Muzaffer İzgü – Çanak Çömlek Patladı

MERHABALAR EFENDİM Daha önceleri onunla karşılaşıyor muydum, yoksa karşılaşmıyor muydum bilmiyorum. Şöyle tıknazca bir adam, kaşları kalkık, burnu al, sanki her gün nezle gibi. Yürüyüşü de bir tuhaf, devrilir gibi yürüyor, adımlarını böyle yan yan atıyor. Hangi evden çıkar, hangi sokaklardan geçer, hangi köşeleri döner, bu sokağa gelir, hiç bilmem. Her gün bu saatte hangi işe yetişmek için tıslayarak yanımdan geçer, bilmem. Bildiğim bir şey varsa o Gülçiçek Sokağı’na girdiğimde, az sonra bu adamla karşılaşacağımdır… Bazen adımlarımı sayarım, “Yirmi adım sonra o adam köşeden çakacak” derim, kendimle bahse tutuşurum, bazen kazanırım, bazen yitiririm. Ama tıknaz adam mutlaka o köşeden çıkar, yanımdan geçip gider. Üç beş gün, on beş gün… Adam yanımdan geçerken görmediğim o iki gün, uzaktan dönüp dönüp arkama baktım. Karşılaşmamıştık. Ama adam kâra paltosuyla kaldırımı kaplamış gidiyordu. Evde, ayakkabıma iki fırça fazla atsaydım, ne bileyim gözlüğümü silmek için yarım dakika oyalansaydım, tıknaz adamla yine yan yana sürünerek geçecektik. Yan yana, çünkü nasıl rastlantıdır bilmem, ben sokağın bu kaldırımından yürüyorsam, adam da bu kaldırımda, öteki kaldırımdaysam adam da öteki kaldırımdaydı. Her gün önceden programlanmış, makasta karşılaşması gereken trenler gibiydik, ama bir farkla, ikimiz aynı rayı kullanıyorduk. İlk günler adamın paltosuna, ayakkabısına dikkat ederken sonraları yavaş yavaş yukarılara çıktım; yüzünü, saçlarını yanımdan geçtiği bir iki saniye içinde görebiliyordum. Tıknaz görünümüne karşın boynu hiç de öyle kalın değildi, incecik, çöp takılı elmalı şeker örneği.


O denli ince ki boynu, gömleğinin yakası kocaman görünüyor. Gözlerinin rengini bile öğrendim, kara, ama koyu değil. Alnı çok kırışık. Kaç gündür birbirimizi tanıyoruz bilmiyorum, ilk kez ben mi başımı salladım, yoksa o mu, onu da bilmiyorum, selamlaşır gibi olduk. Evet evet selamlaşır gibi, ne onun ağzından, ne benim ağzımdan hiçbir sözcük çıkmadı, dudaklarımız oynamadı, böyle başımızla yo yo belki de gözlerimizle selamlaştık, geçtik. Benim üzerimde gri paltom, onun üzerinde kara paltosu, omuzlarımız kalkık, yan yana gelince, böyle birden elektriklenme gibi, ya da daha doğrusu bir yerden buyruk alıyormuşuz gibi selamlaşıverdik. Adını bilmem, işini bilmem, kimdir, nedir, hiç bilmem, ama selamlaştık. Bu demekti ki, yarın belki de öbür gün başlarımızı sallayacağız, üç gün sonra ağızlarımız oynayacak, “Merhaba” diyecek, birkaç gün sonra da, “Ee nasılsınız bakalım?” deyip hal hatır soracaktık. Böyle mi olacaktı? Ama ben onu, o beni tanımıyorduk ki… Yoksa yoksa uzaktan birbirimizi tanıyor muyduk ne bileyim yani çocukluk arkadaşlığı falan, sonra aradan geçen yıllar, benzetmeler… “Yahu sen falan değil misin?”… “Yahu sen filan değil misin?” Hayır, benim çocukluk arkadaşım falan değil. Bir yerde komşu da olmadık. Peki, niçin selamlaştık? Selamlaştık, ikinci günü kafalarımız indi kalktı. Üçüncü günü, “Merhabalar efendim” dedik, sanki “Bakalım önce hangimiz diyecek?” yarışına girmişiz gibi. Sesi azıcık burnundan ama gevrek, böyle acımaklı bir ses, daha doğrusu yalvaran bir ses, gür değil, dolu dolu değil, ama hiç titrek değil. Böyle hiç tanımadığı birine selam vermekten, hiç mi hiç etkilenmemiş bir yüz. Ben de öyle, etkilendim mi acaba? Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adama “Merhaba!”, ama niye? Acaba ben mi, yoksa o mu, hıı… Niçin selam veriyor bana, usumu yokluyorum, iyice yokluyorum, ilk göz selamında da, baş selamında da, sesli selamlaşmada da önce davranan o oldu.

Evet evet o oldu. Aynı anda gözlerimizi kapamış olsak, ben onun göz selamını nereden göreceğim? Başını indirdiğini nasıl göreceğim? Bal gibi de ilk selamı veren tıknaz adam. Bal gibi benim olduğum kaldırıma bile bile geliyor, bal gibi benimle selamlaşmak için zamanı çok güzel ayarlıyor. Ama niye??? Niçin selam veriyor bana? Sanki onun selamına gereksinmem varmış gibi! Ya tersiyse? Onun benim selamıma gereksinmesi varsa? Yaaa! Çıkarı??? Benden borç isteyecek. Evet evet nasıl da düşünmemişim, belli ufak bir işi var, kazancı çok az, belki de memur bir yerde. Bir gün durduracak beni, “Bağışlayın arkadaşım, diyecek, acaba aybaşına dek bana şu parayı verebilir misiniz?” Bak şu kurnaza, bak sen şu tıknaza, bizi gözü küllü sandı galiba, senet yok sepet yok, sonra paramızı istediğimizde, “Ne parası arkadaş?” Selamlaşıyoruz boyuna… – Merhabalar efendim… – Merhabalar efendim… Evet evet, bugün merhabanın ardından “Acaba bir dakikanızı alabilir miyim?” diyecek, ondan sonra çordan çocuktan, baldızdan kaynanadan söz edecek, “Şu denli borç verebilir misiniz acaba bana?” Nah, enayiydim de ben, hemen “Hayhay kardeşim” diyeceğim, cüzdana davranacağım, oh ne iyi. Salaktım ben sanki, bak sen şu serseri hayvana. Git de kendine başka yolunacak kaz bul anladın mı? Belki de, evet evet, oğluna yahut kızına iş bulmamı isteyecek, “Beyefendi çoktandır selamlaşıyoruz yani, oğluma kızıma birer iş buluversenize!” Nasıl da düşünmedim bunu, o aynı kaldırımdan yürümeler, o karşıdan görünce sırıtmalar, yanıma varınca eğilmeler, böyle dolu dolu selam yollamalar… Nereden tanıyorsun sen beni ha, nereden tanışıyoruz, ne zaman böyle içten olduk? Oh ne iyi, sanki ben iş bulma kurumuyum, işimi gücümü bırakacağım, beyfendinin kızına oğluna iş arayacağım. Sersem herif, ne sanıyorsun sen beni, elmalı şeker kafalı herif!. – Merhabalar efendim… – Merhabalar efendim… – Güle güle efendim… – Güle güle efendim… Namussuz herif! Bir şeyler var ya bu herifte, böyle gözleri fıldır fıldır dönüyor, belli ki anasının gözü… Kirli işlerin adamı olabilir, beni kirli işlerine karıştırmak istiyor olabilir. Ama beni niye seçiyor bu iş için, yoksa yüzümün çok saf bir görünümü mü var? Hey buraya bak buraya, ben senden çok anamın gözüyüm, sana pabuç bırakmam anladın mı? Şeytan diyor ki, evet evet diyor ki, bir gün böyle, “Merhabalar efendim” der demez tutuver yakasından, “Ulan ben seni tanır mıyım ha hergele, ben seni bilir miyim ha namussuz, söyle ulan gerçek niyetini!” Yatır yere, vur kafasına, vur göbeğine gözüne, neren ister neren istemez. Kara paltosu gibi et yüzünü yumruklaya yumruklaya, kaldırıma sürte sürte, mosmor. – Merhabalar efendim… – Merhabalar efendim… – Hayırlı sabahlar efendim… – Hayırlı sabahlar efendim… Allah belanı versin senin e mi ahlaksız herif! Ne bulaşık adamsın sen be, ne yüzsüz adamsın sen be! Ah bir bilsem gerçek niyetini. Yoksa evet yoksa sen birinin… Nasıl düşünmemişim şimdiye dek bunu? Sen birilerinin ajanı mısın? Kimin ajanısın? Böyle önceden benimle ahbaplık, onun ardından… İyi de, kimlerin, neyin ajanısın? Boşuna değil o kara palto, boşuna değil o öne eğilmiş şapka. Gözlük de taksana, ha niçin takmıyorsun? Yutuyorum sanıyorsun ha, çok safsın çok yürü oğlum, o yollardan biz çok geçtik, sen gelirken biz gidiyorduk, pis herif! – Merhabalar efendim… – Merhabalar efendim… – Saygılar efendim… – Saygılar efendim… Kaçıncı gündü bilmiyorum, biz bu tıknaz adamla merhabalaştıktan sonra kapıştık.

Ben kendimi gerilmiş yay olarak biliyordum, meğer o benden daha çok geriliymiş, bir atıldık birbirimizin üzerine ok gibi, bir yapıştık yakalarımızdan… – Benden enayisini bulamadın mı lan? Sıktık boyunlarımızı, bööö. Bu kez o konuştu, mosmor: – Senin oğluna kızına nerden iş bulayım dangalak! Kulağını çeke çeke ben bağırdım: – Pis işlerin adamı! O bağırdı: – Beni safmı buldun? İkimiz birden bağırdık: – Kimin ajanısın namussuz!.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir