William James – Faydacilik

Bay Chesterton, kendisinin “Sapkınlıklar” olarak adlandırdığı saygın makalelerinin önsözünde şunları söyler: “Kimileri insan hakkındaki en pratik ve en önemli şeyin hâlâ insanın evrene bakışı olduğunu düşünür. Ben de bunlardan birisiyim. Bir evsahibi için kiracısının aylık gelirini öğrenmek önemlidir, fakat kiracısının felsefesini öğrenmek bundan çok daha önemlidir. Yine, bir komutan için düşmanının niceliğini öğrenmek büyük önem taşısa da, temel sorun düşmanın felsefesini öğrenebilmektir. Bizim sorunumuz da evrenin (kozmos ç.n.) özdeği nasıl etkilediği değil, özdek üzerinde uzun vadede başka nelerin etkili olabileceğini araştırmaktır.” Bu noktada Bay Chesterton ile aynı åkirleri paylaşıyorum. Şunu biliyorum ki, hepiniz bir felsefeye sahipsiniz ve bunun en ilginç ve en önemli yönü de felsefelerinizin sizin yaşamlarınızdaki belirleyiciliğidir. Böyle bir konuya girmekle üstlenmiş olduğum sorumluluğun verdiği heyecanı tam olarak yenebilmiş değilim. Hepimiz için büyük önem taşıyan felsefe, teknik bir sorun değildir. Felsefe en uygun tabiriyle bizlerin zayıf noktasıdır. Bu yüzden felseå tartışmalarımızda her zaman için belirli bir yapaylık mevcuttur: Tüm önermelerimizin en güçlüsü daima geri planda kalır. Bunu aşabilirsek, ki aşacağımıza inanıyorum, sorunun kökenine inebileceğiz. Elbette ki burada felsefe tarihine damgasını vurmuş ve felsefe tarihinde kendine özgü bir yer edinmiş olan insanlardan söz ediyorum. Plato, Locke, Hegel ve Spencer yaradılış itibariyle böylesi düşünürlerdir. Kuşkusuz çoğumuz, kesin bir entelektüel yaradılışa sahip değiliz. Farklı bileşenlerin bir bileşkesiyiz. Can alıcı sorunlar hakkında ortaya koyduğumuz tercihlerin tam olarak bilincinde olduğumuz söylenemez. Bazen bunları dile getirdiğimiz halde, eninde sonunda moda olanı takip ederiz ya da bulunduğumuz coğrafyadaki en popüler ålozofun åkirlerini uygularız. Fakat felsefede hesaba katılması gereken asıl nokta insanın sorunları görebilmesi, kendi özgün yöntemiyle değerlendirmesi ve karşıt görüşleri bertaraf edebilmesidir. Kesin bir entelektüel yaradılışa sahip olmak ve bu yönde bir duruş sergileyebilmek hâlâ mümkündür. Sözünü ettiğim entelektüel yaradılış gereği; insan felsefeye olduğu kadar, edebiyat, sanat, siyaset ve davranış biçimlerine de eğilmelidir. Davranış biçimlerinde karşımıza şekilci veya bağımsız kişiler çıkar. Siyasette karşımıza otorite yanlısı veya anarşist kişiler çıkar. Edebiyatta karşımıza gelenekçi veya gerçekçi kişiler çıkar. Sanatta ise karşımıza klasikler veya romantikler çıkar. Bu ayrımlara hepimiz aşinayız. Felsefede de benzer bir ayrım “akılcılar” ile “deneyciler” arasında yaşanır. Akılcılar mutlak ve ölümsüz ilkelerin peşinde koşarken, deneyciler olguları esas alır. Ne olgulardan ne de ilkelerden bağımsız yaşayamayacağımızı göz önünde bulundurursak, bunun daha çok bir vurgu farkı olduğu düşünülebilir. Yine de bu iki eğilimin evrene bakışındaki farklar hiç de küçümsenecek boyutlarda değildir. Temel fark basit, ama bir o kadar da derindir. Eğilimler arasındaki farklar, bu eğilimi benimseyen insanlar arasındaki farklardan daha basit ve derindir. Çünkü insan doğasında her türden kombinasyon mevcuttur. Akılcılar ve deneyciler hakkındaki åkirlerimi tam olarak ortaya koyduğumda ve ikincil nitelikteki karakteristikleri üzerinde durduğumda, bu noktaya tekrar döneceğim. Faydacılığı karakterize etme amacım doğrultusunda doğanın karşımıza çıkardığı kombinasyonları kullanacağım. Tarihsel olarak “entelektüalizm” terimi “akılcılık”la ve “algıcılık” terimi ise “deneycilik”le eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Akılcılık genellikle idealistlik ve iyimserlikle birlikte anılır. Deneycilik ise genel olarak materyalizmle birlikte anılır. Akılcılık her zaman için tekilcidir; genelden ve evrensel olandan hareket edip parçaların bütünlüğünü ortaya koyar. Deneycilik ise parçalardan yola çıkar ve bütündeki parçaları esas alır; bu yüzden çoğulcu olduğunu söylemek mümkündür. Akılcılık kendisini deneyciliğe oranla daha dinsel olarak ortaya koyar. Bunlar üzerine söylenebilecek çok şey olduğunu göz önünde bulundurarak kısaca değinmeyi tercih ediyorum. Akılcılığı benimsemiş bir insanın duygusal, deneyciliği benimsemiş bir insanınsa katı olduğu söylenebilir. Akılcılık genellikle özgür iradeye vurgu yaparken, deneycilik kelimenin gerçek anlamıyla yazgıcıdır. Son olarak, akılcılığı benimsemiş olanlar ilişkilerinde daha dogmatikken, deneyciliği benimsemiş olanlar daha şüphecidir ve her şeyi tartışmaya açıktır. Sözünü ettiğimiz iki tür varoluşun özelliklerini aşağıdaki gibi özetleyebiliriz: “İLKELERİ” TAKİP EDENLER “OLGULARI” TAKİP EDENLER Akılcıdır Deneycidir Zekâya vurgu yapar Algılara vurgu yapar İyimserdir Kötümserdir Dindardır Dindar değildir Özgür iradeye vurgu yapar Yazgıcıdır Tekilcidir Çoğulcudur Dogmatiktir Şüphecidir Çizdiğimiz tabloda hangi varoluşun kendi içinde daha tutarlı olduğu sorusunu ertelemekte fayda var. Yukarıdaki gibi şematize edilebilecek eğilimleri benimsemiş olan insanlarda her iki türden de özellikler görülebileceği unutulmamalıdır. Kuşkusuz hepimizin çevresinde bu iki tür varoluşa en belirgin örnekler olarak gösterilebilecek insanlar mevcuttur ve bu insanların karşı taraftaki insanlar hakkındaki görüşleri tahmin edilebilir. Aslında birbirleri hakkındaki åkirleri yüzeyseldir. Oysa aralarındaki rekabet, çağlar boyunca felseå atmosferin bir parçası olagelmiştir. Günümüzde de felseå atmosferdeki önemini korumaktadır. Akılcılar, karşı cepheden bakıldığında duygusal ve yumuşak başlı iken, deneyciler katı ya da acımasızdır. Karşılıklı reaksiyonları, Amerikalı turistlerin uzak ülkelerin yerlileriyle karşılaştıklarında sergiledikleri reaksiyonlara benzer. Her biri karşısındakinin kendine düşman olduğuna inanır. Fakat bu düşmanlığın kâh korkuya, kâh eğlenceye dönüştüğü olur. Tekrarlamakta fayda var ki içimizde ancak küçük bir azınlığın böylesi saf ve keskin tutumu mevcuttur. Çoğumuz, her iki taraftan da kendimiz için iyi olduğunu düşündüğümüz özellikleri benimseriz. Hayatımızdan ne olguları, ne de ilkeleri tam olarak dışlayamayacağımız açıktır. Akılcılığı benimsediğimizde karşımıza tek bir dünya çıkar. Deneyciliği benimsediğimizde ise farklı farklı dünyalarla karşılaşırız. Ama sonunda bir çeşit “çoğulcu tekillik sentezi” oluştururuz. Kuşkusuz her şey kesin olarak tanımlanmalıdır, ama aynı ölçüde kuşku götürmeyen bir gerçeklik vardır ki o da irademizin özgür olduğudur. Gerçek felsefe bir çeşit gönüllü determinizmdir. Bütünün içinde işlevsiz olan parçalar olabilir, ama bütünün kendisini kötü olarak silip atmak mümkün değildir. Böylelikle pratik kötümserlik, metafizik bir iyimserlikle harmanlanabilir. Nitekim akımların gerçek temsilcileri dışındakiler radikal olmayı ve sistemi mutlaklaştırmayı değil, kendi gelişimleri doğrultusunda akıllarına en yatkın olanı benimseyerek yaşamayı tercih eder. İçimizden bazıları bu akımların gerçek temsilciliğine soyunarak diğerlerini tutarsızlık ve kararsızlıkla suçlayabilir. Şüphesiz karşıt uçların hiç bağdaşmayacak unsurlarını harmanlamaya çalıştığımız sürece, kelimenin gerçek anlamıyla entelektüel bir vicdana sahip olacağımız söylenemez. Akılcılık ve deneyciliği birbiriyle bağdaştıran bir sistem düşünebiliriz: Olgulara bilimsel bir bağlılık duyan, aynı zamanda dini ya da romantik tarzda insani değerleri de yadsımayan bir sistem… Fakat böylesi bir sistemde karşımıza bir ikilemin çıkması kaçınılmazdır; çünkü varacağımız sonuçlar birbirinden çok farklıdır. Deneycilik, hümanizm dışı ya da din dışı olarak karşımıza çıkacak; akılcı felsefe olgulardan tamamen bağımsız bir biçimde kendini dini açıdan ortaya koyacaktır. İçimizden kaçının, yaşamda felsefeyi böylesine uç noktalarına götürebilecek bir çizgide ilerlediği tartışmaya açıktır. Bu yüzden akılcı sistemlerin gerçekdışılığına eğilmekte fayda vardır. Bir ya da iki yıl önce öğrencilerimden birinin bana sunmuş olduğu tezi sizlerle paylaşmak isterdim. Fakat söylemek istediklerimi öylesine açık söylüyordu ki bundan vazgeçtim. Bu öğrencim, felsefe derslerinde ele alınan evrenin sokakta geride bıraktığı ilişkilerden tamamıyla bağımsız olduğunu söylemekle işe başlıyordu. Bu ikisi öylesine birbirinden bağımsızdı ki ikisini aynı anda düşünebilmeniz bile mümkün değildi. Gerçekten de kişisel deneyimlerimizin dünyası, yani sokaklardaki dünya, hayalgücümüzün ötesinde karmaşık, yanıltıcı, şaşırtıcı ve acılarla dolu bir dünyadır. Felsefe öğretmenlerinin sunduğu dünya ise basit, açık ve soyludur; saýık ve soyluluk üzerine kurulu bu dünyada gerçek yaşamın çelişkilerine yer yoktur. Bize sunulan şey karşımızdaki tepede ışıldamakta olan göz alıcı bir tapınak gibidir. Felsefe, bu açıdan ele alındığında gerçek dünyanın bir muhasebesi olmaktan çok, ona yapılan bir katkı niteliğine bürünür. Böylelikle akılcı imgelem, olguların karmaşık ve gotik karakterinden uzak kalabildiği klasik tarzda bir tapınağa kavuşur. İçinde yaşadığımız evrenin olgularına bir açıklama getirmek yerine, baştan sona yeni bir evren tanımı getirdiği için bir çeşit kaçış anlamı da taşır. Akılcı felsefe, yaradılışı itibariyle içinde yaşadığımız evrene tamamıyla uzaktır. Onu karakterize eden başlıca faktör anlıktır. Bu felsefede, şiddetle arzulanan şey arıtılmış objelerdir. Fakat şaşırtıcı ve acımasız olgularla dolu karmaşık evrenimizde arıtılmışlıktan bahsetmenin doğruluğu tartışmaya açıktır. Arılık, tek tek olgular söz konusu olduğunda mümkündür. Bununla birlikte arıtılmışlığı düstur edinen bir felsefenin, tek başına tatmin edici olabileceğini düşünmek pek de mümkün değildir. Eninde sonunda ulaşılan sonuç yapay olacaktır. Bunun sonucunda bilim insanları inzivaya çekilmiş bir hayalet gibi dolaşan metaåziğe sırtlarını çevirecek; pratik insanlar paçalarındaki felsefe tozunu silkerek yollarına devam edecektir. Yukarıda sözünü ettiğimiz türden saf ve gerçekdışı bir sistemin akılcı bir insanı dahi tatmin edebileceğini söylemek güçtür. Leibnitz, diğer tüm akılcı düşünürlere oranla, olgulara gerektiği önemi vermiştir. Onun büyülü bir dil kullandığı “Theodicee” adlı eseri, biz insanlara Tanrının tercihlerinin doğruluğunu kanıtlamayı amaç edinir; içinde yaşadığımız dünya tüm olası dünyaların en iyisidir. Leibnitz, benimsediği iyimser felsefesinin diğer çıkmazlarının yanısıra bu konuya ilişkin şu cümleleri sarf etmiştir: “Tanrının Krallığının uçsuz bucaksızlığını tasavvur ettiğimizde; iyiliklerin bir okyanus, kötülüklerin ise ancak bir damlacık olduğunu görebiliriz. Coelius, kısa bir süre önce yayımlanan ‘De Amplitudine Regni Coelestis’ adlı eserinde Tanrının Krallığının sınırları konusunda yanılgıya düşmüştür. Antik çağlarda insanlar Tanrının oynadığı rol hakkında çok az åkre sahiptir… Onlara göre, hayat yalnızca içinde yaşadığımız dünyamızdan ibarettir; Avustralya yerlileriyle karşılaşmak bile onların kafalarını karıştırmaya yeterlidir. Ufukları birkaç ışıldayan küre ve kristal şekille sınırlıdır. Ama günümüzde evrenin sonsuzluğu içerisinde; bizimki kadar, hatta daha da büyük sayısız yerkürenin olduğunu biliyoruz. Dünyamız güneşin yörüngesindeki gezegenlerden yalnızca bir tanesidir. Evrende güneş sistemi gibi birçok sistemin varolduğunu ve dünyamızın bunlardan yalnızca birinin uydusu olduğunu düşündüğümüzde evrenin sonsuzluğunu daha kolay kavrayabiliriz. Tüm bunlarda yaşama dair hiçbir bulgu olmasa bile bunların harikuladeliği hakkında şüpheye düşmemeliyiz. Kötülükten iyilik doğamayacağına göre, evrenin kötülüklerle dolu olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir. Dahası her tarafımızın yıldızlarla kaplı olduğunu düşünürsek, bu yıldızların ardında henüz göremediğimiz bir başka boyutun olmadığını kim söyleyebilir? Tüm bu evreni kucaklamakta olan boyut mutluluk ve görkemle dolu olabilir… Dünyayı ve üzerinde yaşayanları, bir de bu açıdan bakarak düşünelim. Dünyamız evrende küçük bir noktadan başka bir şey değildir. Evrenin sonsuzluğu içerisinde yalnızca küçük bir nokta olan dünyamızdaki kötülükler de, evrenin kusursuzluğu karşısında küçücük kalır.” Leibnitz şöyle devam eder: “Suç konusunda yeni herhangi bir şey ortaya koymayan, diğerlerine örnek teşkil etmekten uzak olan ve de zararın telaå edilmesini amaçlamayan bir adalet yaklaşımından söz etmek mümkündür. Bu adalet, günahın bedelinin ödenmesi açısından kusursuzdur. Hobbes, bu cezalandırıcı adalete, intikamcı olduğu ve Tanrının kendisine has gördüğü bir yöntemi kullandığı için karşı çıkar… Ancak bu her şeyin doğasında rastlayabileceğimiz bir olgudur; yalnızca mağdur olan tarafı değil, herkesi hoşnut etmeyi başarır. Çok güzel bir bestenin ya da muhteşem bir mimari eserin bizlerde yarattığı etkiyi yaratır. Bu yüzden, acının hiç kimseyi günahtan uzaklaştıracağı düşünülmese bile kötüye eziyet etmeye devam edilir; ödülün bir kimseyi daha iyi kılmayacağı bilindiği halde iyiler ödüllendirilir. Kötüler, kendilerini yeni cezaların beklediğini bile bile günah işlemeye devam ederler; iyilerse iyiliklerini sürdürerek yeni yeni ödüllere ulaşırlar. İşte bunu liyakat ilkesiyle açıklıyoruz… çünkü Tanrı her şeyi daha önce de söylediğim gibi kusursuz bir uyum içinde yaratmıştır.” Leibnitz’in tutumu öylesine gerçekdışıdır ki üzerinde herhangi bir yorum yapmaya gerek yoktur. Kötü bir ruhun deneyimleri konusunda hiç de gerçekçi bir yaklaşım geliştirememiştir. Oysa, Tanrının bizlere örnek olarak gönderdiği “yitik ruhlar”ın sayısı ne kadar az olursa, iyiliğin görkemi de o ölçü de belirsizleşecektir. Bu gerçeğin üzerinden atlayan Leibnitz’in bize sunduğu şey soğuk bir yazınsal eserden öteye geçmemektedir; hem de cehennem ateşinin dahi ısıtamayacağı bir eser. Akılcı felsefenin sığlığını gözler önüne sermek için entelektüel açıdan sığ çağlara dönmemiz gerekmiyor. Günümüz akılcılığının iyimserliği de olguları benimseyen zihinler için aynı sığlığı ifade etmektedir. Gerçek evrenin uçsuz bucaksızlığı karşısında akılcılığın sunduğu kapalı sistemlerin yetersiz kalması kaçınılmazdır. Günlük yaşamda, mükemmellik erişilmesi gereken bir süreçtir. Akılcı felsefeye göre ise mükemmellik sonu olan göreceli bir ilüzyondur; mükemmellik varlıkların kendisindedir. Sözünü ettiğimiz dini felsefenin iyimserliğinin sığlığını gösterebilmek açısından, cesur bir anarşist olan Morrison I. Swift’in yazılarına bakmamız yararlı olacaktır. Bay Swift’in anarşizmi benim durduğum noktadan çok daha ötesine geçse de idealist iyimserlikten duyduğu hoşnutsuzluk dikkate değerdir. “Teslimiyet” başlıklı broşürüne gazetelerden derlediği intihar, cinayet ve benzeri haberlerle başlar: “John Corcoran, iş bulma amacıyla dondurucu soğuğun altında şehri karış karış dolaşmış ve kapıldığı umutsuzluk sonucunda karbonik asit içerek intihar etmiştir. Hastalığı nedeniyle üç hafta önce işten çıkarılan bir katip olan John Corcoran’dan kirasını ödeyemediği için evini terk etmesi istenmiştir. Karısı ile altı çocuğuna ekmek götürebilmek için kar kürüyerek para kazanmaya çalışsa da hastalığı nedeniyle buna uzun süre katlanamamıştır. İş bulma umutlarının kaybolduğu akşam eve döndüğünde karısı ve çocuklarını aç bulmuştur. Sabah uyandığında yaşamına son vermeyi seçmiştir. Buna benzer daha nice örnek karşımızda durmaktadır, hepsini sıralamak için ciltler yetmez. Hepsinin ortak bir yönü var ki, o da yaşadığımız dünyayı gözler önüne sermeleridir. Günümüzde yayımlanmış bir eserde ‘Yaşadığımız dünyada Tanrının varlığının farkındayız,’ denmektedir. (Profesör Royce, Dünya ve Birey adlı eserinin ikinci cildinde içinde yaşadığımız dünyadaki kötülüklerin ebedi düzenin mükemmelliğine ışık tuttuğunu savunmaktadır.) F.H. Bradley de Görüntü ve Gerçek adlı eserinde ‘Mutlak, içinde barındırdığı farklılık ve çeşitliliklerle daha zengindir.’ sözlerine yer vermektedir. Yani onlara göre bu talihsiz insanların karşılaştığı felaketler evreni ve dolayısıyla felsefeyi de zenginleştiren şeylerdir. Oysa Profesör Royce ve Bradley, kendilerine göre “gerçek” ve “mutlak” olanın peçesini açmayı tercih etmemektedir. Aynı şekilde kötülük ve acı olgularını açıklamaktan da uzak durmaktadır. Ama bu noktada ulaşılacak açıklıklar, insanların evren hakkında bilinçlenmesinin tek koşuludur. Bu talihsiz insanların yüzleştikleri şey gerçeğin ta kendisidir. Evrenin mutlak bir aşamasını gözler önüne sermektedir. Bu kişisel deneyimler, dağarcıklarımızda neyin ne olduğunu gösteren en önemli faktörlerdir. Bu insanların yaşadığı şeyleri düşünmek, onların yaşadıkları karşısında doğrudan ve kişisel olarak neleri düşündükleriyle bir midir? Bunu yaşayan insanlar gerçeği kavrarken, ålozoýar yalnızca gölgelerle meşgul olurlar. Filozoýarın ve ayrıcalıklı kesimlerin dışında kalan sessiz çoğunluk giderek bu gerçekliği kavramaktadır. Böylelikle evreni ve dini sorgulamayı öğrenmektedir. Geçirdiği cinnet sonucunda çocuklarını öldürdükten sonra intihar eden işçi de modern dünyanın ibret verici örneklerinden biridir. Bunu, kendi içlerinde kutsallaştırılan Tanrı, Sevgi ve Varlık kavramlarıyla bağdaştırabilmek mümkün müdür? Oysa ki bu türden olaylar İsa’dan yirmi yüzyıl sonra günümüz dünyasının yadsınamaz gerçeklerindendir. Bu türden deneyimleri görmezlikten gelen bir felsefe neye hizmet edebilir ki? Tüm bu olgular dinin hükümsüzlüğünü kanıtlamaya yetmiyor mu? İnsanlık, dinle daha fazla vakit kaybetmemelidir. Buna yirmi yüzyıl kaå gelmiştir. Din, inandırıcılığını kaybetmiştir. İnsanoğlu inandırıcılığını kaybeden sistemlerle daha fazla oyalanmamalıdır.” 1 Yukarıda aktardığımız reaksiyon, deneyci bir insanın akılcılığa gösterdiği tipik bir reaksiyondur. Bay Swift, dinin gerçekleri görmeden yolunda ilerlemeye çalışan bir uyurgezere benzediğini iddia eder. Bu iddia, her ne kadar Bay Swift’teki kadar keskin olmasa da, doğal ihtiyaçlarını karşılamak üzere yüzlerini felsefecilere dönmüş herkesin paylaşabileceği bir iddiadır. Deneyci yazarlar okura materyalist açıklamalar getirecek, akılcı yazarlar dini yanıtlar vermeye çalışacaktır. Ancak uzun vadede ölümcül bir nitelik kazanabilecek olan bu eleştiriler ve hoşnutsuzluk sonucunda okuyucu bizleri felsefeciler olarak yargılayacak ve bu ciddi iddiaya doyurucu bir yanıt bekleyecektir. Şimdi geldiğimiz noktada, çalışmalarımın sonucunda ulaştığım çözümün önemi ortaya çıkmaktadır. Faydacılık her türden ihtiyaca cevap verebilecek bir felsefe olarak görünmektedir. Faydacılık, bir yandan deneycilik gibi dinle ilişkisini kesmemekte, bir yandan da akılcılık gibi olgularla bağını koparmamaktadır. Faydacılık konusunu önümüzdeki bölümlerde derinlemesine ele almadan önce şimdiye dek üzerinde durduğumuz konuları toparlamakta fayda var. Felsefeyle profesyonel anlamda ilgilenenleriniz, çizdiğim ayrımları fazlasıyla acımasız ve kaba bulabilir. Akılcılığın mutlaklığını bir suçmuş gibi gördüğüm, olgulara esir olmak yerine bir kaçış yolu sunduğu için onu haksız yere eleştirdiğim düşünülebilir. Felsefenin kendisinin bir tedavi yöntemi ya da kaçış yolu olduğu iddia edilebilir. Felsefenin dini kesin bir şekilde dışlaması halinde gerçekliğin acımasızlığı karşısında bir kaçış yolu olma özelliğini kaybedeceği düşünülebilir: Zihinlerimizi, hayvani dürtülerden arındırarak yüksek idealler doğrultusunda daha soylu amaçlara yönlendirmenin nesi sakıncalıdır? En güzel katedraller bile bir mimarın kâğıt üzerindeki planlarına göre yükselmez mi? İlkeler de yaşantımızı şekillendiren mutlak taslaklar değil midir? Arılıktan uzak durmak bize ne kazandıracaktır? Tek gerçek acımasız olgular mıdır?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir