaşmazsan ne yapacaksın?” Steiner elini haϐifçe sallayarak geçiştirdi bu soruyu. “Bu savaşı sağsalim atlatırsam,” dedi, “karşılaşacağım onunla. Ama atlatamazsam.” Kalktı, kapının yanındaki küçücük pencereye yürüdü, dışarı baktı. Schnurrbart, piposunu çekmiş, çizmelerini incelemeye koyulmuştu. Başını kaldırdığında Steiner’in kendini izleyen alaycı bakışlarıyla karşılaştı. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu Steiner. Schnurrbart onun kavga aradığını sezmişti. “Hiiiç,” dedi omuzlarını silkerek. —”Neden çabalıyorsun?” dedi Steiner küçümsercesine.”Anlayamazsın ki dediklerimi.” “Neden anlayamayayım?” “Anlayamazsınız,” diye yineledi Steiner, ansızın kızmıştı. “Hiç biriniz anlayamazsınız; ilkel adamlar, ne olacak!” “Bir dakika ama…” diye başladı Schnurrbart; Steiner sözünü kesti, “Ilǚ kel insanlarsınız hepiniz; bir kadının neler demek olabileceğini aklınıza bile getiremezsiniz. Sizin gözünüzde sıradan bir yaratıktır kadın; bacaklarını açsın da… kim olursa olsun fark etmez!” Sesini yükseltmişti, ranzalarda uyananlar oldu. Uykulu gözlerle ikisini süzdüler; içlerinden biri,”Susun be!” diye homurdandı.”Bırakın da uyuyalım!”. Duvara bir yumruk indirerek döndü Steiner, dört adımda adamın yanına geldi. “Sen sus!” diye kükredi. “Kapa çeneni salak! Işǚ iniz gücünüz uyumak, yemek…” Birden bire sustu. Adamların şaşkın, uykulu yüzlerini tiksintiyle süzdü bir süre, sonra döndü. O kapıya doğru yürürken Schnurrbart koluna yapıştı. “Bu söylediklerine inanıyorsan inan,” dedi yavaşça.”Ama şunu bil ki adamlara haksızlık ediyorsun.” Steiner gözlerinin içine baktı. Sonra birden bire eğildi ona doğru. “Ya sen?” dedi, “Sana da haksızlık etmiyor muyum?” Döndü, korunaktan çıktı. Bu olayı her hatırlayışında tedirginlikle karışık bir hoşnutsuzluk duygusu kaplardı Schnurrbart’ın içini. O anda yanlış bir sözcük kullanmış olsaydı, Steiner’le ilerdeki ilişkileri katlanılmaz bir hale gelecekti, emindi bundan. Oysa birbirlerine yaklaşmıştılar. Umduğu kadar değil belki, çünkü Steiner çekingenliği bir türlü silkip atamamıştı… Birliktekilerden, onun güvenini kayıtsız şartsız kazanabilmiş tek kişi yoktu. Sık sık, en küçük olayları bahane edip hepsinden uzak kalmak istediğini, onlara karşı hiç bir sorumluluk taşımadığını belirtirdi. Sonucu kolaylıkla kötü çıkabilecek tehlikeli bir görev aldığında bile düşüncelerini kendine saklardı. Schnurrbart birdenbire geçmişi unuttu. Içǚ ini çekerek hendeğin üstünden bir göz attı çevreye. Karanlık, is gibi yapışmıştı ağaçlara. Karanlıktan bir adam çıktı, ona doğru yürüdü. Hollerbach’tı gelen. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu Hollerbach. “Hiç,” diyerek omuz silkti Schnurrbart.”Steiner’den haber çıktı mı?” “Yok, kim bilir hangi cehennemde!” “Bu kovalamaca da canını sıkıyor insanın,” diye homurdandı Schnurrbart. “Hiç değilse birimizi alsa yanına.” Hollerbach omuz silkti. “Nerede olduğunu biliyorsundur sen.” Schnurrbart da uzun boyluydu, ama Hollerbach tepeden bakıyordu ona. Başında kasketi yoktu, uçuk sarı, beyazımsı saçları gecede miğfer gibi parlıyordu. Kruger ile o, birliğin sayılı “yaşlı”larındandılar. Dürüst, geçimli bir adamdı, hemen her dağıtımında sevgilisinden mektup almakla ün yapmıştı. Gelgelelim geçen hafta posta gelmemişti tabura. Schnurrbart bütün Kaϐkas Ordusu’nu tuzağa düşüren büyük bir kuşatma harekâtı söylentilerini hatırladı. Bu masallara pek aldırmazdı ama kendilerini tatsız sürprizlerin beklediğinin de farkındaydı. Steiner yanlarında olsaydı keşke. Yüksek sesle;”Katır gibi inatçı,” dedi. “İzinden döneli beri ateş püskürüyor,” dedi Hollerbach.”Ne oldu acaba?” “Ben de bilmiyorum.” Schnurrbart da bunu düşünüyordu aylardır. “Her neyse,” diye konuşmayı sürdürdü Hollerbach, “çavuşluktan erliğe düşmeyi başarabildiğini, hele ceza taburunda da dört ay geçirdiğini gözönünde tutarsak epey bir şeyler becermiş olmalı.” Schnurrbart karnını kaşıdı, düşünceli görünüyordu. Bu konuyu deşmek istemiyordu aslında. Birlik’te, söylentiler birbirini izlemişti ama Steiner’in rütbesinin geri alınış nedenleri tamtamına öğrenilememişti. “Bence sandığın kadar önemli bir şey değildir,” dedi yukardan alarak;”ağzını bir parça açmayagör, hemen takıveriyorlar içeri.” “Orası öyle.” Konuşma tavsayınca Schnurrbart zamanı hesabetmeye çalıştı. Steiner bölüğe altı ay önce dönmüştü. Izyum’da yaralanmış, memleketine hastaneye yollanmıştı. Her halde anlatmak istemediği bir şey olmuştu bu arada. 500. Ceza Taburu’na postalanmıştı. Cezasını çektikten sonra onbaşılığa yükseltilmiş, altı ay önce de her zamankinden biraz daha içine kapanık, biraz daha asık yüzle bölüğe dönmüştü işte. Schnurrbart, onun yağdırılan soruları nasıl ilgisizce geçiştirdiğini hatırladı; sonunda sormaktan vazgeçmişlerdi ister istemez. Aslında son haftalardaki başdöndürücü gelişmeler bu konu üstünde daha fazla kafa yormalarına engel olmuştu. Tuapse’dan çekilişlerini “esnek savunma” diye nitelendirmek gülünçtü artık, sonun başlangıcındaydılar galiba. Bütün bunları ve Steiner’in durumunu düşünen Schnurrbart içini çekti. “Aramaya başlasak,” dedi sabırsızca. “Ben de onu diyecektim. Ama bu karanlıkta ne aranır? Bildiğimiz kadarıyla hâlâ oradalar Ruslar.” Schnurrbart içinden hak verdi ona. Kütüklüğünükuşandı; “Hadi,” dedi, “sen içeri gir de ısın biraz. Ben nöbette kalacağım, ne olur ne olmaz. Neredeyim biliyorsun nasılsa.” Hollerbach başını salladı, yorgun adımlarla korunağa doğru yürüdü. Adamların çoğu uykuya dalmışlardı. Masanın başında Dorn vardı yalnız. Dietz’den biraz sonra nöbeti devralacağına göre uyumanın yararı yoktu. Udžstelik günlerdir gitgide azalan tayınlar yüzünden sık sık kramp giriyordu midesine, uyuyamıyordu. Korunağı şöyle bir gözden geçirip içini çekti. Ikǚ i haftadır eşek gibi çalışmış, yakın yakın köylerden malzeme getirip döşemişlerdi korunağı, kazı yapmış, marangozluk etmiş, pervazları, çerçeveleri, hasır şilteleri hazırlamış, oturulacak hale getirmişlerdi; bütün çaba boşa gitmişti işte. Dorn başını eğip insanların ufacık incelikler gözeterek yaptıkları yerlere nasıl içtenlikle bağlandıklarını düşündü. Başkalarına göre bir oyuktan farksızdı burası ama onlar gibi yersiz yurtsuz askerler için neler demekti. Bu uçsuz bucaksız toprakların, sinir bozucu stratejilerin ülkesinde, hiç bir yerinde anılarıyla ilintili bir şeyler bulunmayan bu yabancı ülkede korunak bir çeşit babaeviydi. Ve tıpkı baba evlerindeymişler gibi bütün duygularıyla ona bağlanmışlardı. Oysa şimdi yine sökeceklerdi direkleri yerlerinden, içlerinde türlü kaygılarla bilinmeyene doğru yola çıkacaklardı. Steiner’in verdiği rapor pek iç açıcı değildi. Yarın nerede geceleyeceklerini kim bilebilirdi? İçini çekti, saate baktı. Nöbet zamanı gelmişti. Ağır ağır yerinden kalktı, çelik miğferi başına geçirdi, tüfeğini alıp dışarı çıktı. Başını kaldırdı, havaya baktı; yağmuru duydu yüzünde. Dikkatle indi kaygan basamaklardan. Gözlükleri buğulanmıştı. Çıkardı, gözlerini karanlığa alıştırmağa çalıştı. Kapıdan bir – iki adım ötede Dietz çıktı karşısına; bir ağaca dayanmış, duruyordu. “Geldin mi?” diye sordu Dietz. “Vakit tamam,” dedi Dorn. Dietz ona doğru bir adım attı. “Ne pis hava,” derken dişleri haϐifçe birbirine vuruyordu. Tüfeği omuzundan alıp silkindi birkaç kere. “Bu gece işimiz iş,” dedi. “Düşün, böyle batak bir ormanda otuz beş kilometre yol yürü işin yoksa.” “Feci gerçekten,” diye onayladı Dorn.
Willi Heinrich – Insan Postu
PDF Kitap İndir |