Katherine Mansfield – Bahçede Eğlence

Sabahın çok erken saatleri. Güneş daha doğmamıştı, Crescent Körfezi’nin tümü beyaz deniz-buğusu altında gizliydi. Arkadaki büyük, çalılıklarla kaplı tepeler pusa boğulmuştu. Onların nerede bittiğini, otlakların, tahta kulübelerin nerede başladığını göremiyordunuz. Kumlu yol yok olmuştu, otlaklarla kulübeler öteki yanındaydı; onların ötesinde hiç kızılımsı otlarla kaplı beyaz kum tepesi yoktu; hangisinin kumsal olduğunu, denizin nerede olduğunu belirtecek hiçbir şey yoktu. Ağır bir çiy inmişti. Otlar maviydi. Kocaman damlalar düpedüz çalılarda asılı duruyor, düşmüyordu; gümüşsü, tüy gibi kabarık yapraklı çiçekler uzun saplarının üstünde gevşek gevşek sarkıyordu, kulübe bahçelerindeki bütün kadifeçiçekleri, karanfiller nemden boyunlarını toprağa eğmişti. Küpeçiçekleri sırılsıklamdı, yuvarlak çiyden inci taneleri latinçiçeği yapraklarında duruyordu. Sanki deniz karanlıkta usulca çalkalanmış, tek koca dalga kabara kabara gelmişti – ne kadar uzağa? Belki de gecenin bir yarısı uyansaydınız koca bir balığın çabucak cama değdiğini, yine uzaklaştığını görebilirdiniz… Ah-Ahh! diye ses çıkardı uykulu deniz. Ve hızla, usulca, cilalı taşların arasından kayarak akan, eğrelti otlarıyla kaplı havuzcukların içine çağlayan, sonra yine oradan taşan küçük derelerin sesi geldi çalılıktan; ve geniş yaprakların üstüne sıçramış kocaman damlalar vardı, bir şey daha – neydi o? – belli belirsiz bir titreşme, sallanma, incecik bir dalın şıklaması, sonra sanki birisi dinliyor gibi öylesine sessizlik. Crescent Körfezi’nin köşesinden, parçalanmış kaya kütlelerinin yığınları arasından koyun sürüsü koşuşturarak geldi. Küçük, sallanan, tüylü küme birbirine sokulmuştu, ince, sopa gibi bacakları, sanki soğuk ve sessizlik ürkütmüş gibi hızla koşuşturuyordu. Arkalarında, sırılsıklam patileri kuma bulanmış yaşlı çoban köpeği, burnu toprağa dayalı ama aldırmadan, sanki başka şey düşünüyormuş gibi koşuyordu. Sonra kayalıkların arasındaki geçitte çobanın kendisi belirdi.


İnce uzun, dimdik yaşlı bir adamdı, üzerinde ufacık damlacıklardan ağla kaplı çuha palto, diz altından bağlı kadife pantolon, kenarında katlanmış mavi mendille keçe başlık. Elinin biri kemerine sokuluydu, öteki çok güzel pürüzsüz sarı değneği kavramıştı. Ve telaşsızca yürürken çok usuldan hafif ıslıkla kulağa yaslı yumuşacık gelen, ezgili uzak bir hava tutturmuştu. Yaşlı köpek eski oyunlarından bir ikisiyle hoplayıp zıpladı, sonra ciddiyetsizliğinden utanarak kendini topladı, efendisinin yanı sıra birkaç ağırbaşlı adım attı. Küçük telaşlı koşuşturmalarla önden gidiyordu koyunlar; melemeye başladılar, deniz altından hayalet sürüler yanıtladı onları. “Mee! Mee!” Bir süre hep aynı toprak parçasının üzerindeymişler gibi göründü. Önlerinde sığ havuzcuklarıyla kumlu yol uzanıyordu; aynı gölgeli çit kazıklarının iki yanında aynı sırılsıklam çalılıklar görünüyordu. Sonra çok büyük bir şey ortaya çıktı; kolları iki yana açık, diken diken kabarık saçlı koskoca dev. Mrs. Stubbs’ın dükkânının önündeki büyük okaliptüs ağacıydı, önünden geçerlerken keskin bir okaliptüs kokusu çarptı burunlarına. Şimdi sisin içinde büyük ışık lekeleri parlıyordu. Çoban ıslık çalmayı kesti; kırmızı burnunu, ıslak sakalını ıslak koluna sildi, gözlerini kısarak denize doğru baktı. Güneş doğuyordu. Sisin böylesi incelmesi, hızla uzaklaşması, alçak ovadan çözülmesi, çalıklardan yuvarlanarak yükselmesi, kurtulmak için acelesi varmış gibi gitmesi görkemliydi; gümüşsü ışık dilimleri genişledikçe büyük kıvrımlar, düğümler itişiyor, birbirine omuz atıyordu. Uzaklardaki gökyüzü – parlak, saf mavi – havuzcuklarda yansıyordu, telgraf direkleri boyunca yüzen damlacıklar ışık noktacıklarında çakıyordu.

Şimdi sıçrayan, ışıldayan deniz öyle parlaktı ki bakınca insanın gözlerini sızlatıyordu. Çoban göğüs cebinden meşe palamudu kadar küçük çanağı olan piposunu çıkardı, ceplerini yoklayarak bir topak benekli tütün buldu, birkaç yaprağı ayırdı, çanağa tıktı. Ağırbaşlı, yakışıklı bir yaşlı adamdı. Piposunu yakarken, mavi duman başında halkalanırken izleyen köpek onunla gurur duyuyor gibiydi. “Mee! Mee!” koyunlar yelpaze gibi yayıldı. Uyuyan insanlardan ilki yatağında dönüp uykulu başını kaldırmadan hemen önce yaz topluluğunda tek tek belirginleştiler; bağrışmaları küçük çocukların rüyalarında yankılandı… uykunun sevgili küçük tüylü kuzucuklarını kendilerine çekmek, kucaklamak için kollarını uzatan çocukların. Ardından oralarda yaşayanların ilki ortaya çıktı; bahçe kapısı direğinin üstünde oturan, her zamanki gibi sabahın köründe kalkmış, sütçü kızı bekleyen Burnell’in kedisi Florrie’ydi. Yaşlı çoban köpeğini görünce hızla ayağa fırladı, sırtını kamburlaştırdı, tekir başını içeri çekti, sanki beğenmezlikle usulca titredi. “Öff! Ne bayağı, iğrenç yaratık!” dedi Florrie. Oysa başını kaldırıp bakmayan yaşlı çoban köpeği, bacaklarını bir o yana bir bu yana savurarak sallana sallana geçip gitti. Onu gördüğünü, aptal bir genç dişi olarak düşündüğünü kanıtlamak için kulaklarından biri seğirdi yalnızca. Sabahın hafif esintisi çalılıklardan yükseldi, yaprakların, ıslak siyah toprağın kokusu, denizin keskin kokusuna karıştı. Sayısız kuş şakıyordu. Saka kuşu çobanın kafasının üstünden uçtu, küçük çiçekli dalların en tepesine tüneyerek güneşe döndü, küçük göğüs tüylerini kabarttı. Şimdi balıkçının kulübesinin, sütçü kız Leila’nın yaşlı ninesiyle birlikte oturduğu yanıp kömürleşmiş gibi görünen küçük evin önünden geçmişlerdi.

Koyunlar sarı bataklığa yayıldılar, çoban köpeği Wag arkalarından seğirtti, çevrelerinde dönüp onları topladı, Crescent Körfezi’nden dışarı, Daylight Koyu’na doğru giden daha dik, daha dar kayalık geçide sürdü. “Mee! Mee!” Hızla kuruyan yolda sallanırlarken bağrışmaları güçsüz yankılanıyordu. Çoban, küçük çanak sallanır biçimde piposunu göğüs cebine soktu. Ve hemen yumuşak ezgili ıslık başladı yine. Wag kokusunu aldığı bir şeyin peşinde kayanın çıkıntısında koştu, iğrenmiş olarak geri koştu yine. Sonra itişerek, dürtüşerek, teleşla koyunlar köşeyi döndü, çoban peşleri sıra gözden yitti. II Birkaç dakika sonra tek katlı evlerden birinin arka kapısı açıldı, enli çizgili mayo giymiş biri otlaktan fırladı, çitteki merdiveni aştı, küçük çimenlikten hızla geçip çukura geldi, kumlu tepeciği sendeleyerek tırmandı, kocaman gözenekli taşların üzerinden, soğuk, ıslak çakılların üzerinden can havliyle koşarak yağ gibi parlayan katılaşmış kumsala ulaştı. Şapır şupur! Şapır şupur! Stanley Burnell zafer kazanmanın sevinciyle sığ suda yürürken bacaklarının çevresinde su köpürüyordu. Her zamanki gibi ilk erkekti! Yine hepsini yenilgiye uğratmıştı. Başını, boynunu suya daldırmak için eğildi. “Selam kardeşim! Selam olsun sen güçlü adama!” Kadifemsi tok ses suyun üstünden gümbürdeyerek geldi. Vay canına! Belasını versin! Stanley doğrulup uzaklarda esmer bir kafanın inip çıktığını, bir kolun kalktığını gördü. Jonathan Trout’tu – işte kendisinden önce davranmıştı. “Ne görkemli sabah!” diye şakıdı ses. “Evet, çok güzel!” dedi Stanley kısaca.

Ne halt etmeye denizin kendisine ait bölümünde kalmıyordu şu adam? Ne diye tam da bu noktaya bodoslama geliyordu? Stanley bir tekme savurdu, ileri atıldı, hızlı hızlı kulaçlarla yüzdü. Ama Jonathan dişine göreydi. Siyah saçları alnında pırıl pırıl, kısa sakalı pırıl pırıl yanına geldi. “Dün gece olağanüstü bir rüya gördüm!” diye bağırdı. Nesi vardı bu adamın? Bu konuşma saplantısı sözcüklerle anlatılamayacak kadar tedirgin ediyordu Stanley’i. Ve hep de aynıydı – hep gördüğü rüya üzerine ya da aklına esen beş para etmez düşünce üzerine ya da okuduğu abuk sabuk bir şey üzerine saçma sapan şeylerdi. Stanley sırtüstü döndü, kendi bedeni canlı bir su köpüğüne dönüşünceye kadar bacaklarını çırptı. Ama ondan sonra bile… “Rüyamda korkunç yüksek bir kayalıktan sarkıyordum, aşağıdaki birine bağırıyordum.” Aynı öyle yapıyorsundur! diye kafasından geçirdi Stanley. Artık daha fazlasına katlanamayacaktı. Şapırtıyı kesti. “Buraya bak, Trout,” dedi, “bu sabah biraz acelem var.” “NEYİN var?” Jonathan öyle şaşırmıştı ki – ya da öyleymiş gibi yaptı – suyun dibine daldı, yeniden soluk soluğa ortaya çıktı. “Bütün demek istediğim,” dedi Stanley, “zamanım yok şeye – şeye – şeye – buralarda oyalanmaya. Şu işi bitirmek istiyorum.

Acelem var. Bu sabah yapacak işlerim var – anlıyor musun?” Stanley sözünü bitirmeden Jonathan gitmişti. Tok ses incelikle, “Geç, dostum!” dedi, tek bir küçük dalga bile çıkarmadan suda kayıp gitti… Lanet olası adam! Stanley’in yüzmesini rezil etmişti. Nasıl da beş para etmez salağın tekiydi! Stanley yine hızla açıldı, sonra yine elinden geldiğince hızla yüzdü, telaşla kumsala çıktı. Kendisini oyuna getirilmiş hissediyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir