Brian W. Aldiss – Yildiz Gemisi

Yüreğinin çarpıntısı Roy Complain’e uzak bir cisimden yansıyarak kaynağına geri dönen yankı gibi, ormandaki açıklığı dolduruyormuş gibi geldi. Bir ayağını kompartımanının kapı eşiğine atmış halde durarak öfkenin damarlarındaki balyozumsu vuruşlarını dinledi. “E hadi, git gideceksen! Gidiyorum diyen sen değil miydin?” Ardından gelen sesteki, Gwenny’nin sesindeki, keskin alay onu açıklığa doğru iteledi. Genzinden yükselen hafif bir homurtuyla birlikte kapıyı arkasına bakmadan çarparak kapattı, sonra sinirlerini kontrol altına alabilmek amacıyla ellerini acıtırcasına ovuşturdu. Gwenny ile yaşıyor olmanın anlamı buydu işte: Yok yere başlayan ağız kavgaları ve benliğini bir hastalık gibi tırmalayan çılgın öfke patlamaları. Hiçbir zaman saf bir öfke de olmuyordu bu – bulanık sular gibiydi ve o, en taşkın anlarında bile yine geri döneceğini, Gwenny’den özür dileyeceğini ve kendini küçük düşüreceğini biliyor, bu gerçek, aklının bir köşesinde pusuda bekliyordu. Kadınını gereksiniyordu Complain. Uyan döneminin bu erken dakikalarında bile, ayakta birkaç kişi görebilmek mümkündü; bir süre sonra işlerine dağılmış olacaklardı. Bir grup adam oturmuş YukarıGit oynuyorlardı. Complain, elleri cebinde onlara yaklaştı ve omuzlarının üzerinden dalgın dalgın baktı. Güverteye boyanmış olan oyun tahtası bir adamın açılmış kollarından iki kat daha uzundu. Üzerine markalar ve semboller yerleştirilmişti. Oyunculardan biri öne doğru eğildi ve kümelerinden bir çiftini ilerletti. Başını kaldırıp Complain’e hınzırca göz kırptı ve zafer kazanmış bir komutan edasıyla, “Beş numarayı kanattan çevirdim,” dedi. Complain umursamaz bir tavırla öte yana döndü.


Ömrünün uzun yılları boyunca bu oyun onun üzerinde tekinsiz bir çekim gücü oluşturmuştu. Yeniyetme kol ve bacakları çömelmekten hamlayıncaya ve gözleri gümüş renkli markalan bulanık görmeye başlayıncaya dek oynamıştı bunu. YukarıGit diğerlerini, neredeyse Greene kavminin tümünü de, büyüsü altına almıştı; bu onlara gerçek yaşantılarında bulamadıkları bir güç ve ferahlık duygusu tattırıyordu. Complain kendini büyünün etkisinden sıyırabilmişti, ama onu çok özlüyordu. Zihnini bir şeylerin üzerinde yoğunlaştırabilmek güzeldi ne de olsa. Her iki yanındaki kapıların farkına bile varmaksızın ağır ağır yürüdü. Onların yerine, gözleriyle gelip gidenleri izliyor, sanki bir işaret bekliyordu. Yüzünün deforme yarısını meraklı bakışlardan içgüdüsel olarak kaçırarak barikatlara doğru acele acele giden Wantage’i gördü. Wantage uzun oyun tahtasının başına hiç oturmazdı: İki yanında birden insanların bulunmasına tahammül edemezdi. Konsey onu çocukluğunda niçin sağ bırakmıştı ki? Greene kavminde sık sık deforme bebekler doğar ve onları bekleyen tek şey de bıçak olurdu. Wantage’e henüz küçük bir oğlan çocuğuyken “Kertik Surat” adını takmış ve eziyet etmişlerdi; ama güçlü ve yırtıcı bir delikanlı haline geldiğinde, ona karşı daha hoşgörülü bir tavır takınmayı uygun bulmuşlardı. Artık daha üstü kapalı geçebiliyorlardı dalgalarını. Complain, avarelikten belirli bir amaca geçişini fark bile etmeksizin, Wantage’in peşi sıra barikat yönünde ilerlemeye başlamıştı. Kapılardan biri ardına dek açıldı ve bizzat Teğmen Greene peşinde iki subayıyla birlikte dışarı çıktı. Greene her ne kadar yaşlanmış idiyse de hâlâ huysuzun tekiydi ve seke seke yürüyüşünde gençliğinin coşkusundan izler taşıyordu.

Subayları, Patcht ve Zilliac, kemerlerine astıkları dikkat çekici çarpanlarıyla birlikte, burunları havada ardı sıra yürüyorlardı. Şeflerinin ani ortaya çıkışı karşısında bir an için paniğe kapılan Wantage’in selam durmasını Complain neşeyle izledi. Bu, elini başına götürmek yerine neredeyse başını eline doğru götürdüğü utanç verici bir hareket olmuştu ve Zilliac tarafından iç karartıcı bir sırıtışla karşılanmıştı. Gururları bunu itiraf etmelerine her ne kadar engel oluyorsa da, geçerli olan ilke yağcılıktı. Üçlünün önlerinden geçme sırası Complain’e geldiğinde, başını öte yana çevirip kaşlarını çatarak geleneksel biçimde davrandı. Hiç kimse onun, bir avcının, herhangi bir başka kişiyle eşit olmadığını düşünemezdi. Öğreti böyle diyordu: “Hürmet göstermeye kendini zorunlu hissetmedikçe kimse kimseden daha aşağı değildir.” Keyfi yerine gelmiş olarak Wantage’e yetişti ve eliyle adamın sol omzuna vurdu. Diğer yönde hızla dönen Wantage kısa bir değneği Complain’in karnına yerleştirdi. Sanki çepeçevre yalın kılıçlarla sarılmış bir adam gibi, hareketlerinde çok tutumlu davranıyordu. Değneğin ucu Complain’in göbeğinin tam üzerine oturmuştu. Değneğin ucunu öte yana iterken, “Yavaş ol bakalım, hoş çocuk,” dedi Complain. “Sen hep böyle mi selamlarsın dostlarını?” Wantage, bakışlarım Complain’den kaçırarak, “Sandım ki… Benliğine ferahlık, avcı. Niçin et peşinde değilsin?” diye sordu. “Çünkü seninle birlikte barikatlara geliyorum.

Üstelik, midem dolmuş ve borçlarım ödenmiş; ete gereksinmem yok.” Complain diğerinin sol yanına geçmeye çalışır ve o da bu çabaları boşa çıkartırken sessizlik içinde yürüdüler. Complain, Wantage’in üzerine gelmesi olasılığını da göz ardı etmeyerek onu fazla zorlamamaya özen gösteriyordu. Şiddet ve ölüm Koğuşlar’da salgın haldeydi ve yüksek doğum oranıyla doğal bir denge oluşturuyordu, ama hiç kimse de sırf ahenk sağlasın diye ölüme neşeyle gitmezdi. Barikatların yakınında koridor kalabalıklaştı; Wantage, yapması gereken işleri olduğunu mırıldanarak uzaklaştı. Adımlarında bir çeşit acı gururla, duvarın dibinden dimdik yürüyordu. En son barikat, koridoru tamamen kesen, ortası geçitli, ahşap bir bölmeydi. Orada sürekli olarak iki Muhafız görevlendirilmişti. Bu noktadan itibaren Koğuşlar sona eriyor ve ponik arapsaçının labirentleri başlıyordu. Ama barikat geçici bir yapıydı, çünkü bu bölünmenin bizzat kendisi de değişime tabiydi. Greene kavmi, yeterli hasat ya da canlı hayvan sağlayamamalarından ötürü sürekli yeni alanlara doğru yer değiştirmek zorunda olan, yarı göçebe bir toplumdu. Bu, ön barikat ileri kaydırılarak ve Koğuşlar’ın bitiminde, en arkadaki aynı miktarda alan da öne alınarak sağlanıyordu. Halen tam böyle bir eylemin uygulanma dönemindeydiler. Önlerinde uzanan biçilmiş ve ezilmiş ponik kargaşası arkalarında yeniden filizlenecekti: Kavim bitmek tükenmek bilmeyen koridorlarda çürük meyvenin içinde dolanan bir elma kurdu gibi ağır ağır yol alıyordu. Barikatın ilerisinde insanlar gayretle çalışıyor, yenebilir özsuyu ve içlerini baltalarının üzerine sıçrata sıçrata yüksek ponik saplarını doğruyorlardı.

Gövdeler devrilir devrilmez mümkün olduğunca çok miktarda özsuyun korunabilmesi amacıyla derhal ters çevriliyorlardı. Daha sonra içleri boşaltılacak, boş borular kurutularak belirli boylarda kesilecek ve çeşitli amaçlar doğrultusunda kullanılacaklardı. Sürekli inip kalkan baltaların hemen yanında, bitkilerin diğer bölümlerinin de hasatları yapılıyordu: yapraklar tıbbi kullanım için, genç filizler sofra çeşnisi olarak, tohumlar ise yiyecek, düğme, Koğuşlar’da kullanılan teflerde zil, YukarıGit oyunlarında marka niyetine ve her şeyi denemeye meraklı minik ağızlara sokulamayacak kadar iri oldukları için de bebek oyuncakları şeklinde… Ponikleri temizleme görevinin en zor yanı, toprağın altında çelik bir ağ gibi uzanan köklerin, güvertenin derinliklerine dek inmiş ve iç içe geçmiş uçlarını birbirlerinden ayırabilmekteydi. Kökler parçalandıkça oluşan humusu, ellerinde kürekleri olan başka bir grup torbalara dolduruyordu; humus özellikle bu bölgede boldu; yaklaşık iki ayak derinliğinde kaplamıştı güverteyi: Buraların daha önce hiçbir kavmin işlemediği keşfedilmemiş arazi olduğunun bir kanıtıydı bu. Doldurulmuş torbalar arabalarla gerisin geri Koğuşlar’a çekiliyor, yeni odalarda yeni tarlalar açılmasında kullanılmak üzere orada sıralarını bekliyorlardı. Barikatın önünde çalışmakta olan bir başka grup adam daha vardı ki, Complain onları özel bir ilgiyle izledi. O grup diğerlerinden daha üst bir rütbedeydiler; onlar sadece avcıların arasından seçilen Muhafizlar’dı ve bir gün, talih ya da ayrıcalık sayesinde, Complain’in de bu imrenilen sınıfa dahil edilmesi olasıydı. Neredeyse duvar gibi örülmüş olan arapsaçı geri itildikçe yeni yeni kapılar ortaya çıkıp seyredenlere karanlık suratlarını gösteriyorlardı. Bu kapıların ardındaki odalar birçok gizem ortaya koyacaklardı: Yitik Devler ırkının bir zamanlar malı olmuş olan binlerce garip nesne — yararlı, yararsız ya da büsbütün anlamsız. Muhafızlar’ın görevi bu antik mezarların kapılarını kırıp girmek ve içlerinde her ne varsa kavmin, daha doğrusu kendilerinin yararına göre seçip ayırmaktı. Zamanla, konseyin keyfi nasıl uygun bulmuşsa, ganimetler ya dağıtılmış ya da yok edilmiş olacaklardı. Koğuşlar’ın aydınlığına bu şekilde çıkarılan şeylerin büyük kısmı Teğmen tarafından tehlikeli ilan edilmiş ve yakılmıştı. Böyle kapıların açılması sırasında gerçek olmasa bile varsayılan kimi tehlikeler de tamamen yok sayılmazdı. Koğuşlarda dolaşan söylentilere bakılırsa, arapsaçının içine yuvalanmış daha küçük diğer bazı kavimler, böyle kapıları açtıktan sonra sessiz sedasız ortadan kaybolmuşlardı. Çalışan insanları seyretmenin büyüsüne kapılan sadece Complain değildi artık.

Her biri yanındaki yeterli sayıda çocuk kotasıyla birlikte birkaç kadın barikatın önünde durmuş, humus ve ponik sapı taşıyıcılarının gidip gelmelerini aksatıyordu. Sineklerin, Koğuşlar’dan hiç eksik olmayan hafif vızıltılarına, küçük ağızların dırdır korosu da eklenmişti. Muhafızlar bu tantananın eşliğinde sıradaki kapıyı kırdılar. İşçilerin bir an için duraklayıp karanlık açıklığa doğru korkuyla baktıkları kısa süreli bir sessizlik oldu. Yeni oda tam bir düş kırıklığıydı, insanları korkutacak ve şaşırtacak bir Dev iskeleti dahi yoktu. Duvarları küçük torbaların sıralandığı raflarla kaplı basit bir depoydu sadece. Küçük torbalar çeşitli renklerde tozlarla doluydu. Bir adet parlak sarı ve bir adet de kızıl toz dolu torba düşerek patladı ve güvertenin üzerinde iki renk yelpazesi, havada da birbirlerine karışan iki bulut oluşturdular. Bu denli çok renk görmeye alışık olmayan çocuklardan yükselen sevinç çığlıkları Muhafizlar’ın sert emirler yağdırmalarına ve canlı bir zincir oluşturarak keşiflerini barikatın arkasındaki bir arabaya taşımaya başlamalarına yol açtı. Complain belli belirsiz bir düş kırıklığı ile oradan uzaklaşmaya başladı. Sonuç olarak, belki de avlanmaya gidecekti. “Ama kimsenin gereksinimi yokken arapsaçı niçin aydınlatılmış?” Soru Complain’e genel telaşın içinden süzülerek gelmişti. Döndü ve soruyu, yere çömelmiş iriyarı bir adamı çevreleyen birkaç küçük oğlan çocuğundan birinin sormuş olduğunu gördü. Şefkatle gülümseyen birkaç anne hemen yakında duruyor, elleriyle sinekleri kovalıyorlardı. ‘Toniklerin de büyümek için ışığa gereksinmeleri var, tıpkı senin karanlıkta yaşayamayacağın gibi,” yanıtı geldi hemen.

Complain konuşan adamın Bob Fermour olduğunu gördü, sadece tarla odalarında çalıştırılmaya uygun, ağır kanlı bir adamdı. Çocuklara karşı Öğreti’nin tasvip ettiğinden daha dostça davranır ve dolayısıyla çok tutulurdu. Complain, Fermour’un bir öykücü olarak tanındığını anımsadı ve aniden yolundan sapıp onu dinlemeye heveslendi. Öfkesinin olmadığı zamanlarda kendini bomboş hissediyordu. “Poniklerden önce orada ne vardı?” diye sordu küçük bir kız. Çocuklar, kendi acemi yöntemlerince, Fermour’u bir öykü anlatmaya başlaması için kışkırtıyorlardı. “Onlara dünya hakkındaki öyküyü anlat, Bob!” diye önerdi annelerden biri. Fermour, Complain’e soran gözlerle baktı. “Bana aldırma,” dedi Complain. “Kuramlar benim için sinekten önemsizdir.” Kavmin güç odakları kuram yapmayı ya da kesinkes pratik gereği olmayan konularda düşünmeyi uygun bulmuyorlardı; dolayısıyla Fermour ikircikli davranmıştı. “Eh, aslında bunların hepsi de varsayım, çünkü Greene kavminin başlangıcından önce dünyada nelerin olup bittiğine ilişkin hiçbir belgemiz yok,” dedi Fermour. “Ya da belge bulsak bile, pek bir anlam çıkaramıyoruz.” Sözlerine devam etmeden önce dinleyicilerinin arasındaki yetişkinlere keskin bir bakış fırlattı. “Çünkü modası geçmiş efsanelerle uğraşmaktan çok daha önemli işlerimiz var yapılması gereken.

” “Dünyayla ilgili öykü nedir, Bob? Heyecanlı mı?” diye sordu bir oğlan çocuğu sabırsızca. Fermour çocuğun kâküllerini gözlerinden çekerek, hevesle, “Hem de öykülerin en heyecanlısı,” dedi. “Çünkü bizi ve yaşantımızı ilgilendiriyor. Şimdi, dünyamız hayran olunacak bir yer. Kat kat güvertelerden oluşmuş, tıpkı şu an bulunduğumuz gibi ve bu katlar bitmek bilmiyor, çünkü bir halka oluşturuyorlar. Dolayısıyla sonsuza dek yürür, yürür, ama sonuna hiçbir zaman erişemezsiniz. Ve bütün bu katlar gizemli yerlerle dolu — kimi iyi, kimi kötü ve bütün o koridorlar poniklerle kaplanmış.” “Baştaraf halkından n’aber?” diye sordu aynı çocuk. “Yüzleri gerçekten yeşil mi?” Fermour sesini alçaltarak, “Onlara da geleceğiz,” dedi ve genç dinleyici kitlesi daha yakına sokuldular. “Dünyanın dış koridorlarında dolaşırsanız nelerin olacağını size anlatmıştım. Ama eğer merkez koridora girebilirseniz, dosdoğru dünyanın en uzak bölgelerine giden bir anayola çıkmış olursunuz ve ancak o zaman Baştaraf’a erişebilirsiniz.” “Hepsinin de gerçekten ikişer kafaları mı var?” diye sordu küçük kız. “Tabii ki hayır,” dedi Fermour. “Onlar bizim küçük kavmimizden daha uygarlar” — genç dinleyicilerini yine şöyle bir gözden geçirdi – “ama onlar hakkında çok az şey biliyoruz, çünkü onlarla bizim ülkemiz arasında sayısız engel var. Büyüdükçe hepinizin görevi şu olmalı: denemek ve dünyamız hakkında daha çok şey öğrenmek.

Hâlâ bilmediğimiz bir yığın şey bulunduğunu unutmayın ve dünyamızın dışında henüz tahmin bile edemediğimiz başka dünyaların da olabileceğini.” Çocuklar etkilenmiş görünüyorlardı, ama kadınlardan biri güldü ve “Gerçekten olup olmadığını bile hiç kimsenin bilmediği bir şey hakkında tahmin yürütmek de onlara ne faydalı olur ya! “dedi. Complain oradan uzaklaşırken içten içe kadına hak veriyordu. Ortalıkta dolaşmakta olan hepsi de başka başka, hepsi de rahatsız edici ve hiçbiri de otoriteler tarafından destek görmeyen çok sayıda benzer kuram vardı o günlerde. Fermour’u açıkça kınamasının kendi toplumsal konumunu yükseltip yükseltmeyeceğini tarttı aklından; ama ne yazık ki Fermour’u herkes aldırmazdan geliyordu; o çok yavaştı. Daha geçen uyanda, tarla odalarında aylaklık ettiği için halkın önünde falakaya çekilmişti. Complain açısından daha acil olan sorun şuydu: Avlanmaya gitmeli mi, gitmemeli mi? Son sıralarda bir barikatlara bir geriye nasıl böyle huzursuzca yürüyüp durduğu geldi aklına apansız. Yumruklarını sıktı. Zaman geçiyor, fırsatlar oluşmuyor, bir şeyler hep ama hep eksik kalıyordu. Complain yine -çocukluğundan beri yaptığı gibi- orada olacağına söz veren ama sözünü hiç tutmayan bir şeyleri kovalayarak öfke içinde fır döndü. Kendini bir krize -gönülsüz olarakhazırlamakta olduğunu belli belirsiz hissedebiliyordu. Bu sanki yükselmekte olan bir ateş gibiydi, ama ateşli bir havaleden bile daha kötü olacağa benziyordu. Bir koşu tutturdu. Saçları, uzun ve siyah, gözlerinin önünde çırpınıyordu. Huzuru kaçmıştı.

Genç yüzü hafif bir dolgunluğun altında genellikle güçlü ve uyumlu çizgiler taşırdı. Mert bir çeneye ve sakin bir kahramanlığı çağrıştıran biçimli bir ağza sahipti. Ama bir bütün olarak bu çehreyi içten içe işleyen beyhude bir acılık da vardı ve bu yeis hemen hemen tüm kavmin ortak görünümüydü. Hiçbir adamın diğerinin gözlerine doğrudan doğruya bakmamasını öğütlerken Öğreti oldukça bilgece davranmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir