Gabriel Garcia Marquez – Albaya Mektup Yazan Kimse Yok

Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarıyla karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bir bıçakla kazıdı. Masum ve inançlı bir tavırla taş ocağın yanında oturup kahvenin kaynamasını beklerken, bağırsaklarında mantar ve zehirli zambakların kök saldığı duygusuna kapıldı. Aylardan ekimdi. Kendisi gibi buna benzer pek çok sabahı atlatabilmiş biri için bile geçirmesi zor bir sabahtı. Nerdeyse altmış yıldır son iç savaş bittiğinden beri beklemekten başka hiçbir şey yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi. Kahveyle yatak odasına girdiğini gören karısı cibinliği kaldırdı. Bir gece önce bir astım nöbetine tutulmuştu ve şimdi uykulu bir hali vardı. Ama fincanı almak için doğruldu. “Ya sen?” “Ben içtim,” diye yalan söyledi albay. “Koca bir kaşık daha vardı.” O sırada çanlar çalmaya başladı. Albay cenazeyi unutmuştu. Karısı kahvesini içerken o da hamağın bir ucunu kancadan çıkarıp kapının arkasındaki öbür uca doğru sardı.


Kadın ölen adamı düşündü. “1922’de doğmuştu,” dedi. “Oğlumuzdan tam bir ay sonra. 7 Nisan’da.” Hışırtılı soluklar arasında kahvesini yudumlamayı sürdürüyordu. Kavisli, katı belkemiğinin üstünde bir tutam beyazlıktan ibaretti. Sıkıntılı soluması sorularını kesin cümlelere dönüştürmesine neden oluyordu. Kahvesini bitirdiğinde hala ölen adamı düşünüyordu. “Ekimde gömülmek korkunç olmalı,” dedi, Ama kocası ilgilenmedi. Pencereyi açtı. Ekim avluya girmişti. Yeşilin keskin tonlarıyla fışkıran bitkilere, solucanların çamurda yaptığı tepeciklere dikkatle bakarken, albay uğursuz ayı yine hissetti bağırsaklarında. “Rutubet iliklerime işledi,” dedi. “Kış geldi,” diye yanıtladı kadın. “Yağmurlar başladığından beri çorapla yatmanı söylüyorum sana.

” “Bir haftadır öyle yatıyorum zaten.” Yağmur hafif hafif ama hiç durmaksızın yağıyordu. Albay yün bir battaniyeye sarınıp hamağa dönmeyi tercih ederdi. Ama çatlak çanların ısrarı ona cenazeyi anımsatıyordu. “Ekim geldi,” diye fısıldadı ve odanın ortasına doğru yürüdü. Karyolanın ayağına bağlanmış horozu ancak o zaman anımsadı. Bir dövüş horozuydu bu. Fincanı mutfağa götürdükten sonra oturma odasındaki tahta oymalı sarkaç saati kurdu. Astımlı birinin soluması için fazlaca dar olan yatak odasının aksine oturma odası genişti. Burada ufak, örtülü bir masanın çevresinde dört sağlam salıncaklı sandalye ve alçıdan bir kedi vardı. Saatin karşısındaki duvarda güllerle yüklü bir sandalda tüllere bürünmüş ve aşk melekleriyle çevrelenmiş bir kadının resmi vardı. Saati kurmayı bitirdiğinde yediyi yirmi geçiyordu. Sonra horozu mutfağa götürüp ocağın ayaklarından birine bağladı, tenekedeki suyu değiştirdi ve yanına bir avuç mısır koydu. Tahta perdedeki bir delikten içeri bir grup çocuk girdi. Horozu sessizce seyretmek için çevresini alıp oturdular.

“Kesin şu hayvana bakmayı,” dedi albay. “Bu kadar çok bakarsanız eskir horozlar.” Çocuklar kımıldamadı. İçlerinden biri popüler bir şarkının notalarını armonikasıyla çalmaya başladı. “Bugün çalma şunu,” dedi albay çocuğa.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir