1300’de (1883) Sultanahmet’te doğan Ziya Şakir, İstanbul, Bursa ve Halep’teki çeşitli okullarda eğitim almıştır. Daha 15—16 yaşlarında iken İrtika mecmuasında yayınlanan yazıları ile takdir toplamıştır. Dönemin yasaklamaları neticesinde takma isimler kullanarak pek çok dergi ve gazetede yazılarını yayınlamış, Hanımlara Mahsus Gazete, Çocuklara Mahsus Gazete ve Terakki Gazetelerinin başyazarlığını yapmıştır. Cemiyeti İnkılabiye ile İttihat ve Terakki cemiyetlerine katılmıştır. Genç Türk dergisinde Dâhiliye Nazırı Talat Beyi hedef alan açık bir mektup yayınlayarak Paşayı keskin bir dille eleştirmiş ve istifaya davet etmiştir. Hemen akabinde cezalandırılacağı endişesi ile Mısır’a giden Ziya Şakir, burada sanatkârlar ile tanışmıştır. Şark’a yönelik (Sultanın Gözdesi) isimli bir senaryo yazmış, İskenderiye’ye geçerek İtalyan sinema şirketi ile anlaşmıştır. Napoli’ye giden Ziya Şakir İtalyanların Trablusgarp’a saldırmaları üzerine sinema yapamayarak İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’da mahkeme edilerek Sinop’a sürülmüş, Talat Paşa’nın ikinci nazırlığında affedilerek İstanbul’a getirtilmiştir. Talat Paşa tarafından memuriyet teklif edilmişse de Ziya Şakir memuriyeti kabul etmemiştir. Bunun üzerine Talat Paşa Süleyman Nazif’in çıkartmakta olduğu Hak gazetesinde çalışmasını tavsiye etmiştir. Balkan harbi başladığında gönüllü asker olmuş ve Edirne muhasarasının bütün zorluklarını ve mahrumiyetlerini yaşamıştır. Siperlerde nöbet değişikliklerinde gazeteye yazılar yazmış, O dönemde tuttuğu notlardan daha sonra Meçhul Asker, Edirne Müdafaası eserlerini oluşturmuştur. Edirne’de yaralanıp esir düşen ve daha sonra firar ederek İstanbul’a dönen Ziya Şakir, Talat Paşanın yönlendirmesi ile Bursa’ya giderek Ertuğrul gazetesinin başyazarlık görevini yürütmüştür. Padişah Vahdettin döneminde İttihatçıların takibatından O da nasibini almış ve muhtelif maceralar yaşamıştır. Müdafaayı Hukuk cemiyetinde görev alarak Milli Mücadeleye iştirak etmiştir. Memuriyet görevi ile gittiği Sivas’ta, memuriyet hayatından hoşlanmadığı için kısa sürede istifa etmiş ve bir süre avukatlık yapmıştır. Sivas Sanayi Mektep müdürlüğü görevini yürütmüş ve o dönem aldığı desteklerle bu okulu, numune bir okul haline getirmiştir. Daha sonra Amerikan Cester grubunun Samsun—Sivas demiryolu projesinde görev almıştır. Cumhuriyetin ilanı ile İstanbul’a dönmüştür. İnhisar İdaresince verilen görev gereği Diyarbakır’a oradan da Maraş’a gitmiş ancak buralarda uzun süreli kalamayarak İstanbul’a tekrar dönüş yapmıştır. Bu dönüş onun yazın alanındaki önemli dönüm noktası olmuştur, Ziya Şakir artık yazarak hayatını kazanmaya başlamıştır. 22 Kasım 1929 tarihinden itibaren “Meçhul Asker” Vakit gazetesinde, sonrasında Ermeni vakalarını anlatan “Kan Dalgası” Son Posta gazetesinde, “Bektaşilik” Yeni Gün gazetesinde yayınlanmış ve Ziya Şakir bu üç tefrika ile hem İstanbul hem de Anadolu’da gazetelerinde tanınan, bilinen, aranan ve tefrika siparişleri verilen önemli ve tarafsız ve güvenilir biri haline gelmiştir. Ziya Şakir adıyla yazdığı tefrikaların yanı sıra A.R, Z. Melek, Bahtiyar Fenkligil imzasıyla veya isimsiz pek çok eser vücuda getirmiş, bıkmadan usanmadan tarihi kaynaklardan aldığı ilhamlarla büyük eserler oluşturmuştur. İlginçtir ki O, bu eserleri “O gün okunmasından ziyade, istikbal tarihine naçiz bir yardım olur ümidiyle” yazmıştır. Ziya Şakir 1930’lardan 1960’lara kadar en çok okunan yazarlardan biri olup muhtelif gazetelerde bine yakın tarihi makalesi yayınlanmıştır. Özellikle din ve İslam tarihine yönelik on senelik uzun bir araştırma sonucunda Hz. Muhammed (S.A.V) ve İslam dünyası ile ilgili birbirinden kıymetli eserlerinin her biri kendine has dil, üslup, akıcılığıyla zamanında çok büyük ilgi ve iltifat görmüştür. Çocukluğunda misafir edildiği Yıldız Sarayını ve İkinci Abdülhamid’in, özel yaşamını, hususi özelliklerini, kendisine ulaştırılmış özel yazı ve hatıratları kullanarak ve yaşayan insanlarla bizzat görüşerek “Abdülhamid’in Son Günleri” adlı tefrikalarda anlatmıştır. Bu konuyu en geniş, en tutarlı, en tarafsız etraflıca anlatan yazarlardan biridir. Abdülhamid ile ilgili tefrikalar yayınlandığında olay kahramanlarının büyük çoğunluğu sağ olduğunun hatırlanması eserlerinin önemimin anlaşılması açısından önemlidir. Yine aynı döneme ait pek çok dosyayı, defterleri, el yazılarını, yüzlerce belgeyi, yurtdışından Çin’den, Hindistan’dan gönderilen vesikaları birleştirerek oluşturduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluşunu, büyümesini ve yıkılışını anlatan 839 tefrikadan oluşan 5 bölümlük eseri kitap olarak yayınlanmayı beklemektedir. “Bir Haremağasının Anıları” için Yıldız Sarayı altında geçen ve şimdiye kadar kimsenin öğrenmemiş olduğu hadiseleri muhtelif belge bilgi ve hatırattan yararlanarak bu bilgilerin toplamını anlattığını belirten Ziya Şakir “Bu eserim öyle bir eser olacak ki. Bundan sonra Yıldız ve Abdülhamit hakkında başka eser yazılamıyacak. Çünkü bilinmeyen bir taraf bırakmıyacağım. Abdülhamit devrinin en doğru bir saray tarihi olacak” diyecek kadar kendi eseri üzerinde iddialıdır. Selim Tevfik’in Ziya Şakir ile yaptığı röportajda ise “Tarihe dil uzatanların gafletlerinden birisi de hükümlerinde çok acul ve zalim davranışlarıdır. Gözlerini, tarihe mal olmuş eşhasın sade fena taraflarına dikerler. Benim eserim tarih denilen madalyanın ters tarafını gösterecektir… Okuyucularımdan rica ederim. Beni tenkit etsinler, yanlış noktaları düzeltsinler, eksik tarafları bildirsinler ki eser kitap haline girerken, o devrin mükemmel ve kusursuz bir tarihi halini alabilsin…. Bugüne kadar aldığım yüzlerce mektup içinde, taltiften, tebrikten başka tek satır yoktu. Bundan duyduğum iftihardır ki o esere verdiğim bütün emeklerin yorgunluklarını unutturmuştur. Ve bugün, bu teveccühü kaybetmemek için, elimden gelse yazılarımı değil, öksürüklerimi bile vesaike istinat ettireceğim…” diyerek kendi eserler için ne kadar titizlikle çalışma sürdürdüğünü ve elindeki belgelerin çok kuvvetli olduğunu kuvvetlice vurgulamıştır. Senaryoculukta oldukça iyi olan Ziya Şakir’in filme alınmış “Çanakkale geçilmez”, “Allah’ın cenneti”, “Ebedi meşale”, “Beyaz Esire” eserlerinin yanı sıra “Nasrettin Hoca”, “Hatay Yıldızı”, “Atatürk’ün çocukları”, “Ruhlar mucizesi”, “Sarı kurdele” gibi henüz filme çekilmemiş senaryoları da mevcuttur. Çok farklı konularda 300’ü aşan eser bırakan Ziya Şakir 22 Aralık 1959’da vefat etti. Rahmetle anıyoruz. Eserlerinden bazıları: Abdülhamid’in Son Günleri, Sultan Hamid ve Mikado, 1897 Yunan Harbi, Bir Haremağasının Anıları vb. Sultan Hamid’in hayatına ait eserler. İttihad ve Terakki Nasıl doğdu? Nasıl yaşadı? Nasıl öldü? (5 kısım) Yakın Tarihin Üç Büyük Adamı Talat, Enver ve Cemal Paşa Meçhul Asker, Kan Dalgası, Hilâl ve Zambak, Poyraz Ali, Esmer Gül, Ölüm Mangası, Hatice Sultan vb. tarihi romanlar Fatih İstanbul’u Nasıl Aldı Türkler Karşısında, Napolyon Timurlenk Ve Üç Boz Atlı Atatürk Hayatı ve İnkılâpları Hazret–i Muhammed, Hazret–i Ali, Hazret–i Fatıma, Hazret–i Hatice ve Hazret–i Hamza’nın hayatlarını anlatan eserler Hazret–i Mevlana, Nasrettin Hoca, Ömer Hayyam, Sadullah Ağa, Cinci Hoca, Molla Fenari, Şeyh Şamil, Nuri Demirağ, Celal Bayar gibi tarihe mal olmuş kişilerin hayatları Ramazan Sohbetleri, Büyük Doğu vb. mecmualarda çıkan makaleler Haliç ve Eyüp Sultan, Mezhepler Tarihi, Bektaşilik ve Bektaşi Fıkraları Gâvur Mehmet’in maceraları (Karayürek çetesi, Yedi Aşıklar Şirketi, Cibali Zindanları vb. zabıta romanları) Sahibinin Sesi, Bir Tangonun Romanı, Beyaz Kelebek, Tövbe, Aşk Hasreti vb. aşk hikayeleri Memleketimizin tabii servet ve ziynetlerini görmüyor muyuz? Yoksa göremiyor muyuz? Malûm olan bir hakikat varsa, gördüklerimize de kıymet vermiyoruz. Ve onlara karşı gösterdiğimiz kayıtsızlıklarla, bilhassa yabancıları hayretlere düşüyoruz. Burada, herkesin bildiği bir hakikati, bir daha tekrar edelim ki, İstanbul şehri, yeryüzünde, bu eşi ve bir misli daha bulunmayan müstesna bir beldedir. Bu emsalsiz belde, kıymet biçilmesine imkân ve ihtimal olmayan bir servettir. Malik olduğu iktisadi imkânlarla Cenabı Hakkın bize ihsan buyurduğu en zengin bir hazinedir. Sinesinde on beş asırlık canlı bir hayatın eserlerini taşıyan bu beldenin her taşı, avuç toprağı, Bizans ve Türk medeniyetlerinin tarihi birer şahididir. Dünyanın eşsiz ve emsalsiz bir bedii manzarasına malik olan Çamlıca tepelerinden, Avrupa ve Asya kıtalarının bir kilit noktası olanlarına sahne olan Eyüp Sultan’ın uhrevi serviliklerine kadar her yeri, her köşesi, şairlerin terennüm ede ede bitiremedikleri birer ilham hazinesidir. Fakat asıl bir köşesi vardır ki, onun maddi ve manevi kıyametini tebarüz ettiren (belli eden) son söz söylenmemiştir. Haliç, Arapça bir kelimedir, Manası da, İç liman demektir. Bu itibarla, İstanbul’u fethettikten sonra Haliç adını verdiğimiz yer, bu muazzam beldede mevcut olan büyüklü küçüklü limanların en başında gelir. Haliç takriben on bir kilometre kadar tahmin edilmektedir. Genişliği ortalama olarak 450 metredir. En derin yeri vaktiyle 34 metre olduğu halde – muhtelif sebeplerle dolmuş olduğu için – bu adet bir hayli miktarda tenezzül etmiştir. Karadeniz’den gelen akıntılar, 27 km. olan Boğaziçi’ni geçtikten sonra Sarayburnu’nda ikiye ayrılarak, bir kısmı Marmara denizine akıp gittiği gibi, bir kısmı da, suların mukavemeti ile Haliç’e girerek orada daimi bir limanın bulunmasını temin etmektedir. Bizans Devrinde Haliç Bizanslılar Haliç’e Hirisokeras adını vermişlerdir. İki kelimeden mürekkep olan bu isim, Altın boynuz demekti. Sonradan Avrupalılar bu ismi “Korendor” olmak üzere, kendi lisanlarına tercüme etmişlerdir. Bazı eski muharrirler, Bizanslıların bu limana verdikleri ismi, Yunan esatirinden İyon’un kızı Keraesa’ya atfetmektedir. Bazı muharrirler de Haliç’in bir geyik boynuzuna benzediğini ileri sürerek bu sebepten dolayı Haliç’e Altın boynuz tesmiye edildiğini (ismi verildiğini)) iddia etmişlerdir. Bunların hangisi doğru olursa olsun, ortada büyük bir hakikat vardır ki o da, Haliç’in, bütün dünyada eşi ve emsali olmayan bir iç liman olduğu merkezindendir. Vaktiyle bu iç limanın sahilleri, son derecede latif manzaralara malikti. Her iki sahilde de çınarlardan, servilerden, yabani badem ağaçlarından, kıpkırmızı çiçekleriyle göze çarpan nar ağaçlarından, semalara doğru yükselen bu ağaç kümelerinin arasında yeşil renginin bütün elvanını gösteren çayırlardan mürekkep bedii (güzel) bir manzara arz ederdi. Bu ağaç kümelerinden arasında, Bizans imparatorlarının, Bizans asilzadelerinin beyaz mermerlerden, rengârenk somakilerden yapılmış olan büyüklü küçüklü köşk ve kâşaneleri yükselirdi. Burası sadece bir iç liman değil, aynı zamanda her cinsten ağaçları ve her mevsimde dilruba bahçe ve bağlarıyla adeta tabiatın en zarif en dalgarip bir letafet şehrine benzerdi. Bu itibarla Haliç, Bizanslıların bir zevk ve sefahat merkezini teşkil ederdi. Yazın sıcak günlerinde, gündüz işlerinden bunalmış olan Bizanslılar akşamları Perme denilen kayıklarına binerler, gurup eden güneşin son ışıklarıyla altın rengini alan Haliç’in sakin suları üzerinde gitarlarını çalarak, refahın ve huzurun verdiği bir sürur ve saadetle gezip eğlenirlerdi. Haliç, aynı zamanda Bizans imparatorluğunun en büyük iktisadi merkezi idi. Şarki Roma İmparatorluğunun banisi olan imparator Birinci Konstantin, vücuda getirdiği Konstantinapol beldesinin etrafını muazzam surlarla çevirirken, Haliç sahillerin de muhtelif yerlerde kapılar açmayı ve bu kapıların önünde de birer iskele kurmayı ihmal etmemiştir. Bir zamanlar burada, küçük bir liman ile hükûmet gemilerini yapmaya mahsus bir tersane de bulunuyordu. Liman, Kağıthane deresinden gelen çamurlarla dolmuştu. Fakat İmparator Kanta bir hayli paralar sarf ederek limanı dolduran çamurları temizletmeye muvafık oldu. Bu liman, sık sık İstanbul denizlerini altüst eden lodos fırtınalarından ve bahusus düşman donanmalarının taarruzlarından tamamiyle masundu (korunmuştu). Onun için üç sıra kürekli harp kadırgaları burada demirliyor, aynı zamanda tamirleri de buradaki tezgâhlarda icra olunuyordu. Akdeniz’den ve Karadeniz’den gelen ve imparatorluğun ihtiyaçlarına ait mal ve emtia getiren kayıklar, bu iskelelere yanaşırlar, orada pazarlar kurarlar, getirdikleri malları sattıktan sonra, Bizans sanatının nefis eserlerini de, Avrupa’nın ve hatta Dünya’nın her köşesine taşırlardı. Haliç, gemiciler için de en emin bir ilticagah (sığınak) teşkil ederdi. Akdeniz’in ve bilhassa Karadeniz’in coşkun ve kudurmuş dalgaları üzerinde ölüm tehlikesi geçiren gemiciler, Haliç’e girer girmez kendilerini yeniden dünyaya gelmiş addederlerdi, ancak bu suretle halas ve necata kavuştuklarına hükmederlerdi. Şarki Roma İmparatorluğu teessüs ederek (kurularak) kuvvetlenmeye başladıktan sonra, Haliç’te iki yer de, harp ve ticaret gemileri imal etmek üzere iki imalathane de vücuda getirilmişti. Bunlardan biri, şimdi Ayvansaray diğeri de Hasköy dediğimiz yerlerde idi. Bu tezgâhlarda, bilhassa harp gemilerinin imalatına çok ehemmiyet verilirdi. Bu itibarla Haliç, bir harp limanı ehemmiyetini de haizdi. Bizanslılar, Haliç’in kıymetini takdir ederlerdi. Bizans hazinelerine sahip olmak için, muazzam beldeye sık sık ordular ve donanmalar gönderen muhtelif milletlerin tecavüzünden korumak için – sırası geldiği zaman mufassalan (ayrıntılı) arz edeceğimiz veçhile (şekilde) – Haliç’in methalini (girişini), kopması ve kırılması mümkün olmayan büyük bir zincir ile muhafaza ederlerdi. Bizanslılar, bu semte çok ehemmiyet vermişlerdi. Burada, bir de hipodrom vücuda getirmişlerdi. Bu hipodromda da, Sultanahmet meydanında ki hipodromda olduğu gibi at ve araba yarışları yaparlar, esirleri aslanlara kaplanlara ve diğer vahşi hayvanlara parçalatırlar, hatta siyasi nümayişleri (gösterileri) bile burada icra ederlerdi. Bizanslılar, Haliç sahillerinin tabii servet ve ziynetini, aynı zamanda bir takım eserlerle tezyin etmişlerdi. O tarihte, bugün Eyüp Sultan dediğimiz yere Kozmidyon derlerdi. Burada, Ayamama adını verdikleri bir küçük saray ile bir manastır tesis etmişlerdi. Kozmidyon, evvelce bir küçük köyden ibaretti. Fakat havasının letafeti ve bilhassa civarındaki ormanlarda av hayvanlarının mebzuliyeti (bolca bulunması) ile iştihar (meşhur) etmişti. Bizans imparatorlarından Leon tarafından burada bir Av sarayı inşa ettirilmiş ve bu saraya Ayamama adı verilmişti.
Ziya Şakir – Eyüp Sultan ve Haliç
PDF Kitap İndir |