Panait Istrati – Uşak

“ADRİAN ZOGRAFFİ’YE ÖNSÖZ” YA DA BİR ÇAĞIMIZ YAZARININ İTİRAFLARI Bütün eserim, başlangıçta altı ciltlik Adrian Zograf i’nin yaşam öyküsünden ibaret olacaktı. Olgunluk çağındaki bir adamın dünya görüşünü yansıtan bir edebi eser. 1924 yazında ilk kitabım Kira Kiralına çıktığı zaman kırk yaşındaydım. Kira’nin önsözünde söylediğim gibi bu yaşta girilmez edebiyat mesleğine. Bu yüzden, o zaman, yalnız bir öykü anlatmak kararındaydım. Üstelik Romain Rolland itmişti beni bu çalışmaya. Ama, yazmaya koyulur koyulmaz, mizacımın sertliği aklımı başımdan aldı, rüzgârın bir tüyü alıp götürdüğü gibi. Sevinçten çatlıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum mutluluğumdan. Demek ömrümde rastlamadığım ölçü ve büyüklükte bir dost İstidadını iman haline getirmiş kişi için ana dilinde sözcüklerle cambazlık ederken bile yazmak bir dram oluyorsa, çırpıştırma bir Fransızca‘yla, örneğin amener ile emmener sözcüklerinin nerede, nasıl kullanıldıklarını öğrenmek için günde yüz kere „larouesse“a başvurmak zorunda kalan benim gibi bir adam için bunun ne demek olduğunu anlamak güç değildir. Bir cehennem azabıdır bu! Kızgın bir merdivenin basamaklarını tırmanan bir köstebek gibiyim. Yazdığımı ne zaman düzeltip ne zaman bozduğumun farkında olmadan bütün hücrelerimle acı çekiyorum. Zavallı kaderlerimiz bizim! Yazar olmadan önce kürek mahkûmlarını andıran nice nişlerin cehenneminden geçtim, ama o zamanlar ilerde hepsinden daha korkuncunu tanıyacağım hiç aklıma gelmezdi; herkesin hayranlığı içinde çarpılan, sonunda vücutla birlikte ruhu da perişan eden işleri. Evet, geçimini sağlamak için yapmak zorunda kaldığım ve benim ilk mutluluğumu yaratmış olan o türlü katı işlerin işkencesine karşı öylesine savunmuş olduğum ruhumu! Bugün, o da, lokma lokma, çöküp gidiyor, en aşağılık işlerin işçisi olduğum zamanlardaki gibi sefil bir ölümden onu kurtarmak için bir şey gelmiyor elimden. Tersine bir kahramanlık diyebilirsiniz buna: yazmaya mahkûm. İstedim mi sanki bunu? Hayır.


Martin Eden‘in tersine, hiçbir zaman bir yayınevine ya da yazara bir müsvedde göndermiş değilim; şimdi bana kendi yazdıklarını yollayarak „büyük şansım“dan söz edenler Romain Rolland‘ın beni yazmaya zorlamak için 1921 ocağından 1922 mayısına kadar uğraştığından habersizdirler. Ondan öğrendiğim ilk kahramanlık işareti oldu bu: Nice hastanesinden çıkan adama „çalış“ diyordu, „ben kurtuluşumu çalışmaya borçluyum!“ O güne kadar yaptığım edebiyat çalışmalarından, 30. uncu ya da 40.ıncı sayfasında vazgeçmiştim. Hem de Romence olarak ve her seferinde araya birkaç yıl mesafe koyarak. Kendi kendine yürümeyen bir edebi çalışmadan tiksinirdim de. Bülbül nasıl ötüyorsa romancıların da öyle kolaylıkla yazdıklarını sanırdım. Güç işlerden hoşlanmayan tabiatıma da pek uygun bir düşünceydi bu. Zorlama işlerden hoşlanmazdım. Villeneuve‘lü yazarın sesi değişik tonuyla etkiledi beni. İnsanın söyleyecek bir şeyleri ve bunu söylemeye yeteneği varsa vazgeçmek bir cinayet, tembellik bir ayıp olur. Ben de coşkuyla dinledim sözünü. Ama daha başlangıçta dilbilgisi kıtlığı, yazmak, üstelik Fransızca yazmak sevincini pek pahalı ödetti bana. Göğsüm akmak isteyen ama onu alacak kalıpları bulamayan erimiş madenle dolu bir ocaktı. İki l ile mi, bir aksan gravla mı ya da bir p ile mi yoksa iki p ile mi yazacağımı, sözcüğün erkek mi dişi mi olduğunu öğrenmek için kızgın maddeyi her dakika durdurmak zorunda kalıyordum.

O dönemde nasıl aklımı kaçırmadığıma şaşıyorum hâlâ! Ne de çok halis altın saçılmıştı yerlere! İşte bütün eserlerimi ve mektuplarımı böyle yazdım ben. Tarih boyunca acaba benim kadar talihsiz bir yazara rastlanmış mıdır hiç? Potanın sıcaklığı en yüksek derecede kaldığı sürece yaptığım güç doğumlara gene de katlanıyordum. Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına bağlı kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık ki günün birinde büyü bozuldu! Dünya işlerine karışıyordum, arkadaşlarımla çağımın sorunlarını ve düşüncelerini tartışıyordum. Önceleri tatlı tatlı sitem ettiler bana bu yüzden: “Kunduracı, çizmeden yukarı çıkma!” diyorlardı bana. Tepem attı o zaman. Adrian Zograffi’nin öykücüden çok bir başkaldırmış kişi olduğunu unutuyorlar mıydı? Unutmuyorlardı ama başkaldırışının disipline uygun olmasını istiyorlardı. Daha çok kızdırdı beni bu. Bozuştuk. Rusya’dan dönüşümde en büyük dostlarımdan ayrıldım. Mısır beni topraklarından sürüp ve İtalya Trieste’de zindana atarken, komünist çobanlar Avrupa işçilerine, kendi sınıfıma beni “Romanya Sigurantsa’sının (gizli polis) adamı” “burjuvaziye satılmış adam” diye sunarak afaroz ediyorlardı. Genel bir sessizlik içinde propagandalarını canlarının istediği gibi yürütebilmeleri insanın şu yeryüzünde ne kadar yalnız olduğunu ispat etti bana. Hey gidi boş umutlar… Dahası var.

Bir felaket tek başına gelmez derler ya, pek kalabalık da geliyor bazen.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir