Wolfgang Smith – Kainat ve Askinlik

HİÇ BİR ŞEY BİZİM BİLİMSEL ‘FİZİKSEL EVREN’ bilgimizden daha kesin değil gibi görünür. Pekiyi ama, nedir öyleyse bu fiziksel evren? Onun uzay, zaman ve maddeden, ya da uzay-zaman ve enerjiden, veya belki de daha muğlak ve hatta daha da az hayal edilebilir başka bir şeyden oluştuğu söylenir bize; fakat her hâlukârda onun neleri içermediği sarih bir ifade ile anlatılır: Hepimizin öğrendiği gibi, fizikî evrenin, sıradan insanın nazarında dünyayı teşkil eden hemen hemen herşeyi dışarıda bıraktığı belirtilir. Böylece o, gökyüzünün maviliğini ve kabaran dalgaların kükreyişini, çiçeklerin güzel kokularını ve dünyadaki engin ve geniş çevremize anlam, cazibe ve renk katan sayısız – yarı algılanan yarı sezilen- niteliklerin tümünü hariçte bırakır. Aslında, soyut matematiksel açıdan mümkün olan hariç, düşünülen ve kavranabilen herşeyi bir kenara iter. İyi ama, bu durumda âşinâ vatanımız nerede kalıyor: ressamların resmini çizdiği ve şairlerin terennüm ettiği şu her zamanki sadr dünya? Yoksa acaba iki dünya mı var: peçesini ancak bilimin açabildiği fiziki evren ile bir de, diyelim ki, görülebilir alan? Açıktır ki, eğer buna “ancak tek bir gerçek ve nesnel olarak mevcut dünya vardır, o da kesin olarak fizikî evrendir, başkası değil” diye cevap verirsek olsa olsa yarı-resmi doktrini yanlış tasvir etmemiş oluruz. Üstelik, bu (tek ve biricik) âlem, her ne kadar algının sebebi ise de, kendisi algılanamaz. Çünkü algılama fiilinde söz konusu olan şey (ilk andaki bir kendini gösterme anlamında, mesela kırmızılık gibi) özel ve sübjektif, bu nedenle de bir bakıma vehmî (illusory) olarak kabul edilir. Bu “zihinsel suretler (mental images)” başka her ne olurlarsa olsunlar onların fiziksel evrende yerleri yoktur ve neticede de gerçek ve objektif bir varlıkları bulunmaz. Çok eskiden beri insanlık, harici âleme onun sahip olmadığı bir sürü nitelik isnad etmekle, güya duyuları tarafından aldatılmıştır. Afred North Whitehead şöyle der: Böylece tabiat, aslında kendimize saklanması gereken itibara sahip çıkmaktadır gül, kokusunun; bülbül, şarkısının ve güneş, ışık yaymasının itibarını tutmaktadır elinde. Oysa şairler tamamen yanılıyorlar. Lirik şiirlerini kendilerine hitaben söylemeli ve onları insan zihninin mükemmeliyetine ithaf edilmiş kasidelere dönüştürmeliler. Tabiat kesat iş, ses yok, ıtır yok, renk yok; tek var olan, maddenin dur durak bilmez, anlamsızca koşuşması. [1] Bilimsel ‘Dünya Görüşünün (Weltanschauung)’ kalbinde yer alan, tanıdık olan ama yine de sürekli hayrete düşüren varsayım işte budur: yani (Whitehead’in terimiyle) ikileşme (bifurcation) kavramıdır. Daha sarih bir ifadeyle, ikileşen ya da ayrı parçalara bölünen şey birincil ve ikincil denilen niteliklerdir: yani matematiksel açıdan tanımlanabilir şeyler ile tanımlanamayan şeyler.


Mantıksal olarak konuşmak gerekirse, ikileşme postülası, fiziksel evren adı verilen şeyin (dünyanın fizikçi tarafından kavranılan şeklinin) zatında (kendiliğinden) gerçek olan dünya ile özdeşleştirilmesine denktir ve bu da başkaca herşeyi (bu kavrayışa uymayan her şeyi), ‘nesnel biçimde var olan şeyler âleminin dışında ikâmet eden mitolojik bir adem (yokluk) zindanına sürgün etme’ numarasıyla yapılır. Böylece postüla, dünyanın matematiksel tasvire ayak dirediği tesbit edilen yönlerini -yani miktar ya da sayıya indirgenemeyen tüm unsurları- tek vuruşta kesin bir şekilde bertaraf eder. Bu da, geriye, ölçüm ve hesaplama üzerine bina edilen bir bilimin hükmünü geçirmeyi umabileceği şeyin ta kendisi olan, aslen matematiksel bir evren bırakır. Başka bir deyişle, geride adına fiziksel evren dediğimiz şey kalır, hem de sırf bir soyutlama ve yararlı bir model olarak değil tersine nesnel gerçekliğin ta kendisi olarak. Ancak, doğru ya da yanlış, hemencecik şunun söylenmesine de müsaade edilsin: dünyanın bu şekilde fiziğin kategorilerine indirgenmesi (çoklarının inandığı gibi) bilimsel bir keşif değil, tersine teoriye başlangıcından beri dahil edilegelmiş metafiziksel bir zandır. Aslında, sözkonusu tez (2. Bölümde de görmeye fırsatımız olacağı gibi) Galileo ve Descartes’a kadar geri götürülebilir. O zamandan itibaren bu tez kıtadaki diğer arkadaşlarının temel metafiziksel kavramlarını devralan ve onları çoğunlukla bilimsel teoremlerine eklenen haşiyeler suretinde Principia’ya dahil eden Newton’a intikal etti. Ve oradan da elbette, bilimsel düşüncenin ana çizgisine enjekte edildi. Fakat, bu intikal esnasında, doktrine çok dikkate değer bir şeyler olduğunu gözlemekten de geri kalmayalım. Böylece, bir taraftan Newton’u bilimsel otoritesinin bütün ağırlığı ile, “ikincil niteliklerin” ruhta ya da “düşünen cevher”de -ki o bunu beynin küçük bir odacığında (sensorium denilen yerde) yerleşmiş olarak tasavvur ediyordu- ortaya çıktığını göstermek için (Opticks’de) ayrıntılı münakaşalara dalacak kadar bu yeni ikileşmeci (bifurcationist) metafiziği ilan eder buluruz; ama yine de başka pek çok yerde, A. Burtt’un belirttiği gibi, “empirizmin yanında olduğu zaman, Newton, insanın fiziki şeylerle ‘onları hemen ve doğrudan algılama ve bilme’ ilişkisi içinde olduğundan bahseder -gördüğümüz, kokladığımız ve dokunduğumuz şeylerdir onlar.” [2] Yine daha da hayret verici olanı, Principia’dan alınan aşağıdaki pasajdan öğrendiğimiz gibi, bu duyu bilgisini atom âlemini de içine alacak şekilde genelleştirmeyi istemesidir; Cisimlerin uzamını (extension) duyularımızdan başka bir yolla bilmeyiz, bunlar da tüm cisimlerde uzama erişmez; fakat bütün hissedilebilir cisimlerde uzamı algıladığımız için onu genelleştirerek başka herşeye de isnad ederiz. Cisimlerin çoğunun sert olduğunu tecrübe yoluyla öğreniriz; ve bütünün sertliği parçaların sertliğinden ortaya çıktığı için de, haklı olarak, sadece hissettiğimiz değil, bütün diğer cisimlerin bölünmemiş parçacıklarının sertliği sonucunu çıkarsarız. Tüm cisimlerin nüfuz edilmez (geçişmesiz= impenetrable) olduğu neticesine akıl (reason) ile değil duyum (sensation) ile ulaşırız.

[3] Buna ilaveten, empirist Newton “varsayımlar” adını verdiği ve hissedilebilir fenomenlerden çıkartılmayan ve dikkatlice yürütülmüş deneylerle desteklenmeyen tüm tasdikler, kabuller olarak anladığı şeye karşı sonu gelmez tartışmalara girmekle meşgul oldu. O kendi teorilerini “tecrübî /deneysel felsefe” olarak algılar ve bunun da hangi şekilde tanımlanırsa tanımlansın hiç bir “varsayım’la uyuşmayan bir disiplin olduğunu farzeder. Mesele Principia’da vâzıh bir şekilde beyan edilir: Fenomenlerden çıkarsanmayan şeyler her ne olursa olsun varsayım olarak adlandırılacaktır; ve ister metafiziksel ister fiziksel olsun, ister esrarlı, ister mekanik nitelikli olsun, varsayımlara tecrübî felsefede yer yoktur. Bu felsefede, fenomenlerden, belirli önermeler sonucuna ulaşılır ve sonradan bunlar tümevarım yoluyla genelleştirilir. Cisimlerin geçişsizliği, hareketliliği ve muharrik gücü (impulsive force) ile hareket ve çekim kanunları işte böylece keşfedildi. [4] Kısacası, Newton’un mirası çok-yüzlüleşir ve tuhaf biçimde müphem bir hale dönüşür. Mekanik, optik ve çekimsel teoremlerden başka Kartezyen metafiziği ve uyuşmaz bir pozitivizm unsurlarını da içine alır; bunların hepsi hadsiz bir nüfuza sahip tek bir şâheserde biraraya getirilir. İkileşme inancının bu ortaklıktan büyük oranda kârlı çıktığından şüphe edilemez. Burtt’ün açıkladığı gibi, “Muhteşem, çürütülmez başarılar Newton’a modern dünya üzerinde otorite kazandırdı ve pozitivist Newton sayesinde kendisini metafizikten âzâdeleşmiş hisseden dünya, metafizikçi Newton vasıtasıyla çok kesin bir metafiziğin boyunduruğuna ve kontrolüne girdi.” [5] Kısaca da olsa bu “çok kesin metafiziğin” daha geniş imâlarını belirgin hale getirmek için Burtt’ün eserinden son bir pasaj alıntılamak istiyorum; Evrensel çekim formülü nerede hakikat olarak öğretildiyse, onu çevreleyen bir inanç halesi olarak da, insanın, kendisinden önce ezeli olarak var olan ve kendisinden sonra da ebeden varlığını sürdürecek olan; bir yandan matematiksel ilişkilerin dakikliğini kutsal bir hazine gibi saklarken öbür yandan tüm ideal tasavvurları acziyete mahkum eden, sonsuz bir muharrik-i bizzat (self-moving) makinanın adetâ hesaba katılmamış ürünü, sınırlı ve ufacık bir seyircisi olduğu düşüncesi araya sızmıştır. Bu makina, keşfedilemez bir uzay ve zaman içinde hiç bir maksad olmaksızın aylak aylak dolaşan ham kütlelerden oluşur ve sadece matematiksel fizikçinin ana maksadı hariç, insan fıtratının en büyük merak ve ihtiyaçlarını tatmin edebilecek niteliklerden genelde tamamen mahrumdur. [6] Ondokuzuncu yüzyılın sonuna doğru Newton fiziğinin (“onu çevreleyen inanç halesi” ile birlikte) kazandığı zafere zımnen kesin güzüyle bakıldığı sıralarda bir takım beklenmedik zorluklar zuhur etmeye başladı. Fiziğin kayda değer ilerlemesi, modern teknolojideki gelişme ve bilimsel araçlardaki tekâmül ile birlikte, birtakım hassas deneylerin yapılmasına giden yolu açmıştı ve bunların sonuçları da mevcut teoriye uymuyor gibi görünüyordu. Teoriyi ad hoc [*] varsayımlar aracılığıyla değiştirmek için harcanan çabalar, daima tatmin edici olmaktan uzak sonuçlara götürdü. En sonunda bildiğimiz gibi Newton fiziği her ne kadar sınırlı bir miktarda (yani fizikî gerçekliğin belirli bir ara ya da “ortaâleme ait (mesocosmic)” alanıyla ilgilenilirken kullanılması uygun bulunan teori olarak) hayatını sürdürdüyse de, temel ya da aslî teori olma makamından ister istemez uzaklaştırıldı.

Yeterince tuhaf bir şekilde sonunda bu teorinin mahvını çabuklaştıran, onun gücünün -dünyayı neredeyse Newton’cu doktrine ihtida ettirmiş olan o inanılmaz kesinliklerin- ta kendisi oldu. Söz konusu zorluklar, önde gelen fizikçilerden bazılarının, Newton’cu fiziğin temellerini daha büyük bir dikkatle yeniden gözden geçirmek için kollarını sıvamasına neden oldu. Mantıksal pozitivizm ve benzeri felsefi ekollerin etkisi altında, temel fiziki kavramlar ile gözlemlenebilir olgular arasındaki ilişkiyi vuzuha kavuşturmak için gayret gösterildi. Yüzlerce yıllık Newton’culuk hâkimiyetinden sonra, daha cesur ruhlar şu gerçeği görmeye başladırlar: Fizik aslında, sonsuza dek “gözlenen ve gözlenebilir tabiat”ın perdesi arkasında duran mutlak kendiliklerle (entities) uğraşmaz, fakat -tam tersine- kesinlikle, özel fiziksel işlemler aracılığıyla gözlenen ya da gözlenebilecek olan şeylerle uğraşır(dı). İki yüzyıldan fazla bir zaman sonra fizikçiler “varsayımlar”la yapılan kavgayı bir kez daha ele aldılar ve Newtoncu fiziğin hiçte iddia edildiği gibi saf “tecrübî felsefe” olmadığını açığa çıkardılar. Eddington’ın ifade ettiği gibi, “izafiyet teorisi, olguların kendisiyle uğraşmakta ısrarlı olmak için yapılan ilk ciddi teşebbüstü. Daha önce bilim adamları ‘katı gözlem olguları’ için derin saygı iddiasında bulundular; ama onların ne olduklarını tahkik etmek akıllarına gelmemişti.” [7] Elbette, neyin “katı gözlem olgusu” olup neyin olmadığı, kişinin hangi büyüklük ölçeklerinde çalıştığına ve ölçüm araçlarının duyarlılığına çok fazla bağlıdır. Bir bakıma klasik fizik de katı olgulara temas ediyordu herkesin iyi bildiği gibi. Onun kesinliği (bu anlamda), öncelikle ilgili olduğu uygulama alanı için yeterliydi. Klasik fiziğin garip bir biçimde yetersiz kaldığı yer (ve elbette Eddington’un zihnindeki de budur), onun kendi gerçek (fiilî) işleyiş tarzına (modus operandi) net ve tutarlı bir izah getirme yeteneği sayesinde de şahit olunduğu gibi, bizzat kendi metodlarını anlamadadır. Daha da ötesi, hakikatte bu eksikliğin kimse farkında değildi. Newtoncu dönem boyunca, bir belirsiz kavramlar hâlesi bu zorluğu gözlerden gizlemişti ve onun ardından da bir yanılmazlık taassubu o hâleye destek olmuştu. Ta sonuna dek klasik fizik kendisini aklen tutarlı ve de empirik gerçek kayasına dürüstçe sırtını dayamış bir yapı olarak algıladı. Bildiğimiz gibi bu algılayış, bu asrın ilk on yıllarında ciddi biçimde peşine düşülmeye başlanan bir eleştirel analiz (bir tür bilimsel epistemoloji) neticesinde değişti.

Bu analiz sadece, klasik fiziğin kendi kendisinin makul ve tutarlı bir izahını yapma cihetindeki sözü edilen yetersizliğini açığa kavuşturmakla kalmayıp, bundan daha da önemli olarak, böyle bir izahın hiç yapılamayacağı şeklindeki ürkütücü sonucu da beraberinde getirdi. Bu imkânsızlık klasik şemada, esasen ölçülemez, ya da daha iyi bir ifadeyle ‘ancak sınırlı bir kesinlik derecesinde ölçülebilir’ olan bir takım niceliklerin bulunmasından kaynaklanır. Beklenebileceği gibi, fiziksel gerçekliğin mezokozmik alanı (klasik fiziğin kendi değerini ispatladığı bu alan), tastamam bu “sınırlı kesinlik derecesi”nin gözlemlenebilen çelişkilerin önüne geçilmesinde yeterli olduğu fiziksel büyüklükler alanına denk düşmektedir. Mezokozmik alanın dışında klasik fizik işlemez hale gelir. Bu sınırların ötesine ilerlemek için insanın, klasik “gözlemlenemezler”den en azından birisini yeni bir matematiksel formelizm ortaya koymak suretiyle başarılı biçimde safdışı bırakan bir teoriye ihtiyacı vardır. Buraya kadar çok genel bir açıdan bahsini ettiklerimizi daha somut bir şekilde göstermek için şimdi de, tanıdık gelen “eşzamanlılık (simultaneity)” kavramını gözönünde bulunduralım. Normalde eşzamanlığılığın dünya çapında iyice tanımlanmış olduğundan tamamen eminizdir (sanki sihirli “şimdi” kelimesinin sırf telaffuz edilmesi bile, kâinatın her tarafında belirli bir zaman anını tayin ve tesbit etmeye yetebilirmiş gibidir!). Ancak, geniş ölçüde birbirinden farklı iki olayın “eşzamanlı” olup olmadığına hangi tür gözlemlerle anlaşılabilir bir şekilde karar verilebileceğini kendimize sormaya başladığımız zaman, meselenin o kadar da basit olmadığını çabucak keşfederiz. Bu itibarla, eğer hareket eden bir trenin ön kısmına bir yıldırım, arka kısmına da bir başka yıldırım düşseydi trene nisbetle (bağlı olarak) düşünüldüğünde bu iki olay eşzamanlı olarak anlaşılabilecek, ancak yerden gözlendiğinde eşzamanlı olmayacaktır. Üstelik, öncelik sırası (yani A’nın mı B’den önce, B’nin mi A’dan önce vuku bulduğu) genelde bizim başvuru çerçevesi tercihimize de bağlı olacaktır. Elbette, birbirlerinden çok astronomik uzaklıklarla ayrılmış olmayan ve ışık hızına kıyasla birbirlerine göre süratleri küçük olan başvuru çerçevelerine sahip bir çift olay (A,B) ile meşgul olduğumuz sürece bu birbirini tutmazlıklar gözlenemeyecektir. Başka bir deyişle normal ölçüm şartları altında eşzamanlılık kavramı mutlak bir öneme sahiptir. Oysa diğer taraftan, bu kısıtlı alanın dışında, bu kavramın göreceliği -ya da aynı anlama gelecek şekilde söylersek, mutlak manada “gözlemlenemezliği”- sahneye çıkar. Ve bu vuku bulunca da klasik fizik işlemez hale gelir. Şimdi, bizzat Einstein’ın “özel izafiyet (görecelik teorisi)” vasıtasıyla da gösterdiği gibi, temeldeki zorluk, fizikî uzay ile fizikî zamanı dört boyutlu bir uzay-zaman şeklinde biraraya getirmekle giderilebilir; böyle bir uzay-zaman mutlak eşzamanlılık kavramından yakasını kurtarır.

Ve bilindiği gibi, bu teori muhteşem ve en şaşırtıcı sonuçlara (bunlar arasında kaderi öneme sahip E=MC 2 formülü de vardır) yol açtı. Ve sayısız ölçüm ve gözlemlerle kesinlikle tasdik edilerek kayda değer muhtelif teknolojik gelişmelere neden olageldi. Üstelik bu teori çok daha incelikli ve karmaşık bir teorinin (yani çekim ve birleşik alan teorilerinin) başlangıç noktasını teşkil etmektedir ki o da uzay-zaman ve maddenin eğri uzay-zaman adı altında biraraya getirilmesi olarak tasvir edilebilir; onun vasıtasıyla neticede madde -hatta elektromanyetik alanlar bile- temeldeki ‘değişmez ve bölünmez şey’in (continuum) “geometrik” özelliklerine indirgenmiştir. Bu görecelik teorilerinin mezokozmik alanda klasik fiziğe indirgendiğini belirtmek gerekir. Formel biçimde konuşulacak olursa, onlar ışık hızı sonsuza giderkenki limitte (ki bu durum tam da içinde uzak eşzamanlılığın (distant simultaneity) fiziksel bir anlama sahip olduğu limitleme durumudur (limiting case)) klasik teoriye indirgenirler. Dolayısıyla, izafiyet teorisi, klasik fiziğin, belirli bir “gözlemlenemez”in bertaraf edilmesini temel alan bir ıslahıdır. Üstelik, onun alanı mezokozm hudutlarını aşarak astronomik boyutlar âlemine dek uzanır: yani fiziksel makro âleme. Öte yandan, klasik fiziğe ait diğer bir takım gözlemlenemezleri, yani terazinin öbür ucuna doğru gidildikçe gözlemlenemez hale gelen nicelikleri devralmış olduğu için, izafiyet teorisi de sınırsız değildir: atomlar ve temel parçacıklar âleminde yani.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir