Paulo Coelho – Aldatmak

…yaşadığım sokak, sokak lambaları, şu an içinde bulunduğum ev, salondaki mobilyalar, bir gün hepsi ortadan kaybolacak… tıpkı bedenim gibi. Ama bir şey var ki kâinatın ruhunda iz bırakacak: sevgim. Linda ayrıcalıklı bir yaşama sahip olduğunun bilincinde. Yine de her sabah yeni bir güne açtığı gözlerini hemen kapayası geliyor. Arkadaşları ilaç kullanmasını öneriyor. Oysa Linda’nın istediği hissizleşmek değil, yaşadığını hissetmek… Çünkü yaşamak sevmektir. Paulo Coelho Aldatmak’ta diğer kitaplarından farklı olarak kışkırtıcı, tene dokunan ve tutku dolu bir hikâyeyle çıkıyor okurun karşısına. Her şeyin mümkünmüş gibi sunulduğu bir dünyada, imkânsız aşkın izini sürüyor. Ruhun kuytularında kaybolmaya çekinmeden… Ne de olsa bazen kim olduğumuzu bulmamız için kendimizi kaybetmemiz gerekir. Her sabah “yeni bir gün” dedikleri şeye açtığım gözlerimi gerisingeri kapamak, yatağımdan hiç çıkmamak istiyorum. Ama mecburum. Harika bir kocam var, bana sırılsıklam âşık, saygın bir yatırım bankasının sahibi ve her sene – kendisi istemese de- Bilan dergisi tarafından İsviç … yalnızca her şeyin, beni tamamen hazırlıksız yakalayacak ani değişimine karşı duyduğum o üstü örtülü korku. Bu melun düşünce güneşli bir sabahın ortasında aklıma düştüğü andan itibaren korkmaya başladım. Kocam ölürse dünyayı tek başıma göğüsleyebilecek miydim? Evet, diye cevap verdim kendi kendime; çünkü bırakacağı miras birkaç nesli birden geçindirmeye yetecektir. Peki ya ben ölürsem, oğullarıma kim bakar? Sevgili kocam elbette.


Ama zengin, yakışıklı ve akıllı olduğu için o da illa başkasıyla evlenir. Çocuklarım emin ellerde olur mu? İlk adımda aklımdaki tüm kuşkuları cevaplandırmaya çalıştım. Ne kadar cevaplasam o kadar yeni soru çıkıyordu. Acaba ben yaşlanınca kocam kendine bir sevgili bulacak mıydı? Artık eskisi gibi sevişmediğimize göre acaba şimdiden başkasını bulmuş muydu? Son üç senedir kendisine pek ilgi göstermediğim için acaba o, benim başkasını bulduğumu zannediyor muydu? Kıskançlık yüzünden hiç kavga etmemiştik, bence bu harikaydı ama o bahar sabahından itibaren bunun karşılıklı sevgi eksikliğinden kaynaklandığından kuşkulanmaya başladım. Konuya daha fazla kafa yormamak için elimden geleni yaptım. Bir hafta boyunca, her iş çıkışı, Rue du Rhöne’a gidip alışveriş yaptım. İlgimi çeken pek bir şey yoktu; ama en azından -lafın gelişi de olsa- değişik bir şey yaptığımı düşünüyordum. Öncesinde hiç eksikliğini duymadığım bir şeye ihtiyaç duymaya başladım. Her ne kadar elektrikli ev aletleri aleminde yenilikler nadir olsa da hiç tanımadığım bir elektrikli ev aleti keşfettim. Çocuklarımı abartılı hediyeler alıp şımartmamak için çocuk mağazalarından uzak durdum. Aşırı cömertliğim kocamın aklına kuşku düşürmesin diye erkek mağazalarına da uğramadım. Eve dönüp kendi dünyamın büyülü diyarına adım attığımda üç-dört saatliğine her şey harika görünüyordu, ta ki herkes uyuyana dek. Derken kâbusum yavaş yavaş yerleşik hale gelmeye başladı. Bence tutku gençlere özgüdür ve benim yaşımda, eksikliği gayet normal olmalı. Korktuğum bu değil.

Bugün, o sabahtan birkaç ay sonra, her şeyin değişeceği korkusuyla her şeyin son nefesime dek aynı kalacağı korkusu arasında bölünmüş bir kadınım ben. Kimileri yaz mevsimi yaklaştıkça aklımıza tuhaf fikirler geldiğini, açık havada vakit geçirip dünyanın boyutlarını fark ettikçe kendimizi küçük hissettiğimizi söylerler. Ufuk çizgisi daha bir uzağımızdadır, tıpkı bulutlar ve elimizin duvarları gibi. Olabilir. Ama artık gözüme uyku girmiyor ve bunun sebebi havaların ısınması değil. Gece olup bakışları üzerimde hissetmediğimde her şeyden korku duyuyorum: yaşamdan, ölümden, sevgiden ve sevgi eksikliğinden, bütün yeniliklerin alışkanlığa dönüşmesinden, hayatımın en parlak yıllarını ölümüme dek tekrarlanacak bir rutine bağlayarak kaybettiğim duygusundan, ne kadar heyecan verici ve macera dolu görünse de bilinmeyenle yüzleşmenin yarattığı telaştan. Haliyle, başkalarının çektiği acıları düşünerek teselli bulmaya çalışıyorum. Televizyonu açıp rasgele bir haber kanalını seçiyorum. Kazalar, doğal afetler yüzünden yuvalarından olanlar, mülteciler hakkında bitmek bilmez haberleri izliyorum. Şu anda gezegenimizde kaç hasta insan var? Adaletsizlikler ve ihanetler yüzünden kaç kişi, sessizce ya da çığlık çığlığa acı çekiyor? Kaç tane fakir, işsiz ve mahkûm var? Kanalı değiştiriyorum. Bir pembe dizi ya da film izleyerek birkaç dakika veya saatliğine de olsa dikkatimi başka yöne çekiyorum. Kocamın uyanıp, “Ne oldu, aşkım?” sorma olasılığı karşısında korkumdan ölüyorum. Çünkü her şeyin yolunda olduğu cevabını vermem gerekecek. Daha fenası – tıpkı geçen ay iki-üç kez yaşadığımız gibi- yattığımızda kocam elini bacağıma koyup yavaşça yukarı çıkarak bana dokunmaya başlarsa olur. Orgazm taklidi yapmayı becerebilirim -bunu defalarca yaptım- ama kendi isteğimle hemen ıslanamam.

Mecburen çok yorgun olduğumu söylerim, o da bozulduğunu asla açık etmeden dudaklarıma bir öpücük kondurur ve öbür tarafa dönüp tabletinde en son haberlere bakar ve ertesi günü bekler. Dolayısıyla ben kocamın baştan yorgun mu yorgun olmasını umut ederim. Ama hep böyle olmaz. Arada sırada ilk hamleyi benim yapmam gerekir. Onu arka arkaya iki gece geri çevirirsem başkalarının peşine düşer ve ben onu kaybetmeyi kesinlikle istemiyorum. Önceden biraz mastürbasyon yaparak ıslanmayı beceriyorum ve her şey normale dönüyor. “Her şey normale dönüyor,” demek; hiçbir şey eskisi gibi, birbirimizi gizemli bulduğumuz o günlerdeki gibi olmayacak anlamına geliyor. On sene evli kalıp tutkunun ateşini hâlâ söndürememek bana sapkınlık gibi gelir. Sevişme sırasında her zevk alıyormuş gibi yaptığımda içimde bir şeyler ölür sanki. Sadece bir şeyler mi? Bence içim sandığımdan daha hızlı boşalıyor. Arkadaşlarım şanslı olduğumu düşünürler çünkü onlara kocamla sık sık seviştiğimizi anlatırım hep, onlar da bana kocalarının hâlâ kendilerine aynı şekilde ilgi duyduğu yalanını söylerler. Evlenince sevişmenin sadece ilk beş sene zevkli geçtiğini, sonrasında işe biraz “fantezi” katmak gerektiğini iddia ederler. Mesela gözlerini kapayıp komşunu üstünde, kocanın asla cüret edemeyeceği şeyleri yaparken hayal etmek. Kendini komşun ve kocan tarafından aynı anda sahip olunurken hayal etmek, bilinen bütün sapkınlıkların ve yasaklı oyunların fantezisini kurmak. Bugün, çocukları okula götürmek için evden çıkarken durup bir süre komşumu izledim.

Onu hiç üstüme çıkmış halde hayal etmedim – işyerimdeki, yüzünde sürekli ıstıraplı ve yalnız bir ifadeyle gezen muhabir delikanlıyı düşünmeyi tercih ederim. Şimdiye dek kimseye kur yaptığını görmedim, çekiciliği de tam buradan geliyor. Gazetede çalışan bütün kadınlar şu ya da bu şekilde “zavallının elinden tutmak istediklerini” dile getirmişlerdir. Bence delikanlı da bunun farkındadır ve bir arzu nesnesi olarak görülmekten memnundur. Belki o da hislerimi paylaşıyordur; bir hamleyle her şeyi – işini, ailesini, geçmişini ve geleceğini- berbat edecek diye ödü kopuyordur. Neyse… Bu sabah komşumu izledim ve hüngür hüngür ağlayasım geldi. Arabasını yıkayan komşuma bakarken şunları düşündüm: Şu işe bak, tıpkı kocam ve benim gibi birisi daha. Bir gün hepimiz onun yaptığını yapacağız. Çocuklarımız büyüyecek ve başka şehirlere, hatta başka ülkelere taşınacaklar, bizlerse emekli olup arabalarımızı yıkayacağız ya da belki para verip başkasına yıkatacağız. Yine de, belli bir yaştan sonra, vakit geçirmek için fuzuli şeyler yapmak önem kazanır, bedenimizin henüz pas tutmadığını, paranın değerini hâlâ bildiğimizi ve kimi işlere girişmeye gocunmadığımızı başkalarına gösterme ihtiyacı hissederiz. Bir arabanın temiz olup olmaması dünyayı değiştirmez. Ama bu sabah komşum için dünyanın en önemli şeyine dönüşmüştü. Bana harika bir gün dileyip gülümsedikten sonra yine, Rodin’in bir heykeli üzerinde çalışıyormuşçasına büyük bir özenle işine döndü. Arabamı bir otoparkta bırakıyorum -“Şehir merkezine toplu taşımayla gelin! Çevreyi kirletmeyin!”- her zamanki gibi otobüse binip yol boyunca bildik şeyleri görerek işyerime geliyorum. Cenevre çocukluğumdan beri hiç değişmedi sanki: 1950’li yıllarda “yeni mimari”yi keşfeden deli bir belediye başkanının inşa ettiği binaların arasında kalan eski malikâneler yerlerinden ayrılmamakta direniyorlar.

Her seyahat ettiğimde bunların eksikliğini duyarım. Bu muazzam zevksizliğin, cam ve çelikten kocaman kulelerin, otoyolların eksildiğini hissederim, kaldırımların betonunu yarıp dışarı çıkan ve habire ayağımızın takıldığı ağaç köklerinin, gizemli tahta çitlerle çevrili, “doğada böyle” denerek içinde her türlü otun yetişmesine izin verilen halka açık bahçelerin… yani modernleşerek büyüsünü kaybeden diğer bütün şehirlerden farklı bir şehrin eksikliğini.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir