Heinrich Böll – Cüce ile Bebek

I ̇zleyeceğimiz yollar tastamam belirlenmiştir önceden. I ̇statistik hizmetinde çalışan altı kişilik soruşturma ekibi, her sabah, çeşitli yönlerde çıkar gideriz kentten. O gün Köln’den trene bindiğimde henüz ortalık karanlıktı; katedral bir hayli yaygın göründü gözüme, yaygın, yer yer çatlamış. Tren Deutz’da durduğu zaman, inip binen olmamasına karşın, şeftrenle istasyon müdürü ve kondüktörün birbirleriyle işaretleşmesi acayip ve kasvetli bir oyun gibi geldi bana. Lambalar sallandı, ordan oraya bağrışmalar ve düdük sesleri işitildi. Sonunda lokomotifin pistonu yeniden çalışmaya koyuldu. Ancak Mühlheim’ı geçmiştik ki, günün ağarmaya, Köln’ün doğu kesimindeki dağların aydınlanmaya başladığını gördüm: Birden beliren güneş ışığında, keskin çizgilerle bir kul alacakaranlıktan sıyrılıp çıktı dışarı. Baktım, saat daha altı. Araştırmalarımızı mümkün olduğu kadar çeşitli biçimlerde yapmaya çalışıyoruz. Tüm formaliteleri bir yana bırakıyor, üzerinde sorular basılı kağıtlar kullanmıyorum. Elimizin altında bir tek not defteriyle bir kurşunkalem, bir de bağlı kalmak zorunda olduğumuz bir çalışma planı. Ş efin en son buluşu: Ziyaret edeceğimiz kimseleri elden geldiğince erken, «adeta günlük yaşamın eşiğinde» ziyaret etmek. Nankör, ağır bir iş. I ̇şte böylece, az sonra, yine paltomun düğmelerini ilikleyip kasketime uzandım; çünkü dışardan bir sesin, «Üpladen, Opladen!» diye bağırdığını duymuştum. I ̇stasyondan çıktıktan sonra aşağı yukarı sekiz dakika yürüyüp, bana bildirilen adrese geldim: Kırmızı tuğladan ufak tefek bir ev.


Zile basıp bekledim. Epey bekledim. Ama hiç ses seda duyulmadı. Yoldan gelip geçenler, tuhaf bakışlarla beni süzüyorlardı. I ̇çerde ise çıt çıkmıyor, sarımtırak perde kımıldamadan öylece duruyordu. Yalnız, porselen bir cüce, kucağında bir akordeon, camla perde arasındaki pervazda oturuyor, küt parmaklarıyla anlaşılan bir türlü bulup çıkaramadığı bir melodiyi arıyordu. Bilinmeyene doğru bir sırıtış vardı yüzünde. Ancak hayli zaman baktıktan sonra sonra fark ettim ki, bir sigara tablasının üzerine çömmüştü, oyuk kasketinde bir sigara sokuluydu. Bir kez daha çaldım zili. Az önce süt güğümüyle yanımdan geçmiş olan bir kadın, bana doğru yaklaştı. Halinde bir yorgunluk: «Kimi istiyorsunuz?» diye sordu. «Bay Meixner’i», diye cevapladım. Kadın başını salladı: «Bay Meixner öldü!» dedi. «Peki karısı?» diye sordum. «Karısı hastanede.

» Kadın, başını sallayarak gitti. Bir ara dönüp arkasına bir göz attı; çünkü ben yerimden kımıldamamış, cücenin suratına bakıp duruyordum. Derken ağır ağır yürüyüp istasyona döndüm. Böyle durumlarda bizzat girişimde bulunup, bize verilenden başka . adreslere başvurmaya yetkimiz yoktur. Ölen ölmüştür; genel listede, belli bir bölmede bir çizgi olarak alır yerini. Düsseldorf trenine atladım. Opladen’deki adresin yanına özenle bir çarpı işareti yapıp, gazete okumaya koyuldum. Ama, sırıtışı bana pek de öyle tesadüfi gelmeyen cücenin umutsuzlukla kaplanmış porselen yüzü, bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. Düsseldorfa varınca, acele ayrıldım istasyondan. Bizim – işde yanılmak, adeta olmayacak bir şey. Hangi tramvaylara bineceğimiz bile önceden bildirilmiştir bize. Bindiğimiz tramvaylar, hiç şaşmaksızın, ziyaret edeceğimiz evlerin elden geldiği kadar yakınına getirip bırakır bizi. Tramvaya atladım, biletçiye bilet parasını uzattım. On dakika sonra, bir sigara bayiinin önünde tramvaydan inip, dükkandan içeri daldım.

Bir öbek püro kutusunun arkasından bir kadın doğrulup kalktı ayağa. Uzun boylu, kaskatı bir şey. Kollarının yalnız dirsek kısmından aşağısını oynatıp, üst yarımını vücuduna yapışık tutması, bir yapmacıklık veriyordu haline. Yüzüne baktım. «Buyrun?» diye sordu. Her zamanki sözleri sıralamak üzere derin bir soluk aldım. Beri yandan cebimden kimliğimi çıkarıp tuttum elimde. Adetim üzere, konuştuğum kimseyle aramda kişisellikten alabildiğine uzak bir havanın doğmasını sağlamak için, konuşmaya bile bile tekdüze bir edayla başlar, sorularımı yine tekdüze bir sesle yöneltirim karşımdakine. Beri yandan, soruşturduğum kimsenin bakmam yüzüne. O gün de, kadının omuzlarının üzerinden, başında fes, kendini deli dolu bir havaya kaptırmış, parmaklarının arasındaki sigarayı tüttüren ve bir camiye doğru gülümseyen bir Türk’e diktim gözlerimi. «Zeka Enstitüsü’nden geliyorum», diye başladım. «Günün her saatinde, her yerde, her sınıf halk arasında soruşturmalar yapıp, bazı konular üzerinde insanların nasıl düşündüğünü araştırmaya çalışıyoruz. Size de birkaç soru sormamıza izin verirseniz, bizi minnettar bırakmış olursunuz. Tabii aramızda kalacak konuşulanlar…» «Sorunuz», diye cevap verdi kadın, sakin. Ağzı.

açılmıştı; aşırı yorgunluktan kaynaklanır görünen bir gülümseme uçuştu yüzünde. «Allah’a inanıyor musunuz?» dedim. Kadın, ellerini tezgahtan alıp, ilkin kalbine, sonra başına götürdü. Ağır gözkapaklarını iyice kaldırdı yukarı; iri, durgun ve gri bir göz gördüm. Arkadan, başıyla: «Evet», dedi. «Allah’ı nasıl düşünüyorsunuz?» «Allah üzgün», diye cevap verdi, serinkanlı. «Bizim onu avutmam1z gerekiyor.» Bir an sustum. Arkadan, «teşekkür ederim», deyip ayrıldım. Aynı soruları yirmi dakika sonra, bir pencerenin tül perdesinin gerisinde put gibi durmuş, sokaktan gelip geçenleri seyreden bir adama sordum. I ̇smi Balun idi adamın. Parlaklığını yitirmiş dişleri mavimsi renkteydi. Kolları bir hayli kıllıydı. Perdenin püskülleriyle oynayıp dazlak kafasında ölümsü bir hüzün ifadesiyle bana dönerek: «Allah vardı», dedi. «Ama insanlar onu öldürdü, ondan sonra da bir daha dirilmedi.

» Ziyaret ettiğim üçüncü ev, yarı yıkık bir durumdaydı. En son yağmurdan kalma bir su birikintisinde bir çocuk oynuyordu; uçuk benizli, kendi halinde bir şey. Merdivenden doğru bir kadının şarkı söyleyen sesi geldi kulağıma. Güzel söylüyor, çocuk da hafiften mırıldanıp, şarkıya katılıyordu. Sakınarak çıktım merdivenden. I ̇lk katta bir kapı aralık duruyordu; hamur açmak için masanın üzerine eğilmiş bir kadının sırtı çarptı gözüme. Demin şarkı söyleyen kadındı. Ayak sesimi işitince susup arkasına döndü. Top top kara saçlarının çevrelediği solgun yüzüyle, sakin; bana baktı. «Bayan Dietz siz misiniz?» diye sordum. Başıyla onayladı. Her zamanki sözlerimi tekdüze bir edayla yuvarladım. Ben bile tekdüze konuşmamdan taşan büyüleyici ahengin etkisi altında kalmıştım. , I ̇lkin sustu kadın. Ellerini önlüğüne kuruladı.

Ağzı açık, gözlerini dikerek bana baktı: «Allah», dedi, «I ̇ki Allah var, biri zenginlerin Allah’ı, öbürü yoksulların.» Güçlükle soluk alarak, ikinci soruya geçtim. Uzun boylu düşünmedi kadın: «Bir tanesi sert, ama güçsüz», diye cevapladı, «C?tekisi yumuak, ama çok güçlü, çok!» «Teşekkür ederim», dedim, ama kımıldamadım yerimden. Kadınla göz göze geldik. Bir an, sessizlik oldu. Derken ikimiz de gülümsedik. Arkadn, merdivenleri inmeye koyuldum. Aktarma trenime yetişebilmek için istasyona seğirttim. Belki de kadına gülümsemem çok uzun sürmüş, vakit geç olmuştu. Oturacak bir yer bulup, not defterimi çıkardım. Düsseldorfdaki soruşturmalarımın sonuçlarını kaydettim içine. Aslında, bizim şefin, yazılı şeylere sözlü açıklamalardan daha az güveni vardır. Bizim yanımıza konuşmaları olduğu için zaptedecek minik ses alma aygıtları vermeyi tasarlamakta ki, böyle bir durumda bize yalnız soruşturmanın yapıldığı çevreyi kısaca tanıtmak kalacak. Ne var ki, şefin kendileriyle iş yaptığı patronlar, anlaşılan şimdiye dek masraftan kaçınmış görünüyorlar. Saat on ikiye doğru Gelsenkirchen’e indim.

Yağmur yağmaya başlamıştı. Yağmur altında, usul usul, kent içinden yürüdüm. Havada kekremsi bir tat vardı trenlerde, tren giderken duyulan.kokuyu andırıyordu; acı ve baharatımsı. Kuytuca semtlerden birine geldiğimde de değişmedi havadaki bu tat. Yıkıntıların üzerini boydan boya aslanağızları tutmuştu. Ziyaret edeceğim evin numarasını ararken, bir bakkal dükkanının önünde durdum. Reklam için asılmış · tabelalar yağmurda donuk donuk parlıyor, öteberiler ıslak camların gerisinde bir akvaryumda yüzüyormuş gibi görünüyordu. Bitişikteki dükkana girdim. Bir berber salonu. Çıt çıkmıyordu. Bir boşluk içine gömülmüş gibiydi dükkan. Geride, lastik eşyaların reklamını yapan bir afiş, mavimsi ışıldıyor, onun yanında, yüzünde alabildiğine memnun bir gülümseme, bir tıraş kremi;:;in güzelliğiyle kendinden geçmiş görünen bir bay seçiliyordu. Lavaboların üstündeki aynada kendimi gördüm; perişan bir halim vardı. «Bakar mısınız?» diye seslenip,bekledim, ama bir kımıltı falan olmadı.

Bitişik odalardan birinde çocuklar oynuyordu anlaşılan, boğuk bağrışmalarını işitiyordum. Oracıktaki bir koltuğa çöktüm, pipomu doldurup ateşledim. Sonra, çengelde asılı resimli dergilerden bir tanesini indirdim. Dergi nerdeyse üç haftalıktı; kapağını, hala yüzyılın en güzel kadim diye gösterilen, oysa hanidir unutulmuş bulunan bir film yıldızının resmi süslemişti. I ̇kinci sahifede suçsuz olduğunu kesinlikle öne süren bir generalin insancıl yüzü çarptı gözüme. Neden suçsuzmuş, yazmıyordu. Derken hızla dükkanın kapısı açılıp, rüzgar gibi bir genç kız girdi içeri. Hamaratlık taşan neşeli yüzü bana yabancı gelmedi. Elindeki not defterini görünce durumu tastamam kavradım. «Günaydan, usta!» diye seslendi kız. «Zeka Enstitüsü’nden geliyorum. Birkaç soru sormama müsaade eder misiniz?» «Hay hay!» dedim. Pipomu ağzıma alıp, iri iri dumanlar savurdum. «Allah’a ioanıyor musunuz?» «Evet!» diye cevap verdim. «Allah’ı nasıl düşünüyorsunuz?» «Ben Hıristiyan bir kimseyim» dedim.

«OO, güzel!» diye bağırdı. «Gerçekten mi?» «Gerçekten!» dedim. «Teşekkür ederim», diye cevap verdi kız, Not defterini cebine koyup, koşa koşa basamaklardan çıktı. Kapıyı çattadan kapadı arkasından. Acele etmeden ayağa kalktım. Dükkan sahibini yanıbaşımda dikiliyor bulunca, korktum birden. Adam gençten biriydi, saçları dağılmıştı, terlemiş görünüyordu. Gülümsedi: «Affedersiniz», dedi, «çok beklediniz mi?» «Yo yo!» diye cevapladım gülümseyerek. «Ne buyurdunuz?» diye sor9u. «Lütfen tıraş bıçağı verir misiniz?» dedim. «On tane,ama çabuk tarafından.» Dükkan sahibi rafa koşup bir paket tıraş bıçağı aldı, bana uzattı. Parayı önüne atıp, dışarı fırladım. Köşe başında meslektaş bayana yetişip, peşi sıra yürümeye koyuldum. Yağmurun altında yürü babam yürü, hemen bütün kenti bir baştan bir başa arşınladık.

Demir fabrikalarının, dev kuruluşların, maden oca11;nın önünden, işlek caddelerden ve büyük bir parkın içindn geçtik. Meslektaş bayan, tastamam benden öğle sonrası için ziyaret etmem istenen adresleri dolaşıyordu. Anlaşılan, «Gezileri Planlama Dairesi» bir hata yapmıştı. Sonunda, geç vakit, meslektaşımın arkasından istas•ıona geldim. Ama eve gitmeyi canım istemiyordu. I ̇stasy\m yakınındaki bir sinemaya girip oturdum. Sıcacık ve sessizdi içerisi. Asıl filmin başlamasından az sonra uykuya daldım. Sinemadan çıktığımda yağmur hata atıştırıyordu. Güney yönünde kalkan bir trene atladım. Oturduğum yerde dalmışım. Ancak tren durunca uyandım uykudan. Karanlıkta bir sesin, «Üpladen, Opladen, burası Opladen!» diye bağırdığını işitinceye kadar kestirmiştim. Fırlayıp kalktım. Ağdan kasketimi alıp, acele indim trenden.

Ancak turnikeye gelip durduğum ve tren yoluna devam ederek, karanlıkta usul usul yanıbaşımdan geçip gittiği zaman aklıma geldi: Opladen’da görülecek bir işim kalmamıştı. Bundan sonraki tren bir saat sonra kalkıyordu. Yavaş yavaş yürüyüp, sabahleyin ilk ziyaret ettiğim eve gitmekten başka yapacak bir şey bulamadım. Daha uzaktan, evde ışık yakılmış olduğunu gördüm. Acele yaklaştım. Kapıda Meixner isminin üzerine bir kağıt yapıştırılmıştı. Yolun karşı tarafına geçip, penceredeki cüceye baktım; arkadan vuran ışık altında adeta canlı gibi duruyordu. Odanın içinde, bir yandan bir yana, kırmızımsı bir manto giymiş genç bir kadın yürüdü ve ansızın kalktı perde, gecelikli ufak bir kız pencerenin pervazına yaslanıp, bebeğini sımsıkı camlara bastırdı. Eskimiş, kirli bir bebek; ama ben yine elimi kaldırıp bir işaret yolladım bebeğe. Kız korktu, sert bir hareket yaptı. Bu arada çarpıp yere düşürdü cüceyi. Cücenin tuzla buz olduğunu sesten anladım; kısa süren bir şıngırtı işitilmişti yalnız. Kız, gözden kayboldu. Bebek, yan yatmış, camlara dayalı, hala duruyordu yerinde Diken diken saçları vardı. Bebeğe bir işaret daha yollayıp, usul usul yürümeye koyuldum.

Derken, bir başka odadan doğru bir bağırtı geldi kulağıma. Anladım ki, kız dayak yiyordu. Çocuklar habire dayak yerler, hemen her vakit suçsuz yere, her vakit boş yere. Allah vere de, dedim, çok dayak yemese kızcağız. Yolda bir kez daha durup dinlediğimde, sesler kesilmişti. Kızı bir de babası dövmesin diye dua ettim. Belki ölmüştü adam, ya da şimdi gece vardiyasında çalışıyordu. Belki de sokakta gerçekten kara bir adamın durup, bebeğe işaret ettiğine inanacaktı. Bir şeyler olsa da, kız bir daha dayak yemeseydi. Çok ağır adımlarla yürüyüp istasyona döndüm.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir