Zygmunt Bauman – Modernite ve Holocaust

Janina, gettoda ve gizlenerek geçirdiği özel yaşamının öyküsünü yazmakla bana, “benim olmayan” bir dünyaya tekrar geri döndükten sonra iki yıl süren yazma süresince uzayan yokluğuna katlanan kocasına teşekkür etmiş oldu. Aslında bu dehşetle dolu, insanlıkdışı dünya Avrupa’nın en uzak köşelerine dek uzandığında ben bu beladan kaçmıştım. Ve o, yeryüzünde görünmez olduktan sonra da, çağdaşım pek çok kişi gibi, asla araştırmaya çalışmadım ve onu, kurtulanların ve hışmına uğrayanların geriye kalan lanetli anılarında ve asla iyileşmeyecek yara izlerinde can çekişip yok olmaya bıraktım. Holocaust’u* biliyordum elbette. Bendeki Holocaust imaj ını gerek kendi kuşağımdan gerekse daha genç kuşaktan pek çok kişiyle paylaşıyordum: kötülerin masumlara karşı işlediği korkunç bir suç. Bir yanda deli katiller, öte yanda ise çaresiz kurbanlar ve elinden geldiğinde kurbanlara yardım eden, ama çoğu kez yardımcı olamayan öbür çoğunluk olmak üzere ikiye bölünmüş bir dünya. Bu dünyadaki katiller deli ve kötü oldukları ve kafayı delice ve kötü bir fikre taktıkları için cinayet işlemişlerdi. Kurbanlar, güçlü ve ağır silahlı düşmana güçleri yetmediği için mezbahaya gitmişlerdi. Bunun dışındaki dünyanın ise acı ve şaşkınlık içinde, insanların çektiği eziyete ancak Nazi karşıtı birliğin müttefik silahlı güçlerinin kazanacağı nihai zaferin son verebileceğini bilerek beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Tüm bu bildiklerimle, bendeki Holocaust imajı duvardaki bir resme benziyordu: Duvara asılı tablonun duvar kağıdıiıdan ayırt edilebilme7 si ve dekorun geri kalan kısmından ne denli farklı olduğunun vurgulanması için zarif bir şekilde çerçevelenmiş bir resme. Janina’nın kitabını okuyunca bilmediğim -ya da üzerinde yeterince düşünmediğim- ne çok şey olduğunu fark etmeye başladım. Birden, bu “benim ait olmadığım dünya”da, olup biteni aslında anlama’­ mış olduğumu gördüm. Olup bitenler, çocukça bir saflıkla yeterli olduğunu sandığım o basit ve entelektüel açıdan kolaycı tarzda açıklanamayacak kadar karmaşıktı. Holocaust’un yalnızca uğursuz ve dehşet verici değil, alışılagelmiş, “sıradan” terimlerle kavranması hiç de kolay olmayan bir vaka olduğunu fark ettim. Bu olay, anlamayı olanaklı kılmak için, önce çözülmesi gereken kendi şifresiyle yazılmıştı.


Tarihçilerin, sosyal bilimcilerin ve psikologların bunun anlamını çözmelerini ve bana açıklamalarını istedim. Daha önce hiç bakmadığım kütüphane raflarını araştırdım ve bu rafların çok titiz tarih araştırmaları ve çok derin dinsel makalelerle tıka basa dolu olduğunu gördüm. Ustaca araştırılmış ve etkileyici bir şekilde yazılmış birkaç sosyolojik çalışma da vardı. Tarihçiler tarafından toplanmış kanıtlar hacim ve içerik yönünden çok daha fazlaydı. Analizleri güçlü ve derindi. Bu çalışmalar bana akla uygun hiç bir kuşkuya yer bırakmaya- • cak şekilde, Holocaust’un duvarda bir resim değil de bir pencere olduğunu gösierdi . Bu pencereden bakan, başka yerden görülmeyen pek çok şeyin ender rastlanan bir parıltısını yakalayabilirdi. Ve görülebilenler yalnızca suçlular, kurbanlar ve suça tanık olanlar için değil bugün yaşayan ve yarın da yaşıyor olmayı uman herkes için de son derece önemliydi. Bu pencereden gördüğümü hiç de zevkli bulmadım. Görüntünün ne kadar üzücü olduğunu gördükçe pencereden bakmayı reddetme sorumluluğunun büyük olacağına inancım da o denli arttı. Ben yine de önceleri bu pencereden bakmamıştım ve bakmamakla, çağdaşım olan sosyologlardan bir farkım yoktu. Ben de arkadaşlarımın çoğu gibi, Holocaust’un olsa olsa biz sosyal bilimciler tarafından aydınlatılacak bir şey olduğunu sanıyor, ama bugünkü konularımızla ilgili sorunları aydınlatabilecek bir şey olduğunu kesinlikle düşünmüyordum. Holocaust’ un, tarihin normal akışında bir 8 kesinti, uygar toplumun vücudunda kanserli bir şişlik, akıllılığın içinde anlık bir delilik olduğuna (kasten değil,. ihmal sonucu) inanmıştım. Yani, öğrencilerimin yararlanması için, normal, sağlıklı, aklı başında bir toplum tablosu çizebilir, Holocaust öyküsünü ise profesyonel patologlara bırakabilirdim.

Holocaust anısının sahiplenilme ve dağıtılma biçimi, çağdaşım diğer sosyologlar gibi benim de bu konudaki gönül rahatlığımı (affettirmese de) büyük ölçüde desteklemişti. Bu olay çok büyük çoğunlukla, kamunun bilincinde Yahudilerin ve yalnızca Yahudilerin başından geçmiş bir trajedi olarak çökelmiş ve bu nedenle diğerleri açısından üzüntü, acıma duygusu, belki de özür dileme isteği uyandıran, ama bundan fazlasını içermeyen bir şey olarak görülmüştü. Bu olay gerek Yahudiler gerekse Yahudi olmayanlar tarafından, aynı şekilde, Yahudilere ait ortak (ve tek) bir şeymiş gibi, ya kurşunlanmaktan ve gazlanmaktan kurtulanlara ve kurşunlanmışların ve gazlanmışların çocuklarına bırakılacak ya da onlar tarafından kıskançlıkla korunacak bir şeymiş gibi tekrar tekrar anlatılıp durdu. Sonunda -“içerdeki” ve “dışardaki”- her iki görüş birbirini tamamladı. Kendini ölenlerin sözcülüğüyle görevlendiren kimileri ise Holocaust’u Yahudilerden çalmaya, onu “Hıristiyanlaştırma”ya ya da onun benzersiz Yahudi niteliğini muğlak bir “insanlığın” acıları içinde eritmeye kalkışan hırsızlara uyarıda bulunacak kadar i leri gitti. Yahudi devleti, trajik anıları siyasi meşruiyetinin sertifikası, geçmişteki ve gelecekteki politikaları için bir geçiş izin belgesi, hepsinden öte de, kendi yapacağı haksızlıklar için bir ön avans olarak kullanmaya çalıştı. Bu görüş açıları, her biri kendine özgü nedenlerle, kamu vicdanında Holocaust’un, günümüzde yaşamını sürdürmek ve modern toplumun bir üyesi olmakla meşgul (birer insan olarak Yahudiler de dahil) diğer insanlar için çok önemli olmayan, özellikle Yahudilere has bir anı olduğu görüşünün pekişmesine katkıda bulundu. Holocaust’un özel bir travmaya ve bir ulusun çektiği üzüntüye indirgenmesinin ne denli büyük boyutta ve tehlikeli * Nazilerin Yahudilere uyguladığı, kitle halinde öldürme olayı (ç.n.). 9 olduğunu geçenlerde, bilgili ve engin görüşlü bir arkadaşım sayesinde, çarpıcı bir şekilde görüverdim. Ben kendisine sosyolojide, Holocaust deneyiminden çıkarılmış evrensel değerde sonuçları sunan pek fazla kanıt bulunmadığından yakındım. “Bunda şaşıracak bir şey yok” dedi arkadaşım, “kaç tane Yahudi sosyolog var ki?” Holocaust’la ilgili yazılar, çoğunluğu Yahudilerden oluşan dinleyicilerin huzurunda anıların tekrarlandığı ve Yahudi toplum yaşamının olayları olarak bildirilen yıldönümlerinde okunur. Üniversiteler Holocaust’un tarihi hakkında özel eğitim programları yürüttüler; ama bunlar genel tarih eğitimi programından ayrı olarak düşünüldü. Holocaust çoğu kişi tarafından Yahudi tarihinde bir uzmanlık konusu olarak tanımlandı.

Bu konu kendi uzmanlarını, yani uzmanlık konferanslarında ve sempozyumlarında boyuna toplanıp duran ve birbirlerine bildiri sunan profesyonelleri çekti ancak. Ama bu kişilerin etkileyici bir yaratıcılıkla ürettiği can alıcı önemde çalışmaların, bilimsel disiplinlerle genel kültürel yaşamın ana yatağına akıp katıldığı pek enderdir – bizim uzmanların ve uzmanlıklar dünyasındaki diğer uzmanlık alanlarının çoğunda olduğu gibi. Holocaust bir kez bu yola girince de kamuoyu sahnesinde genellikle sterilize edilmiş, sonuçta artık mücadeleyi sona erdiren. ve yatıştırıcı bir niteliğe bürünür. Halk mitolojisiyle hoş bir şekilde yankılanarak kamuoyunu insanlık trajedisine karşı kayıtsızlığından silkeleyebilir; ama gönül rahatlığını pek bozamaz – tıpkı, canavar ruhlu Slav köylülerinden yardım gören iğrenç Nazi soysuzlarının yanında dimdik, vakur ve moralini bozmadan gaz odalarına doğru yürüyen (Brooklyn’ deki komşularımız gibi) kibar, nazik doktorları ve ailelerini gösteren, Holocaust namlı Amerikan soap-opera gibi. Yahudilerin kıyamete karşı tepkileri konusunda sezgili ve çok etkileyici bir uzman olan David G. Roskies, oto-sansürün sessiz ama ödün vermez uygulamalarına değinir – “başlar yere eğikti” diyen getto şiiri, daha sonraki baskılarda “başlar imanla dimdikti” olarak değiştirilmişti. “Griler ne denli elimine edilirse” der Roskies, “Holocaust bir ana örnek olmak için gerekli özgün biçimini o ölçüde kazanabilirdi. Yahudi ölüler mutlak iyiydiler, Naziler ve işbirlikçileriyse mutlak kötü.”1 İnsanlıkdışı 10 bir rejimin kurbanlarının, mahvolma yolunda, insanlıklarının bir kısmını yitirebileceğini savunan Hannah Arendt’in sesi, bir gücenmişler korosuyla bastırılmıştı . Holocaust gerçekten bir Yahudi trajedisi idi. Yahudiler Nazi rejimince “özel muamele” uygulanmış tek toplum olmamalarına karşın (Hitler’in buyruğuyla yok edilen 20 milyondan fazla insan arasında Yahudiler ancak altı milyondu), yalnızca Yahudiler toptan yok edilmek üzere mimlenmiş ve Hitler’in kurmaya kalkıştığı Yeni Düzen’ de onlara hiçbir yer ayrılmamıştı. Ama öyle de olsa, Holocaust salt bir Yahudi sorunu ve yalnızca Yahudi tarihinin bir olayı değildi. Holocaust bizim modern akılcı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır ve bu nedenle toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur. Çağdaş toplumun vicdanında görünen kendi kendine iyileşme, bu nedenle soykırım kurbanlarına karşı suç oluşturan bir aldırmazlık değildir yalnızca; intihara götürebilecek potansiyel bir körlük tehlikesinin de belirtisidir.

Bu kendi kendine iyileşme işlemi, Holocaust’un anılardan tümüyle silindiği anlamına gelmez. Bunun tersini gösteren pek çok belirti vardır. Bu olayın gerçekliğini yadsıyan birkaç revizyonist ses dışında (ki bunlar, bilmeden de olsa, yarattıkları sansasyonel başlıklarla halkın dikkatini Holocaust konusuna daha çok çekiyor gibiler) Holocaust’un vahşeti ve kurbanların (özellikle de sağ kalanların) üzerindeki etkisi, toplumun ilgisini çeken konular arasında gittikçe artan bir önem kazanmaktadır. Bu konunun. filmlerdeki, TV oyunlarındaki ve romanlardaki ikincil temalarda -genellikle yardımcı konu olarak da olsa- kullanılması neredeyse zorunlu hale gelmiştir. Ve kendi kendine iyileşmenin -iç içe geçmiş iki süreçle- gerçekleşeceği konusunda pek kuşku yoktur. Birincisi, Holocaust tarihinin, kendi bilimsel enstitülerine, vakıflarına ve konferans çevrelerine bırakılacak bir uzman endüstri statüsüne zorlanmasıdır. Bilimsel disiplinlerin dallara ayrılmasının sık rastlanan ve iyi bilinen sonucu, yeni uzmanlık dalının ana araştırma alanıyla bağlantısının zayıflaması; ana yatağın, yeni uzmanların ilgilen11 diği ve keşfettiği şeylerden ve özellikle de geliştirdikleri özel dil ve betimlemelerden pek etkilenmemesidir. Dalın ayrılması, genellikle uzman enstitüye bırakılan bilimsel ilgi alanının disiplinin merkezi düzeninden elimine edilmesi anlamına gelir; yani deyim yerindeyse bunlar özele inerler, marjinalize olurlar ve teoride olmasa bile pratikte, genel yönden daha fazla bir önem kazanma olanağından yoksun kalırlar; böylece ana bilim dalı bu konularla daha fazla kafa yormaktan kurtulur. Ve Holocaust tarihiyle i lgili uzmanlık çalışmalarının hacmi, derinliği ve niteliği çarpıcı bir biçimde arttığı halde modern tarihe verilen önem içindeki payı ve ona yönelen ilgi oranı artmamaktadır; yalnız ne var ki, hatırı sayılır uzunlukta bir bilimsel kaynaklar listesi ekleyerek esaslı bir Holocaust a!1alizi yapmaktan muaf tutulmak şimdi daha kolaydır. Öteki süreç ise daha önce değindiğimiz, halkın bilincinde çökelmiş Holocaust imajının sterilizasyonudur. Halkın Holocaust’ a i lişkin bilgisi çoğunlukla anma törenlerinden ve törenleri çekici ve meşru kılan ağır başlı nutuklardan gelir. Ama bu tür fırsatlar diğer bakımlardan önemli olmalarına karşın Holocaust deneyiminin -ve özellikle de onun daha çirkin ve rahatsız edici yönlerinin- derin analizlerine pek olanak sağlamazlar. Bu zaten epey sınırlı sayıdaki analizlerin daha da azı, uzman olmayan ve herkesin ulaşabileceği haber medyasının hizmet ettiği kamu bilincine ulaşabilir ancak. Soruların en korkuncunun -“Böyle bir dehşet nasıl mümkün olabildi? Dünyanın en uygar bölgesinin ortasında bu nasıl olabildi?” sorusunun- yanıtını düşünmeye çağrıldığında, kamuoyunun rahatının kaçıp kafasının karıştığı enderdir.

Suçla i lgili tartışmalar, sebep analizlerinin bir maskeli balosu biçimindedir; şiddetin kökenleri, denir, Hitler’ in takıntılarında, onun uşaklarının kayıtsız şartsız itaatkarlığında, taraftarlarının acımasızlığında ve onun fikirlerinin yaydığı ahlak bozukluğunda aranmalıdır, oradadır; belki biraz daha ileri gidersek, bu nedenler Alman tarihindeki kendine has bazı dönüşümlerde ya da sıradan Alman’ın kendine özel -onların ancak açık ya da gizli antisemitizmi varsayılarak beklenecek bir tavır olan- ahlaki kayıtsızlığında da bulunabilir. “Böyle bir şeyin nasıl mümkün olabildi12 ğini anımsamaya çalışmaların” istediğinizde çoğu kez yanıt olarak Üçüncü Reich denen iğrenç devlet ve Nazi canavarlığı ya da inandığımız ya da inanmaya teşvik edildiğimiz üzere, “gezegenin yapısına, ilkelerine karşı olan”2 bir şeyi kasteden “Alman.illeti”nin diğer yönleriyle ilgili bir ifşaatlar nakaratı gelir. Ayrıca Nazizmin canavarlığını ve bunun sonuçlarını tümüyle kavradığımızda “Nazizmin Batı uygarlığında açtığı yarayı iyileştirmek değilse de, dağlamak olanaklı mıdır acaba?”3 denir. Bu ve benzeri görüşlerin (sahiplerince kastedilmese de) olası yorumlarından biri, Almanya’nın, Almanların ve Nazilerin ahlaki ve maddi sorumluluğu kabul edilirse sebep araştırmasının tamamlanacağıdır. Bunun nedenleri, Holocaust gibi, belirli bir yerde ve sınırlı (bugün ne yazık ki sona ermiş) bir zamanda kalmıştır. Sonuçta suçun açıklanmasını mutlaka suçun Almanlığı üzerine odaklama girişimi aynı zamanda herkesi, özellikle de diğer her şeyi aklama çabasıdır. Holocaust’un faillerinin, uygarlığımızın -dehşet verici ama meşru bir ürünü değil de- bir yarası, bir illeti olduğu yolundaki ima, yalnızca kendini temize çıkarmanın moral rahatlığını değil, ahlaki ve politik yönden mücadeleye son vermenin uğursuz tehdidini de beraberinde getirir. Tüm bunlar “orada” -başka bir zamanda, başka bir ülkede- oldu. “Onlar” ne denli suçlanırsa, geri kalan “bizler” o ölçüde güvenli oluruz ve bu güvenliği korumak için daha az şey yapmak zorunda kalırız. Suçun dağılımı, nedenlerin bulunduğu yerlerle özdeşlik gösterdiği anda, böylesine gurur duyduğumuz yaşam tarzlarımızın masumiyetinden ve aklı başındalığından kuşku duymak gerekmez artık. Bunun genel sonucu, paradoksal olarak, Holocaust anısındaki acı veren iğneyi çekip çıkarmaktır. Holocaust’un bugünkü yaşama tarzımız hakkında -güvenliğimiz için bel bağladığımız kurumların niteliği hakkında, kendi yaptıklarımızın, benimsediğimiz ve normal saydığımız etkileşim biçimlerimizin doğruluğunu sınadığımız ölçütlerin geçerliliği hakkında- içerdiği mesajlar sesini duyuramaz, dinlenmez ve alınmadan kalır. Uzmanlar tarafından açıklık getirilmiyor, konferans çevrelerinde tartışılmıyorsa, başka yerlerde duyulması çok daha zordur ve dışardan bakan herkes için bir giz olarak kalır. Bugüne dek 13 çağdaş bilinçte (en azından ciddi bir şekilde) yer etmemiştir.

Daha da kötüsü, çağdaş yaşam pratiğini henüz etkilemiş değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir