Yildiz Ramazanoglu – Derin Siyah

Kaptan her derde deva gemiyi denizin açıklarına doğru gezdiriyor. Sanki soyu tükenen babalardan biri son bir atılışla ve hiçbir ayrıntıyı atlamadan kâğıttan bir gemi yapmış. Garip bir şekilde bir çocuk için zayi olan vaktine hiç acımadan, üstelik henüz konuşurken ne dediği anlaşılmayacak kadar minik bir oğlanın gönlünden geçen acayipliklere kulak vererek… Gemi öyle çılgın, öyle abartılı ve süslü. Rengârenk bir çocuğun düşlerindeki gibi ışıklı, graponlu. Havanın kararması kıvamını alıp son pembelikler de yok olunca, renkler iyice bir koyulaşınca başlıyor bu gezmeler… Hem de her akşam, hem de tam biz Edibe’yle akşam yemeğimizi yemek için denize bakan balkona yerleşir yerleşmez. Üç gün boyunca her gece yarısı mehtap turu olacak. – Tam on ikide sizi iskelede bekliyoruz. Bütün evlerden insanlar el sallıyor. Biz de gitmeyiz ya, öyle el sallıyoruz. Kaptan her el sallayanı randevulaşmış sayıyor. Kimse bizi görmesin diye ışığımız sönük. İçimizin dip köşesinde ihtiyaten açık bıraktığımız bir lamba var tabii. Zifirî karanlık bir masadayız. Tabağımızdaki yiyecekleri göremiyoruz. Ama kaptan bizi görüyor.


Şu karanlık balkondan el sallayan bayanlara iyi akşamlar! Dürbünle bakıyorlar mı ne! Gece karanlığında bu duyarlı hassas incelikli ses, elektrik akımı gibi bir anda yayılıyor ruhumuza. Farkedilmek hoşumuza gidiyor. Kaptan gece karanlığında varla yok arası yaşayan bütün kadınları ve çocukları ismiyle çağıracak sanki. Toparlanıyoruz. Çünkü görülüyoruz demek. Kayıp gitmiş hırkalarımızı, ölmeye yatmış kalplerimizi çekiştiriyoruz… Kaptanın sadece sesi var. Güven veren yüzünü, gemiye hâkimiyetini, bizi üç kuruş bilet paramıza tamah ettiği için değil, gerçekten kıymet verdiği için geziye davet ettiğini bu sese ekleyen biziz. Bir ses duymaya görelim, bu sesi çoğaltır, sahibinin tanıyamayacağı hale getiririz. On ikiye beş kala Edibe haydi diyor, fırla. Her şey kaçıp gidiyor, bari bu gemiye binelim. Olacak şey mi? O kahrolası habis hücreler sapasağlam kolonları sarıp sarmalayıp dağ gibi kocanı götüreli daha ne oldu ki! Boğazına sıkışan lokmaların aşağıya şöyle kolayca kaymasını engelleyen yaralı bereli kolonları eliyle gevşetir gibi boynuna dokunuyor Edibe. Hadi hadi uzatma, diyor. Ne oldu bu depresyondaki kadına böyle? İçime bir kurt düşüyor. Mehtabın nokta virgül bir pürüzü yok. Hava olağanüstü durgun, berrak, kıpırtısız.

Gidelim diye tutturdukça kalbime bir sıkıntı oturuyor, şimdi kurt adamlar çıkacak diyorum içimden. Edibe hava karanlık diyor, ruj sürüyor. Kırmızı. Zaten yalnızız, diyorum. Kendim için, diyor. Sen bu ruju silmeden şuradan şuraya… demeye kalmıyor. Arabada gecenin karanlığında iskeleye doğru vahşi dar ve karanlık bir yolda uçuyoruz. Derin bir tedirginlikle gemiye binen neşeli yazlıkçılara bakıyorum. Çocuklu aileler, şortlu kızların bacaklarına bakmadan ilerlemeye çalışan sakallı adamlar var. Delikanlılar ve genç kızlar birbirlerini çapraz görecek şekilde çoktan konumlanmışlar. Bakışlarını hazır etmiş sabırsız kıpırtılarla olacak olanların vakti saatini bekliyorlar. – Acele edin gemi hemen kalkıyor! Gece biri gösterirken tekrar buradayız. Her şeyin toplamı bir milyon. Bir paket sigara parası. Birkaç saniye sonra hareket ediyoruz.

Yetiştik diye bir mutluluk kaplıyor içimi. İyi ki dışarıda kalmadık, arabayı deli gibi kullandım ya, değdi işte. Geminin her şeye nazır gözde koltuklarından ikisine yerleştik bile diyerek seviniyorum. Beyefendi çılgın gibi beni arıyordur şimdi. Zavallı Aysel, ne kadarını duydu acaba? Nereye gitmiş olabilir? Çocukları bir an bırakmazdı, arabayı da almış, para da bırakmamıştım. Ah! Zavallı. Önce acıyor sonra da hiddet buyuruyordur. Günlerdir daraldıkça daralan göğsümü bir çırpıda deniz kokulu gece mavisiyle dolduruyorum. Edibe gözlerini yummuş, başını arkaya atmış, yeni kararların arefesinde biri gibi derin derin soluklanarak içini boşaltıyor. Herkes kendi fırtınalarıyla denize çoktan açılmışken kâğıttan gemiyi yüzdürdükleri yok. – Arkamızdan saçınızı yolmayın. Nedamet fayda etmez. Düşünmeyin! Kararsızlığa boyun eğmeyin! Kıyıda kalmayın! Bir milyon, kalkıyor. Kıyıdakiler kıpır kıpır ama tereddüt içinde paralarını denkleştirmeye çalışıyorlar. Kıyıda kalmak gemide olacak eğlenceleri daha da büyütüyor insanların gözünde.

Kıyının her şeyi aşikâr, tekdüzedir artık. Gönüller gemiden ve yoldan yana akmaktadır ya, gerekçeler ışık hızıyla sıralanır. Kıyı olacağını olmuştur; orada taş kıpırdamamaktadır, keşfedilecek hiçbir şey kalmamıştır. Gitmek öyle mi? Bir gemiyle aydan serpilen ışık tozlarının altına doğru yüzmek… Gemi görününce mi gözlerinin derinliklerine doğru hiç bakılmamış kadınlar ve erkekler, sönmüş bir ocak gibi görünmektedir kıyıda? Yoksa toprak kendi içine çekilip gizlerinin üzerine katlandığında ve ses vermediğinde mi gemi çıkagelmektedir! Hazinelerle, hüzünlerle ve renk renk ateşlerle kaynamakta olan karalar, tam ne zaman kapkara görünmektedir? Gemi beyaz, bembeyaz. Üzerine diledikleri renkte yazgıları yazıp yaşayabilecekleri söylencesini yayar insanlara fısıltıyla… Farklılık, bambaşkalık vadeder. Ama herkesi aynı süflî yerden yakaladığından kimselere fark ettirmeden tutkuları birörnekleştirir. Mesela kadı nlar noktalama işaretlerine kadar hep aynı hikâyeyle aldatılmakta, kirlenmiş-kutsal, aynı kelimelerle dolaşıma sokulmaktadır. Bu durumda kadınların akıllarından geçenler de, bir ileri bir geri hamleler de, sonrasında yaşananlar da hep aynıdır. Aynı aynı aynı… …. Aradan yarım saat daha geçmesine rağmen bir iki saniyeye kadar kalkacağımızı tekrarlayıp duruyordu genç adam. Garip bir etkileyiciliği vardı. Hem yolcu diye ölüyor gibi, hem kimseye eyvallahı yok. Gözlerinde vahşi gel-gitler var. Hiç tekin bir adam değil. Bir yandan çığırtkanlık yapıyor, bir yandan da içi öfke dolu söyleniyor kısık bir sesle: – Kansızlar sizi, gezme dendi mi? Bu adam kimin nesidir gece vakti, gözleri kan çanağı gibi.

Neyse diyorum, neyse ne! Her yanından fışkıran ışık ve boya gösterileriyle gözümüzü boyayan geminin çürümeye varmış eskiliğini birden fark edip dehşete kapılıyordum ki motorun gümbürtüsüyle zangır zangır titreyerek denize açıldık. İnanılmaz derecede kalitesiz bir ses düzeni içinden kulakları patlatan bir gürültüyle yola çıktık. Buna “canlı müzik” deniliyordu. Tamaaara tamaaara paraları verdin kumaaara. Boyun damarları artık tamamen ortada olan delikanlının üzerinde bir fanila bir de kirden yağ gibi parıldayan kot pantolon vardı. Üst üste giydirilmiş birkaç insan saklıyordu sanki derisinin altında. Duruma göre katlarda bir yırtık oluşuyor, saklı kişiler derideki kesiklerden yüzlerini gösteriyorlardı. Belli ki mikrofona bağırarak meşhur olan yüzlerce hemcinsi gibi sanatçı muamelesi görmek yerine bir tayfa gibi kullanılmak ağırına gidiyordu. Hem çığırtkan, hem biletçi, hem şarkıcı. Giyimi de aşağılama doluydu. Yolcular, bu da ne, canlı müzik bu mu, diye dudaklarını kıvırıp kollarını bağladıkça sizin gibileri semtime bastırmam ya! diyen ifadesiz bir yüzle karşılık veriyordu. Daha bismillah demeden gerilmişti ortalık. Güneyden doğudan kuzeyden her yerin havası vardı çocukta. Kızlara bir bakmıyor bir vahşice gözünü dikiyor. Hepsini kendini kontrol ederek bilinçli yapıyor.

Bir hınç bir edep gidip geliyor. Önde birkaç kız şarkılara eşlik ediyor, şu mikrofonu bize bir uzatsa diye kirden yağ gibi parıldayan kot pantolonlu şarkıcıyı gözleriyle yiyip bitiriyorlar. Artık ağaçlara bağlanan bezler yerine mikrofona bağlanan sesler dilek tutmak gibi bu sahillerde çoktandır. Bağrıma basıyorum, yar diyerek taşları. Nereden biliyor bu çocuk bu kadar eski şarkıları. Parayla saadet olmaz, ettiğin sana kalmaz… Eski şarkıları hiç bilmeyen yolcular ortada bir anormallik olduğunu fark ediyorlar ama, herkes ötekinin yeni bir şarkı istemesini, bu ağır sorumluluğu üstlenmesini daha münasip görüyor. Gürültüden kendimizden geçiyoruz. Şu tatil gecesinde beyefendi taklidi yapar gibi kravatlı, takım elbiseli iki adam şarkıcının salınımları arasından gözlerini kırpmadan Edibe’ye bakıyorlar. Edibe küfürler ederek kan kırmızı rujunu siliyor. Gördün ya, kendin için olmuyor Edibe! Oldurtmazlar asla. Bizi izleyen yakamozlara dalmaya çalışıyoruz. Mehtap bir lamba gibi tepemizde, iyiyi kötüyü ayırt etmeden hepimizi ışıtıyor. Gençler oynamaya başlıyorlar. Gece her türlü çizgiyi aşma cesareti veriyor. Çizgi artık sadece çocukların defterlerine kalemle yaptıkları eğri titrek karaltılar kadar anlamsız.

Sanki yıllardır bu gemideyiz. İnsanlar bir ailenin fertleri gibi karşılıklı oynuyorlar. Tam gece yarısını bir geçince başlıyor bu samimiyet. Karmaşık duygularının pek de peşine düşmeden animatöre teslim oluyor yolcular. Animasyon yapan, oynayan oynatan genç tıpkı şarkıcıya benziyor, sanki arada işaretleşiyor ve insanlarla el altından alay ediyorlar. Sizi tatilciler! nefreti bir parlayıp bir sönüyor. Bu ikilide karışıp gitmeyen, direnen bir yan var. Dönüş için vadedilen saat çoktan dolmuş. Kıyıdaki ışıklar tamamen kayboluyor. Ay devrilip gidiyor. Edibe minik bir dua kitabı çıkarıp çenesi titreyerek okuyor. Şarkıcı bize sesleniyor. – Elleriniz var mı sizin! Karşı kıyı hiç görünmüyor. – Kaldırın ellerinizi, çırpın şimdi, oldu işte! Oluyormuş gördünüz mü? Burada ben şarkı söylerken kayıtsız kalamazsınız! Gecenin ikisi diye birlikte olduğunuz topluluktan ayrı bir yol tutturup uyumaya kalkışamazsınız! Çocuk bizi ele geçirdi artık. Bu şehirden bir gemi dolusu insanı ele geçirmiş olmanın keyfiyle, usulü dairesince eğlenemeyenlerin başından aşağı bin bir ince hakareti boca ediyor.

İkide bir şu neşesiz kadınları kim aldı buraya! diyerek dikkatleri üzerimize topluyor. Kimilerinin bu dalgın duruşumuzu eleştiri gibi almalarına neden olarak bizi zor duruma düşürüyor. Herkes korkuyor şarkıcının gazabından. Kirden yağ gibi parıldayan kot giymiş oğlanın sinirli hareketleri, çoğu okumuş, okudukça hacimlerini küçültüp daha dar yerlere sıkışmayı öğrenmiş olan bir gemi dolusu insanı sindirmeye yetiyor. Oğlan keyifleniyor, genişliyor; tişörtünün kollarını iyice sıvıyor, üzerinde çalışılmış pazuları görünüyor. Yukarıdan aşağıya hep birilerini ele geçirme duygusu. Kocanı yeniden ele geçirmek için şunları şunları yapmalısın. On sekizindeki kızların bile aklı yok sende. Bakın ama bu sürekli yangından mal kaçırma hali. Ben şöyle dingin derin ve kendiliğinden bir aşk istiyorum. İste iste. Bu kafayla bir kocasına sahip olamadı dedirtirsin insanlara. Edibe’ye bakıyorum. Ne kadar solgun. Gözlerinin ışığı kısılmış.

Gencecik Edibe. Geceler boyu kocasının iyiliklerini anlatıyor. Hiç değilse bir çocuğumuz olsaydı da onunla avunsaydım ömür boyu, diyor. Ölü canın her bakışı, her hali kutsal ve aziz. Ya ben! Benimki, gaflet anında su uyur düşman uyumaz misali, yankesiciye çarptırılmış içi boş bir cüzdan sanki. Savaşmalıymışım, kendimi yeniden kanıtlamalıymışım. Çocukları özlüyorum. Keşke inada bindirip de çocuklarımsız bu tekinsiz yazlığa gelmeseydim! Edibe’ye nasıl iş bulunacak? Ben onur meselesi yapıp bu adamın evinden bir çöp almadan çıksam mı, para savaşı mı başlatsam? Nereden başlasam? Donmakta olan insanın olan biteni hiç anlayamadan yavaş yavaş uyuşarak ölüşü gibi ölüyorum. Derin bir karanlığa hiçbir acı duymadan yuvarlanıyorum. Sert bir yere çarpma ihtimalini ortadan kaldıran bir hafiflikle düşüyorum ince uzun kuyulara… Görücüler onu ilk getirdiklerinde, ilk göz göze gelmede duyulan hafif sarsıntı çıkıp geliyor. Sarsıntıyı usulca siliyorum. Geriye fersiz gözlerle birbirine bakan kadın ve erkek kalıyor. Usulen evlenecekler. İşim kolaylaşıyor; bir anlık sarsıntıya tutunan beraberlik başka bir anlık sarsıntıyla bitecek. Acımasın diye bir ağrı kesici arıyorum el yordamıyla, kocaman karışık çantamın içinde.

Gözlerim yorgunluktan kapalı. Şarkıcının metalik sesi haykırıyor. – Uyumayın! – Ne uyuması, ölüyoruz! – Ölemezsiniz! Bana eşlik edeceksiniz. Bize bir şey ödetecek bu çocuk. Yüzü gece gibi kararıyor. Yanan bir köyden kurtulmuş son kişiymiş de dumanlarıyla çıkıp gelmiş, kendini bu gemide bulmuş sanki. Annesi yok mu bunun! O da biteviye yakılan bir köyü mü söndürüyor bir yerlerde, başka yerlerde durmadan yenilenen bir duvarı mı yıkıyor? Annesini getirin bu çocuğun! Sesim yok artık, yok demek ki… Çünkü bağrışlarıma kimse dönüp bakmıyor, oradan anlıyorum ki sesim yok. Duyulmayan ses yok demektir. Ben yine de içimden kaybolduk! diyorum. Kaptan nerede, diye soracağım. Tam bu esnada yanımızdaki çocuklu ailenin reisi de karısıyla misket oynuyor. Kadın eşarbının içinden fırlayan saçları zapt etmeye çalışıyor, kendi üslubunca dengeleri bozmadan eşlik ediyor kocasına. Gözler Edibe hanımda ve bende. Haydi! diye sertçe kalkın işareti yapıyor karanlık suratlı animatör. Edibe bu kadarı fazla der gibi yüzüme bakıyor.

Biz bir aileyiz, diye gürlüyor şarkıcı. Bir arada yaşıyoruz. Aynı gemiyi paylaşıyoruz. Böyle ayrılık gayrılık olmaz! Herkes sinirli bir tavırla bize bakıyor. Ben sadece denize ve ufka bakmak istiyorum. Karanlığı delip karayı görünceye kadar… – Eller havaya! Oynar gibi yapsak mı? diye yüzüme bakıyor gönlü yaralı Edibe. Korkunç bir bakışla onu durduruyorum. Olacakların sorumlusu sensin, anlamında omuzlarını silkiyor. Kaptan nerede? Bu gemi nereye gidiyor? Süslü lambalardan biri rüzgârdan patlıyor. İncecik cam parçaları hemen önümüze saçılıyor. Bir şey olmaz, diyor animatör bilmiş tavırlarla. Yolcular neler oluyor, diye sormuyor. Kaptan biliyordur ne yaptığını. Yılların kaptanı. Herkes el çırpıyor ya, artık müziğin ritmiyle alâkası kalmıyor el çırpmaların.

Ritim de yitip gidiyor. Son durum: Gecenin karanlığında sağa sola yatarak giden bir geminin içindeyiz. Saat sabahın üçü. Birbirimizle konuşamadan, gözlerimizle demiştim, dediydin kavgası yapıyoruz bir süre. Edibe. Meraklı Edibe… Bir gün bu meraktan öleceksin ama bunu yalnız yapmalıydın, diyorum kulağının içine bağırarak… Şeytan artık alenî göründü görünecek. İçimize doluyor. Yüzlerimiz gecenin laciverdine bulanmış. Kaybolduk, diye bağırıyorum. Edibe ellerini yüzüne kapatıyor. Müzik kesiliyor. Birkaç bebek ağır gürültüye rağmen uyumuş. Uykuda kaşları çatık. Bebekler ilk hıçkırıklarının ardından yaşamlarının ilk kâbusuyla da tanışıyorlar anlaşılan… Dalgalar çürümüş gemiyi dövüyor. Bir insan uğultusu denizin üstünde yüzüp duruyor.

Şarkıcı mikrofonu büyük bir ciddiyetle alıyor, vahşi gözleriyle en öndeki kızları jet hızıyla tarıyor. Kızların hayran bakışlarında bir azalma olmadığı görüldükten sonra otoriter bir hatip edasıyla mikrofonsuz kolunu sonuna kadar kaldırıp kesin şunu, diyor. Kaybolduk. Kaptan soğukkanlı olmanızı istiyor! Herkes ayağa fırlıyor. Gemi bir yöne batacak gibi yatıyor. Herkes kaptanı görmek istiyor artık. Animatör yerlerinize! diyor. Hatta biraz kabalaşarak itiyor insanları. Batıracaksınız gemiyi! Kaptan elinden geleni yapıyor. Oturun dedim size! Hatta uyuyun. İlk kez uyumamıza izin veriliyor ama artık gözler hiç kapanmamacasına açılmıştır. Yine de bir adam bu komutu yerinde bularak ceketini başına çekiyor. Şarkıcı oğlan reistir artık, çünkü otoriter bir ses çıkarmaktadır kafasının içinden. Birkaç kişi yolun nasıl bulunacağına dair ürkek bir ses tonuyla bildiklerini konuşmaya başlıyorlar. Tecrübeler muhtelif.

Gemide hiçbir yiyecek yok. Gece vakti bu kötü niyetle bakan adamlarla bir gemide. Kocamın ruhu yankesici kızın yanından gelip gidiyor. Üzerimize bir günah siniyor. Edibe’nin hayallerine karışıp gidiyorum; kocasının ona incelikli seslenişleri serpiliyor üzerimize ay ışığından. Edibe’nin korku ve yorgunluktan bacağı seğirmeye başlıyor. Sıkılmasın diye görmezden geliyorum. O da artık ölmüş kocasının yanından gemiye geliyor. Meraklı, tedbirli, tedarikli Edibe. Bir kurumla yanındaki yüzü gözü kirlenmiş yolculara bakıyor. Çantasındaki kolonyalı, sabunlu mendilleri çıkarıyor, ellerini sildikçe siliyor. Ben hâlâ eve gidip ellerimi rahatça yıkamaktan yanayım

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir