Ziya Gokalp – Turkculugun Esaslari

Düşünce ve sanat yaşamımızda Türkçülük akımını ve Millî Edebiyat dönemini (düşündeşleriyle birlikte) başlatan Ziya Gökalp’ın sanatçılığı ile bilim adamlığı birbirinden ayrılamaz; başka bir deyişle, Türkçülük ve toplumbilim konusundaki çalışmalarında vardığı sonuçları, aynı zamanda şairliği ile de yaygınlaştırmaya çalışmıştır. İlk şiirlerini aruzla yazan Gökalp’ın şair olarak verimine bakıldığında, onun, şiiri yalnızca düşüncelerini yayma aracı olarak gördüğü, bu nedenle de yazdıklarının “manzume” olmaktan ileri gidemediği söylenebilir; ancak, şiire bu bakış açısını da bilinçli olarak seçmiştir. Kendi ifadesiyle: “Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman, gâlibâ birinci devreye âittir: Şairler müzlerinden (esin perilerinden) uzak düşmüş, vezinle kafiye şuurlu müteşâirler (şairlik taslayanlar) eline geçmiş… “Bu hâli, çocukların hayatında da görürüz: Ders saatleri arasında oyun fâsılaları (araları) var… Aynı zamanda, çocuk terbiyesinde bir takım dersler oyun tarzında verilir; bunun gibi, halk terbiyesinde de bâzı fikirlerin vezin kisvesinde (şiir biçiminde) arz edilmesi fena mı olur?” [7] Gökalp, bu sorunun yanıtını şiirleriyle veren bir şairdir; kendisini “şuurlu müteşâir” sayması, ülkenin “şuur devri”nde yaşadığını göstermektedir. İlginçtir; ilk paragrafın son cümlesinde Gökalp, “şiir” sözcüğünü değil, “vezinle kafiye” sözcüklerini kullanmayı yeğlemiştir. Bu da onun, “şuur devrinde” şiirin tanımını da, “düşüncelerin, vezin ve kafiye ile ifade edilmesi” olarak kabul ettiğini göstermektedir. Gökalp’ın şiirlerinde iki yön göze çarpar; ilki, çeşitli makalelerinde ve Türkçülüğün Esasları kitabında ileri sürdüğü görüşleri, yukarıdaki şiir tanımına uygun olarak, bir de şiir diliyle yazmasıdır. Onun özellikle “Lisan”, “Vatan”, “Ahlâk”, “Vazîfe”, “Köy”, “Kadın”, “Medeniyet”, “Kavm”, “San’at”, “Meslek Kadını”, “Devlet”, “Büdce Birliği”, “Dârülfünûn” gibi şiirleri, özellikle Türkçülüğün Esasları kitabındaki kimi bölümlerinin “vezin ve kafiye” ile ifade edilmiş biçimleridir. Örneğin “Lisan” şiirinde, Türkçülüğün Esasları’nın “Dilde Türkçülük” bölümündeki düşüncelerle yazıldığı görülmektedir: “Güzel dil Türkçe bize”, “Müterâdif (eşanlamlı) sözlerden / Türkçesini almalı”, “Halkın söz yaratmada / Yollarını benimse”, “Arapça’ya meyletme / İran’a da hiç gitme” ve son kıta olan “Türklük’ün vicdânı bir / Dini bir, vatanı bir / Fakat hepsi ayrılır / Olmazsa lisânı bir” dizeleri, günümüzde de önemsenmesi gereken görüşlerdir. İkincisi, Türkçülüğün Esasları’nda ve başka makalelerinde öne sürdüğü görüşlere uygun olarak yalın bir konuşma dilini, halk yazını biçimlerini ve hece ölçüsünü kullanmasıdır: Konuşma dilinin yazın dili olarak kullanılması özlemi, Tanzimat döneminden beri vardır; ancak bu ilke, 1911’den sonra Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve öteki Türkçüler tarafından bir gündeme bağlanıp gerçekleştirilmiş, böylece de Cumhuriyet döneminde başlatılan Türk dil devriminin yolu açılmıştır. Onun şiir diline örnek olarak “San’at” şiirinin dördüncü kıtasını alalım: Aruz sizin olsun, hece bizimdir, Halkın söylediği Türkçe bizimdir, “Leyl” sizin, “şeb” sizin, “gece” bizimdir, Değildir bir ma’nâ üç ada muhtâc. Gökalp Divan, Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemi şiirlerinde kullanılan nazım biçimlerinin de ulusal biçimler olmadığı için kullanılmaması gerektiğini düşünerek şiirlerini halk yazınından aldığı biçimlerle, çoğunlukla aaab / cccb / dddb… uyak örgüsüyle koşma biçiminde yazar. Bu kaygısının nedeninin, halktan kopuk “aydın yazını”nı halka bağlamak olduğu açıktır. Böylece halkın ulusal bilincindeki binlerce yıllık şiir sesi birikimini yakalamaya, dolayısıyla da düşüncelerini daha etkili biçimde belletmeye yönelmiştir. Halk yazını nazım biçimlerini kullanmakta başarılı olduğu söylenebilir.


Gökalp halk yazınıyla ilgilenmeye başlayınca, şair Mehmed Emin’in (Yurdakul) de etkisiyle hece ölçüsüne yönelir ve yine halkın binlerce yıllık birikimini yakalamak amacıyla şiirde hece ölçüsünün kullanılmasını savunur; ona göre, Divan, Tanzimat ve Servet-i Fünûn şiirlerinin halkla bağlantı kuramamasının en önemli nedenlerinden biri de, halkın kulağının alışık olmadığı, Arap dili için en uygun ölçü olduğu hâlde, uzun sesli içermeyen Türk dili için hiç de uygun ve gerekli bir şiir ölçüsü olmamasıdır. Üstelik aruz ölçüsü kullanan şairler, uzun sesli içeren Arapça ve Farsça sözcükleri dilimize doldurmuşlardır. Gökalp’a göre, hece ölçüsünün kullanılması, bu sakıncaları kesinlikle ortadan kaldıracaktır. Ancak hece ölçüsünü kullanırken, Gökalp’ın pek de başarılı olduğu söylenemez. Bunun nedeni hem şiiri yalnızca “vezin ve kafiye” olarak görmesi, hem de şiirde şiirselliği değil düşünce iletmeyi, bir başka deyişle şiiri makale gibi kullanmayı amaçlamasıdır. Bunu bilinçli olarak yaptığını, yukarda söylemiştik. Ziya Gökalp, bilimsel alanda da ilk toplumbilimcilerimizdendir ve üniversitede ilk toplumbilim dersi veren “müderris”tir. Onun toplumbilime yönelmesi, elbet de okuduğu yabancı yazarların, özellikle Desmolins’in, Alfred Fouillée’nin ve Gabriel Tarde’ın etkisiyledir. Önceleri, Namık Kemal’in de etkisiyle “Osmanlı unsurlarının birliği” görüşünü benimsemiştir; bir başka deyişle “Osmanlı ulusçuluğu”nu savunur. Divan şiiri tarzında şiirler de yazmıştır. Ancak kendisini en çok, Emile Durkheim’ın toplumbilim anlayışı etkilemiştir. Türkçülüğün Esasları’nın “Tarihsel Maddecilik ve Toplumsal Ülkücülük” başlıklı yazısında: “Toplumsal olguların yorumlanmasında ve açıklanmasında birbirine hem yakın, hem de uzak olan iki toplumbilim dizgesi (sistemi) vardır: Bunlar, ‘tarihsel maddecilik’ ve ‘toplumsal ülkücülük’ dizgeleridir. Bunlardan birincisi Karl Marx tarafından, ikincisi Emil Durkheim tarafından ortaya atıldı. İlk bakışta, bu iki dizgenin birbirine yakın olduğunu görürüz; çünkü, ikisi de toplumsal olguların, doğal nedenlerin sonuçları olduğunu; maddesel, hayatsal ve ruhsal olgular gibi doğal yasalara uymak zorunda olduğunu ilke olarak kabul ediyor. Bu görüşe, bilim dilinde ‘gerekircilik’ adı verilir,” dedikten sonra, Karl Marx’ın nerede “yanıldığını” belirterek, neden Durkheim toplumbilimine yöneldiğini açıklar.

Aslında, hemen hemen hiç bir sanayisi ve bilinçlenmiş işçi sınıfı bulunmayan bir ülkenin düşünürü olarak maddeciliği temel alan Marx’ı değil de, ülküyü temel alan Durkheim’ı seçmesine de şaşmamak gerekir. Çünkü ona göre sınıf bilinci, ulusal bilinçten sonra ortaya çıkar; bu nedenle Marx’ın toplumbilimi, Osmanlı ülkesi için geçerli değildir. Yine ona göre, önce Türkoğluna neden Osmanlı olmadığını, neden Türk olduğunu anlatmak, dilden inanca, ekonomiden aile yaşamına dek binlerce yılda ortaya çıkan bilinç birikiminin toplumsal yaşamda yeniden egemen olmasını sağlamak gerekir. Ziya Gökalp’ın neden Durkheim’ın düşüncelerini daha doğru bulduğu konusunda Hilmi Ziya Ülken şunları söylüyor: “Bu yazılarında iktisâdî soruyu ele alarak iki düşünürü karşılaştırıyor: Durkheim ve Marx. Durkheim iktisâdî olayı kollektif tasavvur sayar. Başka toplumsal olaylar gibi, orada bir değer hükmü araştırır; Marx’ın teorisi ise, toplumsal hayatı üretim araçları ile açıklamaya çalışan, toplumun başka görünüşlerini onun sonucu sayan bir teoridir. Gökalp için iktisâdî hayatın toplum içinde önemi çok büyük ise de başka toplumsal olayları gölge-olay saymak doğru değildir. İktisâdî olaylar teknikten ibâret olmayıp, her şeyden önce değer hükmü olan olaylardır ve başka kollektif tasavvurlarla karşılıklı münasebet ve etki hâlindedirler. Böylece onun iktisâdî görüşü, Durkheim’a dayanarak tarihsel materyalizme karşı cephe almış bir görüştür.” [8] TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI XX. yüzyılın başında Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları, birbirleriyle savaşım içindedir. Batıcılar, Batılı değer yargılarını kabul etmiş bir Osmanlı toplumu; ulusçuluğu kesinlikle reddeden İslamcılar, ümmetçi ilkelere dayalı bir toplum yapısını önerirken, Türkçüler, bağımsızlıkları için başkaldıran Hıristiyan uyrukların da etkisiyle ulusal bir devlet anlayışını savunuyorlardı. İşte Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitabındaki yazıları, Batıcılık ve İslamcılık akımlarına karşı ulus ve ulusal devlet görüşünün bir savunusu; çağdaşlaşma yolunda yapılacak işlerin bir gündemi niteliğindedir. Bu gündemin ne denli etkili bir biçimde belirlendiği, kitabın “içindekiler” bölümüne bakılırsa anlaşılacaktır: Yazar kitabını “Türkçülüğün Niteliği” ve “Türkçülüğün Gündemi” olmak üzere iki bölüme ayırmıştır. “Türkçülüğün Niteliği” bölümünde on alt bölüm olarak “Türkçülüğün Tarihi”nden “Kültür ve Yetkinleşme”ye kadar Türkçülüğün ne olup ne olmadığını incelemekte; “Türkçülüğün Gündemi” bölümündeyse ilk bölümde vardığı sonuçların “Dilde Türkçülük”ten “Felsefede Türkçülük”e kadar ulusal özyapıyı belirleyen sekiz ayrı alanda uygulanmasıyla ilgili görüşlerini belirtmektedir.

Kitap okunup bitirildiğinde, özellikle “Türkçülüğün Gündemi” bölümünde, Atatürk Türkiyesi’nin XX. yüzyılın ilk yarısında gerçekleştirdiği ve 30’lu yılların sonuna değin ülkeyi çağdaşlaştırarak önde gelen bir dünya ülkesi; ulusu çağdaşlaştırarak saygın bir dünya ulusu yapan Atatürk devrimlerinin “formüle edilmiş” olduğu görülecektir. Kitabın temel savı, çağdaş bir devlet ve çağdaş bir ulus olmak için gerekli olan dönüşümün ancak ulusal ve bağımsız olmakla sağlanabileceği görüşüdür; ancak Gökalp, hiç bir zaman ülkenin kendi içine kapanmasını salık vermez; tam tersine, dünya ulusları ailesinin etkin ve saygın bir üyesi olmak için neler yapılması gerektiğini vurgular. Yalnızca bu özelliğiyle bile, kendilerini “yeni dünyacılık”a, “karşılıklı bağımlılık” ilkesine adayan bir takım yazarların nasıl bir sapkınlık içinde bulunduklarını göstermesi bakımından da, tekrar tekrar okunması, tartışılması gereken bir kitap olmaktadır. Not: Türkçülüğün Esasları anlatım bakımından son derece yalındır; ama kullanılan sözcükler bakımından böyle olduğu söylenemez; özellikle yazarın kendi türettiği toplumbilim ve kültür terimleri günümüzde artık kullanılmadığı için bunları bilmeyen günümüz okurları, hele öğrenciler için yapıtın dilini anlamak olanaksızdır. Bu nedenle kitabın dilini günümüz diline uyarlamak zorunda kaldık. Bu konuda şu yöntemi kullandık: Yapıtın dilini elden geldiğince günümüz diline uyarladık; ancak kimi sözcük ve terimleri değiştirmenin doğru olmadığını düşündüğümüz için bunları sayfa altlarında dipnot olarak açıkladık. Kitapta söz konusu edilen kişilerin yaşamöyküleri konusunda kısa bilgileri, yine dipnotlarında verdik. Yazarın özgün cümle yapısına ve anlatımına pek fazla dokunmadık. Metinde ( ) içinde verilen sözcük ve ekler, anlamı daha da belirginleştirmek için konulmuştur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir