Yirmisekiz Celebi Mehmet – Paris Sefaretnamesi

Günümüzden tam iki buçuk yüzyıl önce kaleme alınan Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Paris Sefâretnâmesi’nin, ülkemiz batılılaşma tarihinin ilk günleri için oldukça önemli bir yeri vardır. Sefâretnâme bir yanıyla, o günlerin batılılaşma çabasındaki Osmanlı devlet adamları için bir program niteliği taşımaktadır. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin XVIII. yüzyıl Fransa’sında seyahati sırasında gördüğü yerleri anlatırken çevresine bakışındaki dikkati iyice anlayabilmek için, bu seyahatin yapıldığı tarihten biraz gerilere şöyle bir göz atmak bize birçok ip ucu verecektir. 1699’da imzalanan Karlofça antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu Macaristan ve Transilvanya’yı Avusturya’ya, Podolya ve Ukrayna’yı Polonya’ya, Mora’yı da Venedik’e bırakmıştı. Savaş sırasında Asof’u alan Rusya’ya antlaşmada burası bırakılınca, Ruslar tarihlerinde ilk olarak Karadeniz’e indiler. Bunlar, antlaşmanın sadece toprak kaybını meydana getiren maddî yanlarıydı. Karlofça’nın bir de Avrupa siyasî dengesini temelinden sarsan prestij yanı vardı. Yani bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki varlığı iyiden iyiye sarsılıyordu. Antlaşmanın başka bir maddesine göre ise, Osmanlı İmparatorluğu’na ötedenberi haraç veren hıristiyan devletler bundan böyle bu haracı vermeyeceklerdi. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa siyasî dengesini sağlayan bir devlet olmak yerine, diğer büyük devletlere sadece aracılık yapan, onların arzularına göre kullanılan pasif bir devlet haline geliyordu. Karlofça’dan ondokuz yıl sonra, 1718’de imzalanan Pasarofça antlaşmasıyla ise, Osmanlı İmparatorluğu, daha önceki antlaşmayla Macaristan’da elinde kalan Banat, Temeşvar, Belgrat ve Sırbistan’dan bazı kaleleri Avusturya’ya bırakıyor; ayrıca iki devlet arasında 25 yıl süreli karşılıklı bir saldırmazlık sözleşmesi yapılıyordu. Avrupa’yı şu veya bu millet, ya da şu veya bu ülke yerine, bütünüyle «diyârı küfür» olarak görme eğiliminde olan Osmanlı, bu acı tecrübelerden sonra, 1720’de Paris’e göndereceği elçiyi seçerken gereken titizliği gösterecekti. Osmanlıyı gereği gibi temsil etme güç ve yeteneğine sahip olduğuna güvenilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok yerinde bir tespitiyle, yabancı bir ülkede her adım atışında «.


cihangir muharip ve mücahit gururu yaralanmış bir ülkenin» temsilcisi olduğunun farkındadır. Çelebi’nin, dolaşırken gördüğü şeylere karşı duyduğu hayranlık, daha çok el emeklerine, teknik üstünlüklere, bizdekinden farklı durumlara karşıdır. O, bir serhat mücahidi değildir artık; yerleşik hayatın bizdekinden farklı ve ileride olan maddî yanlarıyla temasa geçmiş birisidir. Efendi, ütopik değil, tam anlamıyla, hatta fazlasıyla gerçekçidir. Ayrı bir kültürün, ayrı bir medeniyetin ürünü olan değişik bir toplum yapısıyla karşı karşıya olduğunu farkedemediğinden olacak, zaman zaman aşağılık duygusuna kapıldığı, bugünün insanını güldürecek şeylerle avunduğu bile olur. Bir yıl kadar süren bu Fransa gezisinin o günkü Osmanlı toplumu için gerçekten faydalı bazı sonuçları olmuştur. Meselâ akla ilk gelen, matbaanın bizde ilk olarak kuruluşu ve kitap basma tekniğinin gelişmesi, bu seyahatin bir sonucudur. Her durumda olduğu gibi burada da madalyonun arka yüzü var: Değişik ve bazı yanlarıyla üstün bir medeniyetin dış görünüşüne özenerek onu taklide kalkan, böylece israfa, sefahata, dolayısıyla yönetici kadronun baştan çıkmasına yol açacak bir takım yanlış tavırlar; sarsılmakta olan bir devleti büsbütün yıkıma götürecek hatalı ilk adımların atılmasına sebep olacak o güne göre bazı ileri fikirler de bize yine bu seyahatla birlikte gelmiştir. Söylediklerimiz tamamen birer tarihî realitedir. Meselâ matbaanın açılışı 1728 yılını bulurken, zevk ve eğlence planındaki hızlı çalışmalar; Avrupa’da sefaret heyetinin beraberinde getirdiği birçok köşk ve lâle bahçesi plânının uygulanması için İstanbul’da geniş bir imar faaliyetine girişilmesi bu yanlış tavırların sadece bir yanıdır. Bu yüzden, eseri dikkatle okumak, yapacağımız yorumlarda önemi bütün ayıntılarıyla değilse bile kaba çizgileriyle gözümüzün önüne getirmek zorundayız. Yirmisekiz Çelebi’nin Paris Sefâretnâmesi, batı medeniyetiyle ilk temasımızın yazılı ilk ürünlerinden olması bakımından, eserin belgesel niteliği ve değeri yanında, daha başka, o günkü Osmanlı’nın Avrupa’ya ve Avrupalıya bakışı gibi özelliklerinden de söz edilebilir. Çelebi Mehmet Efendi’nin bizzat devrin Padişahı Sultan III. Ahmed’e ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya sunduğu yazma nüshalardan sonra, Sefâretnâme’nin daha birçok kopyası meydana getirilmiş; eser sonraları birkaç defa İstanbul’da ve Avrupa’da basılmıştır. Kitap ilk olarak 1757’de Galland tarafından Fransızca’ya tercüme edilmiştir. Bizim burada hazırlarken esas aldığımız metin,birçok yazmadan ve Râşid Tarihi’nde yayınlanan nüshadan farklıyanları bulunan, «Sefâretnâmei Fransa» adıyla 1283 (1871) tarihinde İstanbul’da Matbaai İlmiyyei Osmaniye’de basılmış olan kitap oldu.

Metnin doğru okunmasında yardımlarına başvurduğum Dr. Ahmet Topaloğlu ile Cemal Aydın’a burada da teşekkür etmek isterim. Yerli, millî kültür değerlerini yeni yeni tanımaya başlayan benim de içinde bulunduğum talihsiz bir neslin, bu orijinal eseri yazılışından 254 yıl sonra okurken, asırların oluşturduğu Türk insanının dünyaya bakışındaki karakteristik özellikleri görürken değişik şeyler duyacaklarını umuyorum. Ocak 1975 YİRMİSEKİZ ÇELEBİ MEHMET EFENDİ VE PARİS SEFARETNÂMESİ Edirne yakınlarında dünyaya gelen Çelebi Mehmet Efendi’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Yeniçeriler arasından yetişmiş Seksuncubaşı Süleyman Ağa adlı birinin oğludur. Gençliğinde Yeniçeri ocağına girmiş, orada yirmi sekizinci ortaya mensup olduğu için Yirmisekiz Çelebi adıyla ün yapmıştır. Zamanla Yeniçerilikte ilerlemiş ve sırasıyla çorbacı, muhzir başı, okur yazar olduğu için Yeniçeri efendisi, darphane nazırı, Pasarofça anlaşmasında Osmanlı heyeti ikinci murahhası üçüncü defterdar ve baş muhasebeci olmuştur. Çelebi’nin önemli devlet işlerinde kendini göstermeğe başladığı sıralarda Osmanlı tahtında Sultan Ahmet III bulunuyordu. Sadrazamlığı ise, önceleri, otoriter bir devlet adamı olan Şehid Ali Paşa, onun ölümünden sonra da Damat İbrahim Paşa yapıyorlardı. Bu devir, tarihlerde «Lâle Devri» diye anılır; özellik olarak da saray ve çevresindekilerin zevk ve safadan başka bir şeyle uğraşmadıkları anılır. Genel çizgileriyle bu hüküm, dönemin bir yüzünü aydınlatır, fakat bütününü göstermekten uzaktır. Çünkü 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça andlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu büyük toprak kayıplarına uğramakla kalmamış, Avrupa’nın büyük devletleri arasındaki prestijini de yitirmiştir. Bu savaşlarda batının üstün güçteki ateşli silâhlarıyla karşılaşan Osmanlı ordusu yenilginin sebeplerini anlamış, daha bu tarihlerden itibaren Avrupalı uzmanlarla temasa başlamıştır. Bu mağlubiyetler bir yerde Osmanlının rönesans Avrupasıyla ciddî ilk temasıdır da. İşte bu sıralarda Marquis de Bonnac adlı bir Fransız büyükelçisi Fransa’yı temsilen İstanbul’da bulunmaktadır.

Elçi, İstanbul’da bulunduğu süre içinde Osmanlı-Fransız ilişkilerinin gelişmesinde çok önemli roller oynayan becerikli bir kişi durumundaydı. Devrin ünlü sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki en büyük düşmanı Avusturya ile 25 yıl süreli karşılıklı bir saldırmazlık anlaşması imzalandıktan sonra, İstanbul’un imar işleriyle yakından ilgilenirken Avrupalı sefirlerle ilişkiler kurmaktan da geri kalmaz. Bizzat dostluğunu kazandığı sefirlerden biri de bu Fransız elçisi Marquis de Bonnac’dır. Bu dostluktan çok iyi yararlanan Bonnac, önce daha Şehid Ali Paşa zamanında, Osmanlıların Fransızlara verdikleri kapitülâsyonları kaldırma teşebbüslerini önlemiş, daha sonra da Kudüs’teki Kumame kilisesinin tamiri işini kendileri lehine halletmeyi becermişti. Bütün bunlar olup biterken Sultan Ahmet III de ilişkilerinin olumlu yönde geliştiği Fransa’ya bir elçi göndermeğe karar verir. Bu elçi gönderilmesi meselesinde ilerde kendi devleti lehine birtakım çıkarlar sağlamayı hesaplayan Bonnac kadar, Avrupa’daki en büyük düşman olan Avusturya’ya karşı Fransa ile birleşik bir cephe kurmak isteyen Sultan Ahmet III’ün de payı vardır. Fakat sarayın seçtiği kapıcıbaşılardan Kara İnci Fransız elçisi tarafından beğenilmez. Bu durum karşısında daha liyakatli biri aranır ve devrin ileri gelenleri arasında otorite ve bilgisiyle tanınan, ayrıca Osmanlılığı Avrupada gereği gibi temsil edeceğine güvenilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi bulunur. Mehmet Çelebi, beraberinde Divan Kâtibi oğlu Mehmet Sait Efendi ve kalabalık bir maiyetle (1) 1720 yılı ekiminde Fransız elçisinin sağladığı bir kalyonla İstanbul’dan yola çıkar. Hareket tarihinden ancak kırk altı gün sonra da Fransa’nın Akdenizdeki önemli limanlarından biri olan Tulon’a ulaşırlar. Yirmisekiz Çelebi, İstanbul’dan ayrıldığı günden dönüşüne kadar olan hâtıra ve intibâlarını kendine has zarif ve orijinal üslubuyla kaleme alır; daha sonra Padişah III. Ahmed’e, takdim ettiği bu eserine «Paris Sefâretnâmesi» adını verir. Eserde anlatıldığı gibi, Mehmet Çelebi ve beraberindeki Osmanlı heyeti Tulon’da Fransız devlet adamları ve halk tarafından büyük bir törenle karşılanmış, kendilerine olağanüstü bir ilgi gösterilmiştir. Ne var ki, o günlerde Fransa’nın güney sahillerinden Marsilya’da kendini gösteren veba salgını yüzünden, Osmanlı heyetine, Osmanlı ülkesinde henüz bilinmeyen bir karantina uygulanır. Kırk günlük karantinadan sonra Fransa başşehri Paris’e Toulouse-Bordo-Orlean yoluyla, güney batı Fransa’daki kanallardan geçerek gelirler.

Yirmisekiz Çelebi daha yolda, Fransızların ülke içinde kanal açma, bunlara çevreden su toplama, kanallar için de gemi yüzdürme vb. fennî işlerdeki başarılarını hayranlık ve şaşkınlıkla seyreder. Osmanlı heyeti, girdiği şehir ve kasabalarda, bir Osmanlı görme arzusuyla, Fransız halkının meydana getirdiği büyük kalabalıklarla karşılaşırlar. Paris’e büyük ihtişamlı bir alayla giren Mehmet Efendi, eserinde, deniz yoluyla geldikleri için alayı mükemmel olarak hazırlayamadıklarını belirterek, böyle olduğu halde, Paris’te oturan Fransız devlet ileri gelenlerinin Paris’ın o güne kadar böyle parlak bir alay görmediğini kendisine söylediklerini yazar. Paris’de, on iki yaşındaki Kral XV. Lui’nin mürebbisi, devletin yöneticisi ve diğer yüksek rütbeli devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan Mehmet Çelebi beraberinden getirdiği hediyeleri Padişahın ve Sadrazamın mektuplarını gereken yerlere törenlerle sunar. Böylece 1721 yılı mart başında Paris’e yerleşen Çelebi, saraydan ve diğer devletileri .gelenlerinden çeşitli davetler almakta, ev sahiplerinin hatırlarını kırmamak için, bu davetlere genellikle at sırtında girmektedir. Bir ara Kral’la birlikte Paris dolaylarında ava çıkarlar; bu sırada bazı önemli kale, saray, bahçe, kilise vb. yerleri dolaşırlar. Çelebi, dolaşırken gördüğü güzel yapıları anlatırken sürekli olarak hayretler içindedir. Özellikle, hemen her gördüğü mimarî yapı karşısında «eşini ve benzerini şimdiye kadar görmediğimiz» diyerek, istemeyerek de olsa, hayranlığını belirtmekten kendini alamaz, öyle ki, bazı yapılar karşısında kendini büsbütün tutamaz ve teselli olarak «Dünya kâfirlerin cenneti, müslümanların cehennemidir.» hadisini andığı bile olur. Bu gezintiler sırasında birçok sarayla birlikte, hayvanat ve nebatat bahçelerini, askerî hastahâne, eczane, rasathane, Goblin halı imalâthanesi, ayna atelyesi, krallık kalelerinin maketlerinin bulunduğu divanhane ve buna benzer yerleri dolaşırlar. Paris yakınlarında bulunan bazı kasabalara davet edilir, sırasıyla oralara da giderler.

Çelebi, hayatında ilk olarak gördüğü şeyleri dikkatle izlemektedir; oldukça hayrandır, fakat ayakları havada değildir. Tanpınar’ın ifadesiyle: «Efendi Paris’i Evliya Çelebi’nin Viyana’yi seyrettiği gibi Kanunî devrinin şanlı hâtıraları arasından ve bir serhat mücahidinin mağrur gözü ile görmez. O, XVIII. asır Paris’ine Karlofça’nın ve Pasarofça’nın millî şuurda açtığı hazin gediklerden ve devlet işlerinde pişmiş zekî bir memurun tecrübesiyle bakar.» (2) Osmanlı heyetinin Paris’de bulunduğu sırada Ramazan olur; oruç tutar, teravih namazı kılarlar. Osmanlı heyetinin iftar yemeği yemeleri, cemaatle tesbih çekip namaz kılmaları Parisli kadınların ilgisini çeker; ısrarla izin alır, gelir saatlerce seyrederler. Bu arada Çelebi ve mâhiyetindekilerden bazıları, biri saray diğeri şehir olmak üzere iki defa operaya giderler. Çelebi, birçok durumlarda ev sahiplerinin tuhaf teklifleri, anormal, hatta hazmedilemeyecek davranışlarıyla karşılaşmasına rağmen onlara sempatik görünmesini bilir. Böylece Fransa’da Osmanlı hakkındaki yanlış kanaatlerin silinip iki ülke arasındaki dostluk ilişkilerinin kurulmasını sağlar. F.Reşit Unat’ın dediklerine bakılırsa, Mehmet Çelebi’nin Fransa’ya gönderilmesinde, iki devlet arasında dostluk ilişkileri kurmak kadar, ayrıca siyâsî bir amaç daha vardır. Çelebi’nin siyâsî görevi, Fransa ve İspanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzalayarak, Avusturya’ya karşı bir birlik sağlamaktır. Fakat Fransızlar, öne sürdükleri doğuda ticarî haklar istemek gibi bazı garip tekliflerle böyle bir antlaşmaya yanaşmazlar. Efendi de bu işi başaramayacağını anlayınca süratle geri dönmekten başka çare bulamaz. (3) Çelebi Mehmet Efendi İstanbul’a geri döndükten sonra sefaret takririni hem Padişah III.

Ahmed’e, hem de Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya sunar. XVIII. asrın başlarındaki bu seyahatin Lâle Devrinden başlayarak, ülkemizin bugüne kadarki medeniyet tarihinde olumlu ve olumsuz birçok etkisi olmuştur. (1) Râşid, maiyet halkının seksen kişi kadar olduğunu söyler. Bak: Târihi Râşid, C.V,s.330. (2) XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, A.H. Tanpınar, «Garplılaşma Hareketine Umumi Bir Bakış» bölümü, s. 910. A.H.Tanpınar, adı geçen yerde Sefaretname için «Hiç bir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük sefaretnâme kadar mühim bir yer tutmaz.

Okuyucu üzerinde Binbir Gece’ye iklim ve mahiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikaten bu sefâretnâmede bütün bir program gizlidir.» derken, oldukça doğru bir tespit yapar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir