Wolfgang Smith – Kuantum Bilmecesi

Kuantum teorisinin bulgularının felsefi anlamlarının peşine düştü~ğümüz anda kendimizi zorlukların ve kafa karıştırıcı unsurların içinde buluruz. Bu yalnızca mikrokozmosun ince ve karmaşık yapısından kaynaklanmaz, asıl önceliğe ve öneme sahip, Rene Descartes’den bu yana düşünsel alanda hakim bir konuma sahip olan belli yanlış metafizik öncüIlere bağlanmaktan kaynaklanır. Bu öncüller nelerdır? tlkin, renk gibi “Đkincil” ya da niteliksel özelliklerin tümünden yoksun olduğu sanılan, “yer kaplayan varlıklar” veya res extansa diye adlandırılan varlıklardan oluşan bir Kartezyen dış dünya tasavvuru söz konusudur. Bu felsefeye göre geriye kalan her şey res cogitans ya da “düşünen varlıklar” diye sınıflandırılmaktadır ki, bunların yapısal eylemi, deyim yerindeyse yer kaplamak değil düşünmektir. Böylece Descartes’e göre evrende “res extensa” olmayan her şey “bir düşünce nesnesi”dir, başka bir deyişle, belirli bir res cogitans’ın veya zihnin dışında varlığı olmayan bir şeydir. Bu ikiliğin kendine özgü bir işleve sahip olduğu kabul edilir; aslında ikincil özelliklerin, Kartezyen kategorilerin ikincisine atfedilmesi yoluyla birinci kategoriler bir adımda ölçülemez derecede basitleştirilir. Geriye kalan, aslında tam da matematiksel fizikçilerin prensipte “artık12 • KUANTUM BlLMECESl sız dünya” diye düşündükleri “dış dünya” olacaktır. Ancak bunun bir bedeli vardır: Bir kez gerçek ikiye bölündüğü için hiç kimse parçaların tekrar nasıl bir araya getirileceğini bilmemektedir. Bilhassa res cogitans, “res extensa “nın bilgisine nasıl sahip olacaktır? Elbette algı yoluyla; ama bu sefer de algıladığımız şeyin ne olduğu sorusu gündeme gelecektir. Kartezyen öncesi dönemde felsefeciler ve felsefeci olmayanlar tarafından paylaşılan ortak düşünce, görsel algı edirniyle bizim gerçekten “dış dünyayı gözlem”lediğimizdi. Rene Descartes buna karşı çıkar ve iyi bir neden göstererek Kartezyen ipso faeto res cogitans’a ait olmalıdır, çünkü res extansa hiçbir surette renge sahip olamaz. Böylece Descartes baştaki ilk ön kabullerini izleyerek çatallanma diye bilinen görüşün teorisini kurmaya yönelmiştir. Bu tez, yani algısal nesnenin münhasıran res cogitans’a ait olduğunu veya başka bir deyişle bizim gerçekte algıladığımız şeyin özel ve öznel olduğunu öne sürer. Kartezyencilik ortak inanca kaba bir karşı çıkışla bizim “dış dünyayı gözlem”lemediğimiz üzerinde ısrar eder. Bu felsefeye göre bizler gerçekliğin içinde hapsolmuş durumdayızdır, her birimiz kendi özel dünyası içinde yaşamaktadır ve normalde bizim dış dünyanın bir parçasını oluşturduğumuz görüşü aslında bir hayal varlığı algısal eylemin ötesine geçmeyen -düş gibizihinsel bir kurgudur.


Ne var ki bu sav hiç değilse kuşku uyandırıcıdır, çünkü şayet algılama eylemi, iç ve dış dünyalar arasındaki, res cogitans ve “res extensa” arasındaki mesafeyi gerçekten kapatamıyorsa, o zaman bu mesele nasıl kapatılacaktır? Başka bir deyişle dış varlıkların ve öncelikle bir dış dünyanın olduğu nasıl bilinecektir. Hatırlanacağı gibi, Descartes o meşhur şüphelerinin üstesinden gelmek için büyük zorluklar çekmiş ve sonunda bugün çok az insanın ikna edici bulduğu dolambaçlı bir argümanla ancak o zorlukları atlatabilmiştir. çetin ceviz bilim adamlarının uzun zamandan beri gönüllü olarak deneysel bilginin gerçek imkanını yalanlayan akılcı bir doktrini öne sürmüş olmaları tuhaf değil mi? Ancak bu epistemolojik çıkmaz göz ardı edilirse -ya da onun çözüldüğü üzerinde ısrar edilirseKartezyerıciliğirı sunduğu bariz kazançtan tatmin sağlanabilir. Az önce de belirttiğim gibi, çatallanmadan doğan dış dünyanın basitleşmesi, sınırsız bir alanda işlev görecek bir matematiksel fiziği düşünmernizi öngörmektedir. Fakat mesele, her halukarda çatallanmanın bir bakıma faydalı olup olmadığı, basitçe onun doğru ve MADDĐ DÜNYAYı YENĐDEN KEŞFETMEK • 13 esasen ispat edilebilir olup olmadığıdır. tık önce çözülmesi gereken husus budur. Fiziğin yorumu ile ilgili tüm diğer meseleler açıkça buna bağlıdır ve dolayısıyla sıralarını beklemeleri gerekir. Bilimsel, felsefi ve akli her araştırma dünyanın varlığını ve onun kısmen de olsa bilindiğini en başta kabul eder. O kimi bilim adamlarının ya da felsefecilerin düşündükleri belirli anlamlarda var olmak zorunda değildir. O, tam da kendini bizim incelernemize sunacak bir konumda var olabilecek ve var olması gereken bir şeydir. Dahası onun bu şekilde kendini bir mantıksal zorunlulukla sunması gerekir, çünkü o kısmen bilinebilen gerçek bir dünya kavrayışına aittir -düzlemin bir gölgesini kaplamak için bir daire yapısına ait olsa bileBaşka bir deyişle, eğer dünya kısmen bilinemeseydi, o zaman o ipsa [acto hiçbir surette “bizim” dünyamız olamazdı. Bundan dolayı bir bakıma -her ne kadar kolaylıkla yanlış anlaşılabilse de- dünya “bizim için” mevcuttur; daha önce belirttiğim gibi “bizim incelememiz için” oradadır. Şimdi bu incelerneyi kuşkusuz duyularımız sayesinde algısal yolla yapabiliriz. O, algılamanın sabit ve saf bir duyumsamak olmadığı gerçeğinden hareketle ancak anlaşılabilir. Yani o, sadece görüntülerin pasif bir algılanışı veya insan zekasından yoksun bir eylem değildir.

Ne var ki bu eylem nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bizi çevreleyen şeyleri algıladığımız şartların elverdiği ölçüde onları görebildiğimiz, duyabildiğimiz, tadabildiğimiz, koklayabildiğimiz ve onlara dokunabildiğimiz gerçeği değişmez. Bu nedenle dünyanın prensipte algılanamaz ya da algılanmamış olduğunu söylemek tamamen abes ve boş konuşmak olur. Üstelik bu dile karşı işlenmiş bir suçtur -tıpkı okyanusun kuru, ormanın boş olduğunu söylemek gibi. Dünya açıkça algılanabilir şeylerin alanı olarak kavranıldığında o, şu anda aktüel olarak algılanamasalar bile uygun şartlar oluştuğunda bir şekilde algılanabilecek şeyleri kapsamaktadır. Burası can alıcı noktadır. Sözgelimi, ben şu anda masarnı algılıyorum (görme ve dokunma duyularırnla) ve çalışma odamdan ayrıldığımda artık onu algılayamayacağım ama esas nokta döndüğümde onu tekrar algılayabilecek olmamdır. Piskopos Berkeley’in haklı olarak belirttiği gibi maddi bir nesnenin var olduğunu söylemek onun her şartta algılandığını söylemek değil, uygun şartlar altında algılanabileceğini söylemektir. Bu sıkça unutulan yaşamsal gerçek onun meşhur sözünün altını çizmektedir: Esse est percipi (Var olmak algılanmaktır). Gerçi bu hayli 14 • KUANTUM BILMECESI kısa ifade aslında sahte bir idealizm şeklinde de yorumlanabilir. Bu tehlike -Đrlarıdalı piskoposun olmaması için çok dua ettiği! -öncelikle Berkeley’in formülündeki percipi’nin kasıtlı biçimde yanlış anlaşılmasından doğabilir. Az önce işaret ettiğim gibi algılamak salt bir duyumsamak olarak yanlış anlaşılabilir ve bu aslında John Locke’nin zamanından 20. yüzyıla kadar çoğu felsefecinin düştüğü hatadır. Sırası geldiğinde bu kaba ve yetersiz görüş incelenmiş ve öncü ekoller tarafından ıskartaya çıkarılmıştır. Dış nesneyi algıladığımız garanti altına alındıktan sonra tabii onu kısmen algılayabildiğimiz ve varlık yığınının deyim yerindeyse kaçınılmız biçimde gözlerimizden saklı kaldığını da kabul etmemiz gerekir. Şöyle ki, en üst algı türünde, yani görsel algıda dış yüzey görünürken iç kısım algılanamaz durumda kalmaktadır.

Şimdi bir nesnenin algılanabilmesi için onun bütünüyle algılanması gerektiği düşünülebilir -bu olgu açıkçası bizim aslında hiçbir şeyi hiçbir surette algılayamadığımızı ima eder- Ne var ki bu, bizim gerçekliğe ancak kısmen nüfuz eden algılama durumumuza, dış nesneleri algıladığımız varsayımına değil bilhassa “ya hep ya hiç” algılama görüşüne karşı değil midir? Gerçek şu ki, kendini yalnızca kısmen ortaya koyma nesnenin doğasına ait bir şeydir, aynı bir dairenin düzlemin belirsiz bir kısmını dışarıda tutması gibi. Aşina olduğumuz maddi alanda işleyen basit ve açık bir “belirsizlik ilkesi” mevcuttur: Ne geniş çapta dış dünya ne de onun içindeki en küçük bir nesne “artıksız” olarak bilinebilir ya da algılanabilir. Dolayısıyla o hem, basit ya da tek yanlı olan, beşeri gözlemcinin sahip olduğu belli bir yetersizlik nedeniyle hem de maddi nesnenin kendi asli doğası gereği bilinemezdir. Elbette daha çok algılamak ve algısal bilgimizi arttırmak mümkündür, tıpkı bir daireyi büyütmenin mümkün olması gibi. Öte yandan imkansız olan şey nesneyi algı yoluyla “tüketmek”tir, daireyi düzlemde “belirsiz bir kalınn” dışarıda bırakmayacak noktaya kadar büyütmek gibi. Keza “dışlarnı olmayan” bir daire daire olamayacağı gibi “tamamen algılanmış” maddi bir nesnenin de artık maddi bir nesne olmayacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Daha basit şekilde söyleyecek olursak, eğer Tanrılarının gözüyle dünyayı “gözlern’tlersek böyle bir dünya artık var olmayacaktır -tıpkı yeterince parlak bir ışığın vurması halinde sinema ekranının üzerindeki görüntülerin kaybolması gibi. Sinema metaforu kuşkusuz çok da ileri götürülmemelidir, çünkü eğer Tanrı maddi dünyayı “görür” ise, bu alMADDI DÜNYAYı YENIDEN KEŞFETMEK • 15 gı dünyanın içindekileri yok etmez. Ancak maddi varlıklar mevcudiyetlerini sürdürseler bile onlar artık herşeyi bilen gözlemcinin gördüğü şeyler olmaktan çıkacaklardır. Yine aynı noktaya geldik; bir kez maddi bir nesne “bütünüyle bilinirse”, artık o ipso facto maddi bir nesne olmaktan çıkar. Bu varlıkların -tanırn gereği- “bizim için”, algı yoluyla keşfedilrnek için var oldukları unutulmamalıdır. Gerçek şu ki, “biz” ekranda bir şekilde bulunuyoruz -bu örnekte bir nesne olarak değil bir özne olarak- Bu öznel varlık unutulabilir veya göz ardı edilebilir ama oradan çıkarılamaz-yani daha yakından bir incelemeyle şu söylenebilir; gözükmek nesnenin kendi asli doğasında vardır. Nesne çeşitli yollarla beşeri gözlemciye yönelik varlığını görecelilik işaretleriyle birlikte kaçınılmaz biçimde sergiler. Bu “işaret’Terderı biri, bizim de az önce değindiğimiz gibi, nesnenin ancak kısmen bilinebilmeye ya da algılanabilmeye uygun oluşudur. Öte yandan bizim ancak kısmen algılayabildiğimiz gerçeğine ilaveten, biz yine kaçınılmaz olarak “bağlamsal” algılarız ve bu da nesnenin üzerinde kendinden atamayacağı bir özelliğini oluşturur.

Başka bir ifadeyle maddi bir nesnenin ÖZ nitelikleri istisnasız belli anlamda bağlamsaldır. Bu noktaya daha yakından bakalım. Örneğin bir nesnenin algılanan şekli benim nesneye göre hangi konumda olduğuma bağlıdır. Hatta renk bil ışığın hangi açıdan vurduğuyla ilintilidir. Her ne kadar şeklin bağlamsallığı şüphe duyulmadan genellikle kabul edilse de renk de aynı derecede bir “bağlamsal öznitelik” olduğuna göre, onun da Kartezyen anlamda “ikincil özrıitelik” olması gerekir iddiası ikna edici görünmektedir. Ama niçin? Gerçekten de bağlamsal bir özniteliğin nesnel bir gerçek olmasına engel olan şey nedir? Cevap; gerçekçi bir nesnellik düşüncesine bağlarıdığırnız sürece hiçbiri buna engel olmaz. Şeklin bağlarrısallığı söz konusu olduğunda, iki boyutlu algılanan şekillerin sabit üç boyutlu bir “şekil’Tn düzlemsel izdüşümleri olarak düşünülebileceği açıktır. Yine de üç boyutlu şekil ve aslında tüm birinci öznitelikle ne kadar “sabit” olsa da, daha temel bir anlamda bağlamsal olmak zorundadırlar. Bir öznitelik herşeyden önce bir etkileşirnin gözlemlenebilen özelliğinden ne eksik ne fazladır. Örneğin kütle, yerçekimsel ve ivmesel etkileşirnlenn gözlemlenebilen bir özelliğidir, bu sayede bariz bir cisim şu kadardır deriz, onu bir teraziye koyduğumuzda terazinin ibresinin onun ağırlığı oranında oynadığını görürüz. 16 • KUANTUM BĐLMECESĐ Niteliksel özellikler içinde durum aynıdır. Sözgelimi renk de “etkileşimin gözlemlenebilen bir özelliği”dir – çünkü bildiğimiz gibi, bir nesnenin rengi, o nesnenin yansıttığı bir ışık demetiyle etkileşimi sonucunda algılanır- Elbette niteliksel özelliklerle niceliksel özellikler arasında büyük bir fark vardır- “kategorik” bir Iark-‘ – Örneğin kırmızılık kütleden farklı olarak sayacın göstergesi tarafından tespit edilebilen bir şey değildir, daha çok o doğrudan algılanır. Bu nedenle o niceleştirilemez veya matematiksel bir formüle sokulamaz ve sonuçta matematiksel bir sabit olarak değerlendirilemez. Yine de kırmızılık bir çeşit sabittir, çünkü gerçekte kırmızı bir nesne beyaz bir ışığın altında bir gözlemci tarafından gözlemlendiğinde -her seferinde!- kırmızı görünecektir. Her iki tür özellik de kaçınılmaz olara bağlamsal olduğu gibi aynı zamanda nesneldir de; kütle kadar renk de öyledir.

Nesnel olmak öncelikle bir nesneye ait olmak demektir. Öte yandan maddi bir nesne bulunduğu konuma bağlı olarak özelliklerini -niteliksel ve niceliksel tabiisergileyen bir şey değilse, nedir peki? Nesne Kartezyen res extansa ya da Kantçı “dirıg an sich” olduğundan bu yana, gerçekte kendi özrıitelikleri açısından anlaşılmış ya da tanımlanmıştır. Daha doğrusu somut nesne kendi özniteliklerinin bütünü ile ideal biçimde özdeşleştirilmiştir ve bu özniteliklerin her biri prensipte gözlemlenebilir olsa da çoğu nesnelerin doğasında sonsuza değin gözlemlenemez olarak kalacaktır. Başta anlaşılması gereken dünyada her şeyin “basitçe var olmak’ttan uzak olduğudur. Var olan herşey mutlaka başka varlıklarla etkileşim içindedir -erı uzak gözlemciler de dahil olmak üzere. Dolayısıyla dünya pek çok bireyin, kendi başına var olan cisimlerin -onlar ister res extarıse isterse “atomlar” olsun fark etmez salt bir ardalığı olarak anlaşılmamalıdır, bunun yerine her unsurun bir başkasıyla ve dolayısıyla bütünle ilişki içinde olduğu zorunlu biçimde bilinci veya öznel kutbu içeren organik bir birlik olarak anlaşılmalıdır. Bu temel keşif -pek çoklarının bugünlerde kuantum fiziğinin son bulgularıyla ya da Doğu gizemciliği ile ilişkilendirdiği – “çıplak göz “le bile yapılabilir. Öyle ki, o duyu yoluyla algılanan maddi dünyaya olduğu kadar yeni keşfedilen kuantum sahasına da uygundur. Kartezyenci hatalı peşin hükümlerden doğan yanılsamalar ve önyargılara kapılmadan maddi dünyayı görmemize asırlardır engel olan şey işte budur. Her ne kadar kütle gibi niceliksel özellikler bağlamsal olsalar da, tamamen dış dünyada oldukları gibi kesinlikle kavranılamaz yollu bir itiMADDĐ DÜNYAYı YENĐDEN KEŞFETMEK • 17 razda bulunabilir. Fakat kırmızılık gibi “algısal bir nicelik” söz konusu olduğunda bu itiraz geçersizdir. Şu halde görünüşe bakılırsa “saf nesnel bir evren” -hiçbir gözlemcinin bulunmadığı bir evren- aslında ancak “ikincil öznitelikler”inden (kırmızılık gibi) yoksun olması koşuluyla kavranabilir. Bu düşünceyi ele alalım. Başta kırmızılık gibi bir nitelik ideası algılama eylemine göndermede bulunur, yani kırmızılık kaçınılmaz biçimde algılanan bir şeydir. Ne var ki bu, bir şeyin gerçekte algılanmadığı sürece var olamayacağı anlamına asla gelmez.

Açıkcası biz kırmızı algılanmamış şeylerden söz ederken şunu demek istiyoruz, şayet onlar algılanmış olsalardı kırmızı görüneceklerdi (tabii uygun bir ışıkta ve normal ya da elverişli bir bedene sahip bir gözlemcinin bulunması koşuluyla). Dolayısıyla “şu örnek nesne kırmızıdır” önermesi koşulludur ve bu koşulluk nedeniyle onun doğruluğu kesinlikle nesnenin gerçekten algılanıp algılanmadığına bağlı değildir. Sözgelimi meyva bahçesinde onu algılayacak kimse bulunmasa dahi olgun bir kirazın kırmızı olduğundan şüphe edilemez. Eğer dünyadaki akıllı yaşam birdenbire ortadan kalksaydı, kirazın hala kırmızı olduğundan şüphe etmek için bir neden bulunmaz dı. Şu halde “beşeri gözlemcilerin yokluğu”nda bile niteliksel özelliklerle dolu bir evrenin var olduğu söylenebilir. Asıl sorun, tüm niteliklerden soyutlanmış hayali bir evrene gönderme yapılarak bundan daha fazlasının evetlenip evetlenemeyeceğidir. Bu noktada kütle gibi niceliksel özelliklerin renge oranla daha dolaylı algılandığı- görüldüğü, dokunu lduğu vb.- kabul edilmelidir. Đşte bundan dolayı niceliksel özellikler klasik Kartezyenci anlamda “birincil özellikler” olarak daha kolay düşünülebilir. Fakat fizikle ilişkili niceliksel özelliklerin herşeyden önce deneysel olarak tanımlandığı yani onların, tanımları gereği, ne kadar dolaylı ya da uzak olursa olsun duyusal algıyı zorunlu bir referans olarak gördükleri unutulmamalıdır. Bir cismin kütlesinin doğrudan algılanmadığı doğrudur (devin duyumsal algı kimi durumlarda bize kaba bir tahmin yapma imkanı sağlasa da) Bu anlamda kütle renkten farklıdır. Bununla birlikte dikkat edilirse, kütlenin “gözlemlenmesi” ya da ölçümü zorunlu olarak algısal bir eylemle tamamlanır. Bu nedenle bir cismin şu ağırlığa sahip olduğunu söylemek cismin ağırlığının ölçüsünun o değeri vereceğini söylemektir. Demek oluyor ki, biz o belli işlemi gerçekleştirirsek ona karşılık gelen duyu algısı kendisini tekrarlar (örneğin 18 • KUANTUM BILMECESI bu ya da şu sayıyı terazide algılarız). Bundan dolayı kütlenin ve diğer birincil özelliklerin durumu, Kartezyencilerin düşündüğü gibi, rengin durumundan farklı değildir.

Her iki durumda da özelliğin tahmini (şu kadar kütle veya şöyle bir renk) tamamıya aynı mantıksal Jorma sahip bir yargıyı oluşturur. O halde kütle renkten daha az duyusal algıyla ilintili zihinsel bir eylem yoluyla fiiliyata geçirilen bir gizilgüç değildir. Fakat bir gizil güç olarak her biri dış dünyada mevcuttur -yani her biri mevcuttur demek her biri gizilgüç olarak görünmektedir demektir. Bir özellikten mantıksal açıdan isteyebileceğimiz ya da mantıksalolarak bekleyebileceğimiz herşey budur. Daha fazlasını isternek onun aynı anda hem var olup hem de yok olmasını istemeye benzer. Nesnellik ve gözlemciden bağımsızlık söz konusu olduğu sürece kütlenin ve rengin durumu tamamen birbirine eşittir; her iki özellik de gerçekte nesnel ve en güçlü anlamıyla gözlemciden bağımsızdır. Yalnızca kütle ve diğer “bilimsel” özellikler örneğinden tanımın karmaşıklığı imkansızı beklemeyi, diğer bir ifadeyle dünyanın orada “bizim için” duyularımızın deneyimi yoluyla keşfedilmeyi bekleyen bir alan olarakbulunduğunu unutmayı psikolojik olarak kolaylaştırmaktadır. “Yanılsarrıah” algıların bulunduğu gerçeğini dile getirmek bu noktada faydalı olabilir. Sözgelimi, bir filmi ya da televizyon programını seyrederken gerçekte olmayan nesneleri algılarız veya algılarmış gibi görünürüz. Ekranın içinde ne ağaçlar ne nehirler vardır, ne de oturma odamızda birbirlerine ateş eden adamlar; yine de onları güya gerçeklermiş gibi algılarız. Bu kendi başına çatallanmacı görüşü destekler mi? Bu, gerçekte bizim algıladığımız şeyin öznel olduğunu beynimize ya da algılayıcı zihnimize bir şekilde yerleşmiş salt bir düşlem olduğunu gösterrnez mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir