Yaşar Kemal – Peri Bacalari

Çukurovalı toprağına çok inanır. O kadar ki, “taş eksen boy verir,” derler. Taş ekmişler mi bitsin diye ekmemişler mi bilmem ama, inanırlar. Toprak bire otuz, bire kırk, bire elli verir. Çeltik bire yüz verir. Susam bire beş yüz verir. Darı bire on verir. Altın mı, al bir avuç toprak, işte sana altın. Dün de böyleydi, bugün de. Çukurovanın her zaman büyük dertleri olmuştur. Büyük başın büyük derdi olduğu gibi. Çukurovada, yine halkın zevkle söylediği bir laf vardır: “Seyhan Ceyhan böyle akar, biz de alık alık bakarız.” Seyhandan Ceyhandan hiç faydalanılmıyor. Bu iki suyun Çukurovaya yalnız zararı oluyor. Çukurovalının içinde bir dert bu.


Çukurovada bitmeyen çiçek, bitmeyen ekin, bitmeyen sebze, bitmeyen bitki var mı? Olur mu? Olsa bile Çukurovalı buna inanmaz. İstersen Çukurovayı tepeden tırnağa nar ağacıyla donatabilirsin. Çukurova düzlüğü baştan başa al al dalgalanır. Arı sesi doldurur Çukurovayı, istersen sarı gözlü nergisle, istersen mavi mavi çiçekli yarpuzla, limonla, portakalla donatabilirsin. Çukurova büyük bir bahçedir. Şimdi ak ak pamuklar. Şimdi bir bulut yığını Çukurova toprağı… Bir yanına sarının, sarı ekinin pırıltısı çökmüş. Bulutun dört bir yanı sırmalanmış gibi. Ak bulut pamuk tarlasının yanında, sarı pırıltılı ekin tarlaları sırma misali… Güneş yaldızlar ya bulutları, işte öyle. Misiste bir köprü… Bu köprü Ceyhan üstündedir. Romalılardan kalma olduğunu söylerler. Köprünün öteki ucunda eskiden kalma hanlar, hamamlar. Kimi Roma, kimi Selçuk diyor. Köprüden, Mısıra giderken, Yavuz Selim geçmiş. Bu, belli.

Biliniyor. Ceyhan yelden, Misis yılandan, Adana selden gidecek derler. Buna da sebepler uydururlar. Malum, Adananın iflahını keser Seyhan… İki yılda bir basar. Ceyhanın evleri eskiden çok çürük çarıktı. Çitti. Bir yelle devrilebilirdi. Misis de yılan bölgesi… Yakınında Yılankale var. Eskiden Yılankalenin yılanlarını çobanlar sütle beslerlermiş. Şimdi bile, Yılankalenin yılanlarını çobanların sütle beslediğine inanılır. Ve bir gün sütsüz kalıp yılanlar önce Misise, sonra bütün Çukurovaya yayılacaklar… Kendilerini sütsüz bırakanları sokacaklar. Bir de büyük Şahmeran hikayesi var. Nankörlük üstünedir. Bir padişah dermansız bir derde tutulur. Onu iyi edecek bir tek ilaç var, o da yılanlar padişahı Şahmeranın gözleri.

Şahmeran nerede? Yerini kimsecikler bilmez. Yalnız, Şahmeranın iyilik yaptığı, yılanların öldürmesine bırakmadığı bir insanoğlu var. O yerini bilir Şahmeranın. Gider yerini söyler. Yakalarlar Şahmeranı. Öldürürler. İşte şimdilik, köprünün başındaki yarı yıkık hamam var ya Misiste, işte o hamamda gözlerini çıkarırlar Şahmeranın, yağını padişaha ilaç yaparlar… İşte bir de bunun için Misisi istila edecek yılanlar. Şahları burada öldürülmüş. Bu Misis köprüsünün bir işi daha var. Ünlü Lokman Hekim var ya, her derde deva bulan… Lokman Hekim dünyayı dolaşmış. Arabistanı, Hindistanı, mağrıbı maşrıkı dolaşmış… Neden dolaşırmış böyle Lokman Hekim? Hastalıklara ilaç ararmış. Nasıl bulurmuş ilacı Lokman Hekim? Mesele bunda işte. Lokman Hekimde bir sır varmış, sırların en büyüğü… Cümle çiçeklerin, otların dilinden anlarmış. Lokman Hekim bir dağa çıktı diyelim. Öteden bir çiçek başını kaldırır, “Nereye, nereye Lokman Baba?” dermiş.

“Ben falan hastalığın ilacıyım. Al beni, şöyle şöyle eyle, o hastalığı kirp diye keserim.” Beriden başka bir çiçek bağırırmış: “Beni büyük ışıklı kuyrukluyıldızın altında tut. Yedi gün tut. Filanca hastalık insanoğlunun yanına uğramaz.” Bir taşın dibinden incecik bir ot başını kaldırır, “Nereye nereye Lokman? Bende de şu şu var,” dermiş. Lokman da alır onları, dedikleri gibi kullanırmış. İşte Lokman bu Lokman. Mağrıbı maşrıkı dolaşmış. En sonunda Çukurovaya gelmiş. İşte aradığım toprak burası, demiş. Çukurovayı mekan tutmuş… Yeryüzünde ne kadar ot, çiçek, bitki varsa hepsi Çukurovada varmış. Lokman da durmadan Çukurovada dolaşırmış. Yarpuz kokuları, sarı gözlü nergis kokuları, böğürtlenler, it burunları içinde… Otlar ne dediyse defterine yazmış. İşte o devirde hastalık ortadan kalkmış.

Bir yerde bir hastalık mı var, Lokman orada. Çiçeğini burnuna tutar tutmaz seninki dipdiri… Çukurova yüzünden, Çukurovanın türlü çiçekleri yüzünden yeryüzünden hastalık kalkmış. Bir şikayet varmış, o da ölümden. Lokman demiş ki kendi kendine, mademki burası Çukurovadır. Bir dünyanın tüm otları, çiçekleri burada cem olmuştur. Neden ölüm ilacı burada olmasın? Defterini eline almış, düşmüş yollara… Dolaş babam dolaş. Kendine hastalık ilacı olduklarını söyleyen çiçeklerin yüzlerine bile bakmamış… Önce Kozanın o yanlara çıkmış… Mağara mağara, pınar pınar dolaşmış… Sonra Kadirli, Osmaniye, Dörtyol… Dağları, ormanları, bükleri, akarsuları, pınarları bir bir gezmiş… Bir geceymiş. Bir gece şafaktan az önce… Doğuda kuyrukyıldızı yalp yalp edermiş. Ulu bir çınar varmış orada. Tarsusun yukarı yanlarındaymış oralar. Ulu çınarın dibinden şimşek gibi bir ateş balkımış. Lokmanın kulağına bir ses gelmiş, “Aradığın yetti Lokman, aradığın yetti. Ben ölümün ilacıyım. Ben ölümün… Ben falan yerdeyim. Beni alacak, şöyle şöyle yapacaksın… Artık insanoğluna… öteki yaratıklara ölüm yok.

İstediğin oldu Lokman…” Lokman sevincinden deliye dönmüş. O otu almış… Defterine yazmış… Gelmiş evinin bulunduğu Misise. Bu yayılmış dünyaya. Lokman ölümün ilacını buldu! Ölümün ilacını… Gelen gelene Misise… Yüz binlerce insan dolmuş Misise. Lokmanın ağzına bakarlarmış. Lokman durmuş Misis köprüsünün üstünde, elinde defteri, onlara mağrur mağrur bakarmış… Sayemde artık ölmeyeceksiniz, der gibi… Defterini açmış, ölüm ilacının tarifini yapacakken, bir kanat gelmiş, elindeki deftere vurmuş, defter suya düşmüş… Lokman öyle kalakalmış. Bir daha da çiçekler sırrını ona vermemişler. Yoksa… Yoksa ölümün ilacını bulmuş Lokman… Hiçbirimiz ölmeyecekmişiz şimdi… Can ilacı Çukurovada… Gül Alinin her sabah traktörünü çiçeklerle donatışı geliyor gözümün önüne… Çukurun Kilidi Ak köpüklü Akdeniz… Oradan beri dümdüz bir ova. Torosun kayalıkları… Toros eteklerinden bakınca ovaya, bir deniz görürsün. Mavi. Dalgalanır gibi olur. Ak bulutlar salınır yücesinde. Bir yanı Islahiye, Pazarcık ovası, bir yanı Dörtyol, İskenderun, bir yanı Pozantı, Kadirli, Kozan, bir yanı da Silifkenin dağları, İçelin yaylası… Bu araya yeşil bir halı sermişler. Bu arayı yol yol işlemişler. Bu ara Çukurova… Ne derler? Çok eskiden bir adam elindeki değneğini toprağa sokunca, değnek yeşerivermiş, dallanmış budaklanmış.

Dünyanın en bereketli topraklarından biri. Sonra Seyhan, Ceyhan, Berdan, Göksu, Sumbas çayı, Kozan çayı, daha bir sürü irili ufaklı su. Bu sular yıl on iki ay boz bulanık akarlar. Bereket taşırlar. Bizim köyde bir İsmail Ağa vardı. Gök Ahmet vardı. Gök Ahmet yüzünü geçkin öldü. Ben çocuktum o öldüğünde. İri bir ihtiyardı İsmail Ağa, daha yenilerde öldü. Bizim Memed Şahinin babası… Eski Çukurovayı anlatırlardı. Eski Çukurovayı çok severlerdi bunlar. Şimdi hayatta, bir de Amber Er var. Sarızlı Avşar. O da eski Çukurovayı iyi bilir. Onlardan duydum.

Ne derlerdi, bizim çimen yeşili gözlü ihtiyarlar? İsmail Ağa eski Çukurovayı anlatırken cezbeye tutulurdu: “Aşiretlerin göçü inerdi kışın… Ot diz boyu… Yazın Çukurova ıpıssız kalırdı. Sinek bile kalmazdı Çukurovada…” Sonra padişah yerleştirmek ister aşireti Çukurovaya. Vergi almak, asker etmek için… Aşiretler karşı korlar… Padişah asker gönderir. Yenerler. Sonra gene padişah bunların yakasını bırakmaz. Kozanoğlu isyanı patlar. Zalim Osmanlı yener elleri, tarumar eyler obaları… Tutar aşiretleri doldurur Çukurovaya… Dağlara nöbetçiler kor. Sıtmadan ölür millet. Ölürler ama, alışırlar da… Yenilgiyi hala hazmedemez millet. Zalim Osmanlıya hala diş biler. “Aşiret bilmedi. Acamılık etti aşiret. Kozanlı akılsızlık etti. Ulan behey akılsız Kozanoğlu, insan muharebe eder mi Çukurovada Osmanlıyla. Sen deli misin bre Kozanoğlu! Akılsızlığından kul köle ettin bizi Osmanlıya.

Ovada, düz ovada Osmanlıyla başa çıkılır mı? Osmanlı Arap atlı. Osmanlı süvarisiyle yiğit. Ya sen neyinle yiğitsin? Dağınla. Çek Osmanlıyı Torosun kepir taşlığına… Atı işlemesin, silahı işlemesin. Belle anasını orada. Ah Kozanoğlu ah! Bin kere ah!” Ovadaki harp kırar aşiretin belini. Teslim olurlar, Afşar Bozoka sürülür. Kavganın şairi Dadaloğlu çığlık atar: “Çukurun kilidi Afşar nicoldu?” diye, önüne gelene sorar Bozokta. Yıllar geçer… Padişah gevşetir… Aşiretler gene yaylalara çıkarlar… Çıkarlar ama, bir ayakları Çukurovanın sıcak toprağındadır. Köyler kurmuşlardır. Toprağın tadını almışlardır. Gide gide, yıllar geçtikçe, iyice yerleşirler Çukurovaya… Birinci Dünya Savaşında artık iyice yerleşmişlerdir. Aşiret aşiret, bölge bölge yerleşmişlerdir. Sonra pamuk icat olur. Paralı… Gelirli.

Ve toprağa iyice sarılırlar… Toprak kavgaları başlar. Toprak kavgaları inanılmaz safhalar gösterir. Çukurovanın çok yeri büklük, çok yeri bataklık… Büklükler biçilir, bataklıklar kurutulur. Yine de yerleşmeyen bir kısım aşiretler kalır dağlarda… Bunların çoğu Aydınlı dedikleri Yörüklerdir. Bunlar son yıllara kadar törelerini koruyabilmişlerdir. Son on yıldır artık iflahları kesilmiştir. Gidecek yer kalmamıştır onlar için… Adım atacak bir karış boş toprak bile kalmamıştır. Osmanlıyla yerleşmemek için bunca dövüş eden aşiretlerin en inatçısı Aydınlılar dize gelmişlerdir artık. Yerleşmek için biraz toprak, başlarını sokacak bir ev yapabilmek için biraz toprak istiyorlar… Yalvarıyorlar. Toprak nerde… Devir dönüyor. Anavarzanın dibindeki Ağcasaz bataklığından kurtarılmış topraklara iki Yörük köyü yerleştirmiş hükümet. Bu topraklara öyle sarılmışlar ki Yörükler, soydan soptan tüm toprakçı adamlar dersin. Koyunun, keçinin dilinden anlar gibi, toprağın dilinden anlıyorlar. Hani nerde “Ferman padişahın, dağlar bizimdir,” diyenler? Nicoldu onlar? Nicoldu koç Kozanoğlu? Şimdi Çukurovada yalnız türküsü var Kozanoğlunun. Yenilginin acısı var.

Traktör üstünde Kozanoğlu türküsü söylüyor millet. Eski, yabancı bir dünyanın türküsü gibi. Çıktım Kozanın dağına Karı dizleyi dizleyi Yarelerim göz göz oldu Cerrah gözleyi gözleyi Kara çadır eğmeyinen Ucu yere değmeyinen Ne kaçarsın koç Kozanoğlum Beş yüz atlı gelmeyinen Olur mu böyle olur mu Evlat babayı vurur mu Padişahın zulümleri Bu dünya böyle kalır mı Şimdi traktör sesi… Benzin kokusu… Kozanoğlu türküsü. Şimdi topraksız köylü. Bir karış Çukurova toprağı için bir can verecek. Halbuki dedeleri bu toprağın yüzüne bile bakmamışlardı. Bu toprak onlara zorla verilmiş, yüzüne tükürmüşlerdi. Ve şimdi ah çekiyorlar. Ah deli dedelerimiz, diyorlar. Altın batsın. İlle de toprak, diyorlar. Altın neyimiş yani toprağın yanında? Topraksızın hali duman. Topraklı için her şey var, topraksız için artık hiçbir şey yok. Torosla Akdenizin arası düz bir ova, bire elli verir. Ekinlerini kaplan sökemez.

Bu yıl fazla yağmurdan ekinler ota kesti ya… Sağlık olsun. Çukurova Çukurovadır. Kazan Memleketimizde ilk makinalı ziraat Adanada yapılmıştı. Traktör falan daha görünürlerde yokken Çukurovalı pamuk ekicisi buhar makinalarından istifade etmeye bakmış. Bahara doğruydu. Pamuklar çapalanıyor. Uzakta uzun bir ırgat şeridinin çapalarından parıltılar geliyordu. Irgatlar bir türkü tutturmuşlardı. Güneşte erimiş bir türkü… Burası Kuzucuoğlu çiftliği… Yakınında bir köy. Adı Kayarlı olacak. Güneş her şeyi sindirmiş. Güneşten korkularından köyler başlarını içlerine çekmişler. Kuzucuoğlunu gezerken iki tane kocaman kazan ilişti gözüme. Belki otuz yıldır burada kahyalık yapan Nuri Efendiye sordum: “Bunlar da ne?” “Kazan.” “Ne kazanı?” “Çift sürülürdü bunlarla zamanında.

Köten takılıp çift sürülürdü.” Bilmedim. Aklım almadı. “Arkasına mı takarlardı köteni? Öyleyse bu çok yavaş yürür.” Nuri Efendi: “Yok,” dedi. “Arkasına takmazlardı. Dur sana anlatayım. Tarlanın bir ucuna biri, bir ucuna da biri durdurulurdu. İkisi arasına büyük, toprağı elli santim deşen kötenler bağlanırdı. İki parmak kalınlığında sağlam tellerle bağlanırdı. Kazan çalıştıkça, tel kazanın dönen kasnağına sarılır, böylelikle köteni çekerlerdi. Köten sarıla sarıla kazanın dibine gelince, bu sefer köteni karşıdaki kazan çeker yanına götürürdü. Köten arada böyle günlerce gider gelir, tarla da sürülürdü. Ama ne sürülürdü! Bütün Çukurovada altı çift kazan vardı böyle. Zordu zor.

Kazanlarda odun yakardık. Deveciler günlerce dağdan develeriyle bize odun taşırlardı. Bir alev çanağına dönerdi kazan. Köylüden de baş alınmazdı. Bu alev çanağını görmek için uzaklardan köylüler işlerini güçlerini bırakır, seyretmeye gelirlerdi. İşte şimdi döküntüsü bunlar o kazanların. Yürü bre günler, yürü hey!” Kazanlar pas tutmuş. Çukurova güneşinin alnında kazanlar ölüm uykusunda. Yetiştim, bilirim… Eskiden Adana sokaklarından kocaman, insan boyunda tekerlekleri olan, manda koşulu yük arabalarından geçilmezdi. Çamura batmış koskocaman tekerlekli arabaları kara, dev gibi mandalar, bir masal dünyasından çıkmış gibi çamur deryası sokaklarda çekerlerdi. Üstünde bir tepe gibi pamuk hararları… Çırçır fabrikalarının hışırtıları ortalığı doldururdu. Kulakları sağır edercesine gürültü çıkarırdı bu fabrikalar. Çiftlikler yanaşmalarla, öküzlerle dolup taşardı. Her çiftliğin önü, dev manda arabaları, sarı öküzler, kocaman, ağır kötenlerle mahşerallah! 1949 yılı… Adananın hayatında büyük değişiklik oldu. Bir traktör akınıdır başladı.

Alan alana. Önüne gelen traktöre saldırdı. Beş onunu hiç gereği yokken alanını mı, iki gün içinde yepyeni traktörü çalıştıramayıp parçalayanını mı ararsın… Bir traktör hummasıdır sardı Çukurovayı… Sonra otomobillerle doldu şehir. Eskiden tek tük tentesi bozuk, arkasından bir fabrika kadar duman fışkırtan bozuk otomobiller görürdün bozuk caddelerde. Caddeler son model otomobillerle doldu. Eskiden Kalekapısı ırgattan taşardı… Kalekapısında iğne atsan ırgattan yere düşmezdi. Şimdi azaldı. Eskiden Adana sokaklarında ayağı çıplak çocuklar, her köşe başında kamış somururdu. Şimdi gene öyle. Adana mahalleleri çamur içindeydi. Şimdi gene öyle. Kenar mahallelerin evleri yarı yıkık toprak damdı. Gene öyle. Teneke mahallelerinde pislikten geçilmezdi. Gene öyle.

Değişen de var: İstasyonla Atatürk parkı arası villalarla dolmuş. Kumluk derdik, çocuklar futbol oynarlardı. Oraları da villalarla dolmuş. Görülmeye değer. Eskiden bütün Orta Anadolu, yakın iller iş için yazın Çukurovaya inerlerdi. Yüz binler iş bulurdu. Şimdi yok. Topraksız köylü yarıcıydı. Şimdi yok. Topraksız köylü ırgattı. Şimdi değil. Herkes, hiç olmazsa karnını doyuracak bir parça ekmek bulurdu. Şimdi değil. Çukurova insanının macerası büyük. Çukurovanın hikayesi uzun… Anlatmakla bitmez.

Anlatmak için büyük bir destancı gerek. Bahara doğruydu, pamuklar çapadaydı. Çukurova yanıyordu. Bir otomobille Yüreğir toprağına doğru açıldık. Tarlalarda yalnız makinalar gördük. Eskiden ovada ırgat dizileri olurdu. İnip kalkan çapalardan pırıltılar saçılırdı ovaya. Türküler gelirdi. Şimdi çok az insan var. Makinalar almış ortalığı, ovada makina gürültüsü… Makina gülüyor, ağa gülüyor… İşsiz kalmışların hali hal değil. Arkadaşım dedi ki: “On yıl önce söyleseler, bu hale inanır mıydın?” “İnanmazdım tabii.” “Buzdolabı dolu köylerde… Yaşamasını öğrendi millet.” “Tersi?” diye sordum… “İşte o kötü,” dedi. “Topraksız köylünün hali kötü. Bir karış toprak, bir can eder Çukurovada.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir