Kerem Işık – Aslında Cennet de Yok

Adımlar görüyorum. Ayaklar. Renk renk ayakkabıların içinde gizlenen parmaklar. Bacaklar ve kollar neden sonra ilişiyor gözüme. Üst gövde ve başlarıysa görmüyorum bile. Sonsuz özgürlüğe olan inancım kadar özgür olabileceğim safsatasıyla meşgul olan bir grup insanı geride bırakıp yüzümde, ilk bakışta, yarım saat içinde en yüce utkulara ulaştığımın, en çapraşık kanunlarla düşüncelerin gizeminin çözülmesiyle sonlanacak dolambaçlı bir yola girdiğimin bilincine vardığımı düşündürecek yarı gülümser, yarı sıkıntı çeker ruh h değmez. Hangi düşüncemiz bir öncekinden daha anlamlıdır ki? Her an her şey değişebilir. Tıpkı yarım saat öncesine kadar yağmurdan kaçarken şimdi yağmurdan başka bir şey düşünememem gibi. Uzak durulan, kaçılan, zarar vereceği düşünülen şey metalaştı işte. Tenimde yağmur damlalarının ıslaklığını duyumsadığımı, onca damlanın arasında ayrıksı bir damla olduğumu, çevremdeki diğer tüm damlalarınsa bu ayrıksılığın farkında olmadan asfalta, taşa, çatılara, kuşlara, bebek arabalarının naylon tentelerine çarparak içsel enerjilerini harcamaya devam ettiklerini kuruyorum aklımda. Bu biricikleşmeye çabalayan yağmur damlalarının, sınırları giderek silikleşen dünyalarında sımsıkı sarıldıkları şemsiyeleriyle durmaksızın bir yerlere yetişmeye çabalayan insanlardan farkı, sonlu olduklarını daha baştan kabul etmiş olmaları belki de. Göz açıp kapayıncaya kadar betonda, ya da kel bir zavallının başında paralanan yağmur damlalarını özgür kılan işte bu sonluluk bilinci olsa gerek. Bu hiçbir şeye sahip olmama, hiçbir şey olmama hali. Bunu başarabildiğimde özgür olacağım. Yağmur damlaları, özgürlük ve bir tutam cogito.


Bir tutam falan değil düpedüz ele avuca sığmayan bir düşünce yığını dört dönüyor aklımda. Düşünce kabızıyım ben. Aklıma gelen düşünceyi bir türlü bırakamıyorum, ondan vazgeçip olduğu yerden söküp atamıyorum. Ah, keşke oturduğum yerde – oturduğum yerin bir klozet olmadığını hayal edelim lütfen– bağırsaklarımdan mideme, ciğerlerimden beynime tüm bedenimi kaplayan düşünce kurtçukları sayesinde aklıma gelen tüm soruların yanıtına ulaşabilseydim. Ancak bu totolojiden başka bir şey olmazdı! İçimde dolaşan kurtçuklarımın ortaya attığı çözümlemelerin farklı sorunlar için yinelenmesi yahut ömürlerini tamamlayan kurtçukların haleflerinde yeniden vücut bulmaları kaçınılmaz olurdu. Sürekli aynı yerde oturduğumda meydanlardaki fıskiyelerden farkım kalmazdı ne de olsa. Her gün üzerimdeki farklı deliklerden belirli bir miktar su fışkırtıp, başka deliklerden aynı miktardaki suyu devridaim yaparak çığır açıcı fikirlere erişebilmem düşünülemez. Fıskiyeleşmekten kaçınmam gerek. Hay aksi! Nereden çıktı bu kavramlar şimdi? Delik, devridaim ve fıskiye metaforları bir klozetin üzerinde oturuyor olmamla mı ilintili? Tuvaletin giriş kapısı açılıyor. Biri daha tuvalete girmiş olmalı. Yoksa seminer bitti mi? Kalabalıktan oldum olası nefret ederim. Sokağa çıkabilmek için tanımadığım bir sürü insanın arasından geçmem gerekeceğini düşünmek içimi bunaltıyor. Hızla toparlanıyorum ama kabinden hemen çıkmıyorum. Dışarıdan su sesi geliyor. Tuvalete giren her kimse lavabolardan birinin başında olmalı.

Bu da dışarı çıkar çıkmaz karşılaşacağımız ve belki de göz göze gelip –eğer daha önce seminerde göz göze geldiğim biriyse– başımı tuhaf bir şekilde yana eğerek ya da dudaklarımı çarpıtıp gözlerimi sıkıca kapayıp yeniden açarak onu tanıdığımı, işlerin onun için de yolunda gidiyor olduğunu umduğumu belirten birtakım hareketler yapmam gerektiği anlamına geliyor ki bunu hiç mi hiç istemiyorum. Su akarken öylece beklemeye devam ediyorum. Benim burada, bu kabinin içinde onun çıkıp gitmesini beklediğimi biliyor olamaz ne de olsa. Klozetin kapağını kapatıp üstüne oturuyorum. Sabırsızlanıyorum. Ses çıkarmamaya çalışsam da soluk alıp verişim giderek hızlanıyor. Sanırım çok yakında hapşıracağım. Elimi burnuma götürüp hapşırmamı engellemeye girişeceğim esnada su sesi kesiliyor. Otomatik kâğıt havlu makinesi çalışıyor. Bu iyiye işaret. Ellerini kuruladıktan sonra tuvaletten çıkıp gider herhalde. Dizlerimi burnuma doğru çekip başka şeyler düşünmeye çalışıyorum. Bu imkânsız. Tüm benliğimle dışarıdaki seslere odaklanmışken ve bilincim de bunun farkındayken başka bir şey düşünebilmem çok güç. Lanet olsun! Hâlâ ne yapıyor olabilir? Mutlaka yetişmem gereken bir yer olmalı.

Yapmam gereken önemli şeyler var benim. Şirketteki akşam toplantısı geliyor aklıma. Tabii ya! Yine dalgınlığım üzerimde. Her yerde bir şey unutmam yetmiyormuş gibi artık yapmam gereken işleri de unutmaya başladım. Apar topar kalkıp kabinin kapısını kilitli tutan sürgüyü yavaşça çekip kapıyı aralıyorum. Kimse yok. Tuvaletteki her kimse, ben fark etmeden çıkmış olmalı. Rahatlıyorum. Etraf sessiz. Demek seminer devam ediyor. Binadan çıkıyorum. Yağmur dinmiş. Havada toprak kokusu. Tuhaf; kentin ortasında toprak kokusu. Buradan ofisin bulunduğu iş merkezine yürüyerek gidebilirim.

Yalnız, arkadaşsız bir yürüyüş. Çocukluğumda da bir başıma yürüyüşlere çıkardım. Aslında pek de bir başıma sayılmazdım çünkü Faruk2000 eşlik ederdi bana. İlkokul öğretmenim veli toplantısında hayali arkadaşım Faruk2000 ’den bahsettiğinde babamın yüzünün aldığı ifadeyi hâlâ anımsıyorum. Gece boyunca annemle kimin daha suçlu olduğu konusunda tartışmışlardı. Faruk’un 2000 yılına kadar yanımda olacağını, bu yüzden adının Faruk2000 olduğunu sonrasında bir daha asla hayali arkadaşım olmayacağını anlatmaya çalışmıştım onlara. Ama nafile. Babama göre bu kabul edilir bir davranış değildi. Herkes gibi normal arkadaşlarım olması gerektiğini söylerken gözlerimin içine bakamamıştı. Korkuyordum yaşamdan ve o yıllarda Faruk2000 tek dayanağımdı. İki bin yılı gelip geçeli çok oldu ama ne yalan söyleyeyim ben hâlâ ara sıra konuşuyorum Faruk’la. Güldürüyor beni.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir