Orçun Türkay – Peri Masalları

Selülit; Her kadını çıplak hayal edebiliyorum. O yüzden midem bulanıyor. Bu yeteneğimi ilk olarak, kalabalık bir lokantada, sarı saçlı, pek ince, bebekyüzlü bir kadını süzerken farkettim. Kaldı ki ben lokantalardan hiç hoşlanmam, toplum içinde yemek yenilmesinden iğrenirim. Ancak kimi zaman, o kez olduğu gibi, bu tiksintimi sorgular, zaafımı bilenlerin ileride beni herhangi bir konuda bununla tehdit edebileceklerinden korkarım; tavrımı bir utangaçlıkla, çekingenlikle eşdeğer biçimde aşılması gereken bir durum olarak görürüm. Sözün gelişi, Hitchcock’a inanıp yükseklik korkusu olan bir kişinin –eğer korkusu bakir kalır ve güçlenirse– yüksekten düşüp öleceğine ilişkin yarı-dinsel bir öngörü beslediğim gibi, zamanı geldiğinde sırf bu korkum yüzünden topluma açık, yemekli bir yerde can vermekten endişelenirim. Üstüne gitmeli, derim yüreklice. Hatta bazen bundan kurtulma konusunda aşırıya kaçıp, duvarları boydan boya aynalarla kaplı büfelerde birşeyler atıştırmaya zorlarım kendimi, aynadaki görüntüme bile hoşgörüyle bakmayı öğrenebilmek için. Ancak bu yönde gösterdiğim her atılımın sonucunda, beni en azından bir yıllığına lokantalardan ve büfelerden uzak tutacak muhteşem gösterilerle karşılaşırım. Aynada kendi yüzümün ya da karşımda başkalarınınkinin aldığı o sevimsiz haller, geviş getirmeler, dişin arasına giren bir parçayı dille çıkarmaya çalışırken iyiden iyiye çirkinleşmeler; benim her zamanki tedirgin varlığımın sıska bileklerimden dirseklerime kadar sinirlerden hiç boşalmayan yaylar germesi ve uçlarındaki çelimsiz, ürkek oklara benzer zangır zangır titreyen ellerle ağzımı tutturmaya çalışmam (elbette ben etrafı sinsi gözlerle kolaçan ederken oluyor bu); karşılık olarak diğerlerinin başta bu iğrençliğe damaklarında dillerini ve pişmiş etlerini şaklatarak ritim tutmaları, ardından sazı, asıl sazı, o elektro-sazı ellerine almaları ve… Anlatamayacağım. Bir kişinin kapalı bir mekânda –duvarları aynalarla süslenmiş olmasa da– yemek yiyişi, nasıl olur da çevresindekileri rahatsız etmez, bunu kafam basmıyor işte – isterse o kişi masa terbiyesi almış bir kibarcık olsun. Patinaj yapmaya bayılan çatalı ve bıçağı tutan elin bir boşluğunu fırsat bilip porselen tabak üstünde öten Cebrail borusu, dünyanın en boyun eğdirici sesi gıcırtı, hadi onu geçtim, ritüelin kaçınılmaz seslerine, şapırtılara ve yutkunmalara ne demeli? Dayanılacak şey mi bu? Topluma açık yerlerde yemek yemek yasaklanmalı. Çünkü örneğin ben, her ne kadar insanları izlemek zorunda olmasam da, o biraz önce sözünü ettiğim hep bir ağızdan ama düzensiz biçimde çıkarılan tehditkar seslerden inanılmaz derecede etkileniyorum, kulaklarım çınlıyor, uğultular oluşuyor ve bu da kısa bir süreden sonra gözümde her türlü görüntüyü değiştiriyor. En şık lokanta bile bir batakhane, bir araba tamirhanesi, bir çöplük biçimine bürünüyor. Ortada yalnızca pisliğe ve yağa bulanmış leşçilerin dolandığı bir öğütme fabrikası.


Yağdan nefret ederim. Lokantalarda kendimi, aynasız görmesem bile, başkalarının yerine koyuyor ve yemeğimi yarıda bırakıp aç kalıyorum. Yemek kendisine bir gereksinim olarak bakıldığında tuvalette yenmeli belki de. Ya da ne bileyim, onun gibi kapalı, utanılacak, ama daha temiz bir yerde. Böylece sofra kurma derdi, eve sinen ve uzunca bir süre duvarları terketmeyen yemek kokuları, yemek sonrası rehavetinde manzarayı bulandıran ve onca tembellik yapma isteğine karşı toplanması gereken yemek artıkları, bulaşıklar, televizyonda yemek tarifi veren korkunç kadınlar, bitmek bilmeyen iş yemekleri (yemek pek masum göründüğünden yalanın, aldatmacanın, hatta kendini kandırmanın, sıkıntıyı oyaladığını sanmanın gözde uşağı olmuştur her zaman), gelmeyeni bekleyen esaslı kurulmuş masalar, bunların hepsi büyük ölçüde ortadan kalkar, özel bir tür sifonla her şey hallolur. Ayrıca kilo sorununa da eşsiz bir darbe vurulmuş olur, çünkü içine ayna yerleştirilmezse, insan gereksinimi dışında bir “tuvalete” gitmez – ağzı yüzü kontrol etmek için kapıya bir tane ayna asılabilir, o da üstüne şişkoluğa ilişkin özlü bir hakaret yazılmış sade bir levhayla süslenir. Bir de yeri gelmişken şunu belirteyim: Buna benzer düşüncelerden payını almamış bir kişi, ya zaten şişmandır, ya da şişmanlayacaktır. O gün, yine tüm deneyimlerimi hiçe sayıp yemek yemek için insanların arasına karışmıştım. Yine, bir çeyrek saatte dersimi alıp yemeğimi bitirememiş, kalkmaya yeltenmiştim. Tam hesabı ödeyeceğim sırada, o başta sözünü ettiğim sarışın, bir arkadaşıyla gelip karşıma oturuverdi. Bakmamak elde değildi, ne yalan söyleyeyim, çok güzeldi. Geçici, çok fazla bilincinde olunduğundan vuruculuğunu biraz olsun yitirmiş, gereksiz yere yapmacıklaştırılmış bir güzellikti belki, her şeye bok atılabilir sonuçta, ama, o an, karşımda, o haliyle de, gerçekten, çok güzeldi. Yerimden kalkmaya kıyamadım. İyi bir yerdi, onu en doğru açıdan ben görüyordum. Sayesinde, dedim, olur a, etkileşimli iştahla aramı düzeltebilirim, buna zorunluymuşum gibi.

Kadın, inceliğine, sarı saçlarına ve beyaz tenine çok yakışan kara bir etek, üstüne de yine kara, davetkâr kumaştan bir gömlek giymiş, kusursuz ayaklarına bilekten ipince şeritli, ipince topuklu, simsiyah ayakkabılar geçirmişti – üzerilerinde nasıl yürüdüğüne bakmalıydı bir de. Hiç tökezlemiyordur umarım, diye düşündüm. Yürüyüşünü görecek zamanım olmamıştı, aniden karşımdaki masaya konuvermişti, belki de bana göründüğü süre içinde tökezlemekten çekinmişti. Eteği oldukça az, gömleğinin düğmeleri gözün alıştığının sınırına kadar açıktı. Şu kalın çerçeveli gözlüklerden takmıştı. Gözlükte duraksadım. O ana dek kalın çerçeveli gözlüklerden hoşlanmadığımı düşünüyordum. Ancak burada, kadının yüzünün zorbozulur güzelliği ve oranlılığı bu genellememi bir kezliğine savuşturuyor olabilirdi. Gözlük, kelebek gibi durmamanın ötesinde, yüze yedirilmemiş, aksine, yüz gayet doğal biçimde gözlüğü yemiş, yutmuş ve sindirmişti. Batmıyordu. Sonuç uzaktan, benim bile içime siniyordu. Buna karşılık, bir başka olasılık da benim kadının yüzüne övgü konusunda yanılıyor olmamdı. Gözlerinin suyunkine benzeyen yeşilini böyle parmaklıklar ardında sergilemesinde kadınca bir hinlik vardı belki. Göğüsleri büyük gösteren sutyenlerin yaptığı gibi, kadının gözleri de kalın çerçeveli gözlük sayesinde mi böylesine yeşil ve iyi bakıyorlardı, anlayamamıştım. Çünkü öyle açık renkli gözlere sahip insanlar vardır ki, yüzlerinin tüm düzenini onlara göre kurarlar, rengin yumuşattığı bakışları, açık rengin dolu dolu gösterdiği gözleri yüzünden çok iyi kişilermiş izlenimi yarattıklarını bilirler.

Bundan da epey yararlanırlar. Bunun için mi kalın, koyu mu koyu konturlar çekmişti “iyiliğinin” çevresine? Belki de kadın gözlüğünü çıkarsa, aslında kalın çerçevenin toparladığı, biçimli, çok tatlı-az sert hatları kendiliklerinde gevşeyecekler, gözlerin su yeşili, gözyaşlarının kurbanı olmuş far gibi yoğunluğunu yitirecek ve dağılacaktı. Kimbilir, bedenle müthiş bir uyum sergileyen zarif baş bir patatesle yer değiştirecekti o zaman. O güzelim bedenin üstünde, o neredeyse anlamlı diyeceğim başın yerinde bir patates nasıl durur diye merak etmeye başladım hemen, meraklı bir insan olmamama karşın, yalnızca oyalanmak amacıyla. Kalın çerçeveli gözlükler ise kendileri için hâlâ ne hissettiğimi tam olarak kestiremiyorlar, aklımın bir kenarında benimle nasıl geçineceklerini tartışıyorlardı. İlle de kendilerini sevdirmek istiyorlarsa, hep böyle bir yüzde, hep böyle bir yüzle gelsinler, o zaman eyvallah, yalanlı ya da değil, şu an, orada, çok iyi görünüyordu. Ancak o sırada gözlüklerle daha fazla uğraşamayacaktım: Ben, öncelikle bir patates kafanın sütun gibi bacaklarına bakıp bakmayacağımı öğrenmek istiyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir