Zafer Toprak – Türkiye’de Popülizm 1908-1923

II. Meşrutiyet, altı yüz yıllık bir imparatorluğun çöküş öyküleriyle bunalıma sokulduğu bir dönemde yeni bir yapılanma sürecinin habercisiydi. Bir anlamda Osmanlı’ya özgü “aydınlanma” çağıydı. 19. yüzyıl pozitivizmi ve III. Cumhuriyet Fransız toplumsal düşüncesi, başta Paris’e sığınmış Jön Türkler olmak üzere, Osmanlı aydınını derinden etkilemişti. Diğer bir deyişle Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşma modeli büyük ölçüde Fransız örneğinden esinlendi. III. Cumhuriyet Fransası’nın solidarist toplum anlayışı II. Meşrutiyet yıllarına damgasını vuracak ve Cumhuriyet Türkiyesi ile birlikte çok partili döneme kadar sürgit devam edecekti. Bu evrede, bir yandan küreselleşmenin uzantısı Batı düşünce yumağı ile yakın bağ kurulurken, öte yandan yerel değerler, bu arada Anadolu etnografik birikimi ilgi odağı olacaktı. Osmanlı’da yüzyıllardan toplumsal katmanların ayrımı din esası üzerineydi. Bir yanda şer’i normlarla yaşamını sürdüren Müslüman kitle vardı; öte yanda cemaat anlamına gelen “millet” ya da “unsur”lardan oluşan “milel-i gayrimüslime” ya da “anâsır-ı gayrimüslime” yer alıyordu. Osmanlı toplum düzeninde günümüzde çok sık kullanılan bir hukuk terimi olan “azınlık” ya da “ekalliyet” anlayışı henüz oluşmamıştı. Azınlık, o günkü karşılığıyla “ekalliyet” sözcüğü Cihan Harbi’nin icadıydı.


Osmanlı toprakları için ilk kez Sevr’de, ardından Lozan’da gündeme geldi. 1908 ile birlikte Osmanlı Devleti 1876 Kanun-ı Esasisi’ni tekrar yürürlüğe koyarak anayasal monarşiyi ilkine oranla çok daha köklü bir biçimde gündeme getiriyordu. Bundan böyle özgürlükler yelpazesi genişleyecekti. Basın hürdü; cemiyet kurmak serbestti. 1908’in hemen ardından siyasal partiler kurulacaktı. Herkes dilediğince yazacak, çizecekti. Osmanlı’da yazılı kültür 1880’lerden itibaren giderek genişlemişse de, yayıncılık alanında asıl atılım 1908 sonrası gerçekleşecekti. Gazete, dergi, kitap, risale sayısında büyük artış gözlenecekti. Bir anlamda bu yıllarda “Osmanlı Aydınlanması”ndan söz etmek mümkündü. Bu arada düşünce özgürlüğü geniş bir okur kitlesi oluşturacaktı. Maddi uygarlığın gerektirdiği siyasi ve toplumsal özlemler gündeme gelecekti. Tüm engebelere karşın Meclis-i Umumi ya da Meclis-i Milli, Türkiye’de çoğulcu, parlamenter yaşama yönelik önemli bir adım sayılacaktı. 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı gayrimüslim cemaatleri ya da “millet”leri Fransız Devrimi’nin de etkisiyle, zamanla ulusal bir kimlik arayışına girişmiş, yayılımcı Batılı güçlerin de omuz vermesiyle bağımsızlığa yönelmişlerdi. Balkanlar’da baş gösteren uluslaşma süreçleri bir anlamda Osmanlı Devleti’nin çöküş öyküsüne dönüşmüştü.

Osmanlı topraklarının değişik yörelerinde farklı “unsur”larca başlatılmış olan bu başkaldırı süreçleri, esintileriyle ve doğurduğu tepkilerle Müslüman kesimi de etkilemekte gecikmedi. Öte yandan Osmanlı aydınının Fransa’da, Üçüncü Cumhuriyet’in fikir dağarcığına olan ilgisi “cemaat”ten “cemiyet”e geçişi de özendiren etmenlerden biri olmuştu. “Halk” ve “cemiyet”, 1908 ertesi II. Meşrutiyet’in anahtar sözcükleri olacaktı. Müslüman cemaat arasında ulus kimliğine yönelik bu tür bir gelişme 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Türkçe konuşan kesimde de gözlendi. Önce dil ve edebiyat alanında yeşeren bu kimlik arayışı zamanla Osmanlı siyasal-toplumsal yaşamına da yansıdı. Osmanlı’nın Türkçe konuşan aydın kesimi gayrimüslim “millet” ya da “unsur”larının geçirdiği evreye benzer bir biçimde, kendilerini giderek Türk diye tanımlamaya başladılar. Bu anlayışın, kimi kez İslam kisvesiyle de olsa temel referans noktası “çağdaş” olarak gördüğü Batı düşüncesiydi. 19. yüzyılda egemen olan ilerleme, ya da “terakki” arayışı Osmanlı toplumunu da dönüştürüyordu. Bu süreçte Batı ile Doğu ayrışıyor, gelişmişlikte geciken ülkelerde siyasal yapılanma ve demokratikleşme süreci karmaşık bir nitelik taşıyan ideolojik yumaklar gündeme getiriyordu. Çelişik gibi gözüken gelenekselcilik-çağdaşçılık, muhafazakârlık-köktencilik, ulusçuluktoplumculuk gelişmiş ülkelerin dışında birlikte yer aldı; bir tür bireşim oluşturdu. Türkiye pratiğinde de bu gözleniyordu. Hızlı toplumsal dönüşüm, kentleşme, çağdaşlaşma, yeni-eski çatışması, kırsal nüfusun göreli yoksulluğu popülist beklentileri körükledi.

Nitekim 20. yüzyılın ilk yarısında, Batı’da demokrasi kimi çevrelerde düş kırıklığı yaratırken, “modernite” yakalamaya çalışan geciken ülkelerde popülizm demokratik toplum beklentilerinin yerini aldı. Popülizm ile demokrasi çelişik unsurlar olarak görülse de Türkiye gibi gecikmiş ülkelerde popülizm demokratikleşme sürecinin farklı bir boyutunu gündeme getiriyordu. Demokrasinin iki olmazsa olmazları, özgürlük ve eşitlik, popülizmde farklı sonuçlar veriyor, eşitlik daha ön plana geçiyordu. Gecikmiş ülkelerde popülizm 19. yüzyıl liberalizminin yeşerttiği siyasal demokrasiye mesafeli, seçkinci unsurların güdümünde demokrasi için bir altyapı arayışı anlamına geliyordu. Bireysel özgürlüklerin öncülü türdeş bir ulus-devletti. Meşrutiyet yıllarında bu gelişmeler dönemin kimi aydınınca “ictimaî inkılâb” ya da sosyal devrim olarak nitelenecekti. Bu anlayış Mustafa Kemal’in ulusal egemenliği ile taçlanacaktı. II. Meşrutiyet yıllarında ulusal kimlik arayışı bütüncü, dayanışmacı bir toplum modelini gündeme getirmişti. Güçlü bir orta sınıfın oluşmadığı evrede sınıf mücadelesinin reddi bu tür popülist gelişmelerin ana eksenini oluşturmuştu. Batı’da 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülen nüfus devriminden yoksun, bu nedenle kentleşmenin güdük kaldığı bir ortamda köylülük ön plana çıkmış; köy katıksız bir duruluğun ya da ulusal değerlerin arandığı ortamı simgelemişti. Bir yandan kent kökenli aydınların bir tür kent ağırlıklı “burjuva” arayışı gündemdeydi; diğer yandan sınıflaşmanın ve toplumsal çelişkilerin kentleşme sonucu oluştuğu vurgulanarak toplumu çökerten sınıf mücadelelerinden kaçınma gereği duyuluyordu.

OsmanlıTürk popülizmi bir anlamda kapitalist yapılanmada gecikmeden ve uyumsuzluktan kaynaklanmıştı. Gelenekçi olduğu kadar köktenci, modernleşme ve geleneksel değerleri özümleyen, harmanlayan bir dünya görüşüne dönüşmüştü. Nasyonalizm ve popülizm ya da daha sonra kullanıldığı şekliyle “milliyetçilik” ve “halkçılık” aynı madalyonun iki yüzüydü. Halkçılık, Meşrutiyet Türkiyesi’nin ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk evrelerine damgasını vuran bir tür popülizmdi. Popülizm 19. yüzyılda iki farklı coğrafyada yeşermişti. Bunlardan ilki Rusya kökenliydi; 1870’li yıllarda gözlenen ve köylülüğe yönelik sosyalist sayılabilecek devrimci hareketti. Diğeri ise yine aynı yüzyılın sonlarında Amerika’da, kırsal kesimde baş gösteren Amerikan popülizmiydi. Osmanlı topraklarında görülen popülizmin ilk evresi büyük ölçüde Rusya’dan esinlendi. Osmanlı topraklarına göçen Rusya’da eğitim görmüş aydın Müslümanların etkisiyle kök salacaktı. 19. yüzyıl Rusyası serfliği kaldırmıştı; köylülüğün hâkim olduğu bir ortamda ülke sanayileşmenin sancılarını çekiyordu. Çarlık Rusyası kırsal kesimin direncine rağmen, köylülük çözülmeksizin kapitalizmi inşa etme arayışı içersindeydi. Böyle bir ortamda sosyalist dönüştürücü düşüncenin kırsal kesime kayması doğaldı. Böylece Rus Narodnik hareketi birçok gecikmiş ya da gelişen ülke için örnek oluşturacaktı.

Türkiye için de bu geçerliydi. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında bağımsızlığını kazanmış birçok ülkenin entelektüel ve siyasal kesitlerinde görülen popülizmin ilk örneklerinden biri Türkiye’deki halkçılıktı. Eski sömürgelerin ya da bağımlı “çevre” ülkelerinin 20. yüzyılla birlikte dünya tarihinin bir parçası olması ya da bundan böyle tarih alanı içine çekilmesi, ideolojik seçenekleri büyük ölçüde renklendirmişti. Ulusal kurtuluş hareketleri, Asya, Afrika, Latin Amerika’da yeni bağımsız ülkelerin doğuşu bu renk çeşnisini özendiren gelişmelerdi. Çağın insanı Cihan Harbi ertesi bir tür “ideolojik patlama” ile karşılaşmıştı. Bu ideoloji yumağı özellikle gelişmiş Batı’nın dışında kalan ülkelerde karmaşık bir nitelik taşıyordu. Yeni ideolojik yapılanmalarda gözlenen çelişik konumlar ve gelenekselcilik-çağdaşçılık, muhafazakârlık-köktencilik, ulusçuluk-toplumculuk gibi “ideal tipoloji”lerdeki bağdaşmaz gözüken özelliklerin birlikteliği zamanla sosyal bilimcinin gündemine oturdu. Bundan böyle popülizm değişik tarihsel ve coğrafi koşullarda gözlenen bir düşünme biçimine dönüştü. Ancak ülkeden ülkeye fark gözleniyordu. Hızlı toplumsal dönüşüm uzlaşmazlığı, yeni ile eski arasındaki çatışma, kentleşme, modernizasyon, kırsal nüfusun yoksulluğu söz konusu toplumsal durumu belirleyen temel etmenlerdi. Popülizm moderniteye kestirme yol olarak değerlendirildi. Hızlı ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal değişikliklerin baskısı altında, ülkelerinde var olan siyasal yapılardan yabancılaşmış entelektüeller başta olmak üzere, başkaldıranların tepkisiydi. Bir anlamda “halk”ın çıkarlarını gerekçe göstererek iktidara yöneliş hareketleriydi.

Kimi kez halktan, özellikle faziletin yuvası olarak değerlendirilen arkaik kesiminden kaynaklanan basit ve geleneksel biçim ve değerlere dönme ya da bunları benimseme saiki bu hareketlerin temel kaygısı oldu. Batı’da, Marx’ın Kapital’inde belirtildiği gibi, ilkel birikim köylülüğün mülksüzleştirilmesi, toprağından koparılmasıyla mümkün olmuştu. Diğer bir deyişle kırsal kesimde hızlı bir çözülme görülüyordu. Oysa Rusya gibi popülizmin ilk yeşerdiği ülkelerde pre-kapitalist yapıların çözülmesi çok daha yavaş gerçekleşmiş ve sanayileşme süreciyle bir anlamda örtüşmüştü. Rusya sanayileşme başladıktan sonra da köylü kimliğini koruyacaktı. Bu nedenle Osmanlı popülizmi ile Rus popülizmi benzer özellikleri paylaşacaktı. Osmanlı aydını Batı’ya dönük olmasına karşın, geniş bir Müslüman kesimin Rusya’da yaşaması ve Rusya ile sürekli iletişim içinde olunması nedeniyle bu ülkedeki gelişmeleri yakından izliyordu. Rusya’nın fikir ortamını Osmanlı topraklarına taşıyan göçmen Müslüman aydınlar Jön Türkler’i önemli ölçüde etkilediler. Musa Akyiğitzade, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali bunların önde gelenleriydi. Cumhuriyet yıllarında da Sadri Maksudi, Zeki Velidi gibi düşünürler benzer işlevleri gördüler. Rusya’dan gelen entelektüel birimin son kertede yeşerttiği milliyetçilikti. Oysa Osmanlı’da geçmişten gelen kültür kodlarının, bir anlamda tortunun toplumsal boyutu en az milliyetçilik kadar önemliydi. Narodnik ya da “halkçı” çizgi Osmanlı’da milliyetçiliğin yanı sıra toplumcu bir boyut da taşıyordu. Ne de olsa milliyetçiliğin kökeninde eşitlikçi bir anlayış da mündemiçti. Cihan Harbi ertesi İttihatçıların Bolşevikleşmesini salt oportünizm ya da “muvazaa” olarak değerlendirmek Jön Türk düşüncesinin farklı boyutlarını göz ardı etmekti.

İttihatçı gelenekte Batı’dakilerle örtüşen ve ayrışan bir toplumcu öğeyi görmezlikten gelmek, milliyetçiliğe zaman ekseninden bağımsız bir anlam vererek salt sağ ideoloji olarak algılamak tarihi yanılgıydı. II. Meşrutiyet yıllarında halk ve halkçılık, zamanla Ziya Gökalp’in düşün sisteminin önemli bir boyutunu oluşturdu. İttihatçı düşünür, birçok Meşrutiyet aydını gibi evrimden yanaydı; “tekâmül”ü ilke edinmişti. Toplumsal yaşamın aşamaları ancak evrim yasalarının ışığında izlenebilirdi. II. Meşrutiyet’te “ictimaiyyat” diye tanımlanan sosyoloji, bir anlamda evrimci pozitivizminin bir uzantısıydı. Jön Türk Devrimi’yle gündeme gelen gelişme-ilerleme ya da “terakki” sorunsalı ulus-devlet inşası dönemindeki iç çelişkilerin ortaya çıkmasına da neden olacaktı. Osmanlı’nın kabuk değiştirdiği, yeni yapılanma sürecinde var olan değerlerin sorgulandığı bir evrede millet olgusu ve milliyetçilik düşüncesi, kısa bir süre sonra Cihan Harbi ve onu izleyen bunalımlı yıllarda Osmanlı ve Cumhuriyet aydınını sürekli bir ikilem içine soktu. Gelişme bir açıdan eski “değerler”in yitirilişi anlamına geliyordu. Cihan Harbi’yle birlikte Osmanlı’nın kendine özgü “ahlak”ı çöküntüye uğruyor, görece eşitçi evre bir kenara bırakılarak, toplumsal katmanlara açık, birikimi gözeten bir evreye geçiliyordu. İşte böyle bir ortamda paylaşım sorunu ön plana çıkıyor, servetin adil dağıtımı ya da “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” özlemi giderek ağırlığını koyuyordu. Diğer bir deyişle, ahlak sorunu Meşrutiyet’i ve Cumhuriyet’i popülizme yönlendirecek ve halkçılık bir döneme damgasını vuracaktı. Türkiye’de bir ideoloji olarak halkçılığa yönelik görüşler ilk kez Rusya’dan gelen göçmenlerin, özellikle Yusuf Akçura’nın Halka Doğru dergisinde gündeme gelmişti. Bir tür Rus Narodnik hareketinin esintilerini bu dergide yer alan “Halka” başlıklı yazılarda bulmak mümkündü.

Ama Cihan Harbi ile birlikte, Falih Rıfkı adını koyduktan sonra halkçılık farklı bir yörüngeye girdi. Gökalp’in halkçılık anlayışında Fransız solidarizmi Rus Narodnizmine oranla daha baskındı. İttihatçı düşünürün Batı kapitalizmini sorgulayıcı üslubu Cumhuriyet’in inşa sürecinde de etkili olmuş, Tek Partili döneme damgasını vurmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçılıkla ilgili görüşlerinin esin kaynağı Ziya Gökalp’ti. 1920 tarihli “Halkçılık Programı”, 1931 CHF Programı’nda ve 1937’de Anayasa’da altı oktan biri olan “halkçılık umdesi” Gökalp’in düşüncesinin devamı sayılabilirdi. Keza, ulusçu hareketi Cumhuriyet’e taşıyan Halk Fırkası’ndaki “halk” sözcüğü, toplumbilimsel anlamda II. Meşrutiyet’in icadıydı. Bu yıllarda halk sözcüğü bugünkü ulus ya da millet sözcüğüyle eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştı. Keza Rusya’da devrim ertesi halk sözcüğünün popüler bir nitelik kazanması Halk Fırkası’nın da kuruluşu sırasında göz ardı edilemeyecek bir etmendi. Zamanla “millet” sözcüğü çağdaş anlamını kazanacak, geçmişin “cemaat”inden ayrışacaktı. Rusçada “halk” ve “millet” sözcükleri aynı sözcükle, “narod”la ifade ediliyordu. Türkiye’de ise “halk” ve “millet” sözcükleri Tek-Parti döneminde giderek farklılaştı. “Millet” sözcüğü siyasal bir bağlamda önem kazandı; toplumsal içeriğini ise “halk” sözcüğünde buldu. Milliyetçilik ve halkçılık bundan böyle rejimin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı ilkesi arasında ayrı ayrı yer aldı. Bu kitaba yönelik ilk çalışmalarım 1970’li yılların ikinci yarısında başladı.

Toplum ve Bilim’in kurucuları arasında yer alırken dergi sayesinde düşünce tarihine yönelik bir dizi makale yayınlama fırsatı buldum. 1977 yılında derginin ilk sayısında yer alan “Türkiye’de Solidarist Düşünce: Halkçılık” başlıklı yazımı sonraları sürekli genişletip geliştirdim. Bu arada doktora tez çalışmalarım sırasında Cihan Harbi yıllarında “milli iktisat”ın solidarizmle bağlantılarını görme fırsatım oldu. Solidarizm ise popülizmin kapılarını açtı. Geçen yıllar içinde popülizm geniş bir siyasal yelpaze oluşturdu. Özellikle gelişmiş ülkelerde farklı yorumlara neden oldu. 2012 yılında Doğan Kitap Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918’in ilk baskısından otuz yıl sonra genişletilmiş yeni bir baskısını gerçekleştirdi. Bu bir anlamda II. Meşrutiyet’in iktisat tarihiydi. Sürecin toplumsal boyutunun göz ardı edilemeyeceğini bana bir kez daha hatırlattı. İki yıldır yayıncım olan Doğan Kitap’tan çıkan bu üçüncü kitabım umarım ilk ikisi kadar ilgi görür. Darwin’den Dersim’e: Cumhuriyet ve Antropoloji gerek akademik çevrelerden gerekse genel okurdan son derece olumlu geri dönüşler aldı. Bu arada Sedat Simavi 2012 sosyal bilimler alanında en iyi kitap ödülüne layık görüldü. Doğan Kitap’tan çıkan ikinci kitabım Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918, tevazu bir kenara, artık dönem için temel başvuru kaynağı oldu. 1982’de ilk baskısı yayımlandığında ünlü tarihçi Feroz Ahmad kitapla ilgili olarak “Bu alanda son söz söylenmiştir” diye yorumda bulunmuştu.

İkinci baskısıyla umarım yeni bir yorum getirmişimdir ve Feroz Ahmad’ı yanıltmışımdır! Öncelikle hem bu kitapta hem daha öncekilerde emeği geçen Doğan Kitap çalışanlarına teşekkürü bir borç bilirim. Özellikle düz bir metni anlamlı bir kitaba dönüştüren Hülya Balcı’nın emeğini, titiz çalışmasını burada belirtmem gerekiyor. Yayın dünyasında bu tür çok farklı dillere gönderme yapan ve üstelik Osmanlıca bilgisini gerekli kılan bir kitap için bu denli etkin editoryal hizmeti bulmak kolay olmasa gerek. Bölüm 1 Popülizme Giriş 19. yüzyılın ikinci yarısında bir köylü toplumu olan Rusya’da aydınlar “halka doğru” gitmişti. Bu bir anlamda Devrim Rusyası’nın öntarihisayılabilirdi. Geri kalmış bir ülkede, Çar’ın baskıcı rejimine karşı modernist bir entelijansiyanın, nihilizmin ardından popülizme ve oradan da Marksizme yönelişinin öyküsüydü. Rus popülistleri “halka doğru” hareketini başlatmışlardı. Batı’nın dışında yer alan gecikmiş birçok ülkede, Rusya’da “halka doğru gidenler” örnek alındı. Sun Yat Sen’le birlikte Çin’de “halka doğru” gidenler Mao öncesi halkın değerlerine sahip çıkıyorlardı. Seçkinlere özgü “üst kültür” ile Konfüçyüsçülüğe sırt çeviren Çin gençleri çözümü halkta bulacaklardı. Bu Osmanlı Türkiyesi için de geçerliydi. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında bağımsızlığını kazanmış birçok ülkenin aydın kesitinde görülen popülizm geleneğinin ilk örneklerinden biri Osmanlı popülizmi, ya da halkçılığı oldu. Bu halkçı düşünce Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet Türkiyesi’ne geçişin, ulus-devlet kuruluşunun omurgasını oluşturdu.

Halk Fırkası bu tür bir düşünce geleneğinden doğdu. 20. yüzyıl insanı, özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesi Soğuk Savaş’la birlikte ideolojiler doğrultusunda saflara ayrıldı. Bu evrede popülizm özellikle gelişmiş Batı’nın dışında kalan ülkelerde karmaşık bir nitelik taşıyan bir ideoloji yumağına dönüştü. İkinci Dünya Savaşı ertesisosyal bilimlerin gelişmiş Batı ülkeleri dışına yönelişiyle popülizm gündeme oturmakta gecikmedi. Önceleri antropolojinin uğraş alanı “öteki” ülkeler bu kez siyaset bilimince kapsanır oldu. Amaç Batı’dan farklı, değişik yapılanmaları aydınlatmak, sınıflandırmanın ötesinde doğuş gerekçelerini ortaya koymaktı. Bu yönelimi tetikleyen temel neden Batı’da ideolojik yapılanmalarda gözlenen çelişik konumların geciken ülkelerde bir arada bulunması, uzlaşmasıydı. Popülizmle birlikte bundan böyle gelenekselcilik-çağdaşçılık, muhafazakârlık-köktencilik, ulusçuluk-toplumculuk gibi Max Weber’in “ideal tipler”indeki bağdaşmaz gözüken özelliklerin birlikteliği sosyal bilimcinin gündemini oluşturacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir