Paulo Coelho – Veronika Olmek Istiyor

11 Kasım 1997 günü Veronika kendini öldürme zamanının – sonunda!- geldiğine karar verdi. Bir manastırda kiraladığı odasını dikkatlice temizledi, kaloriferi kapattı, dişlerini fırçaladı ve yatağına uzandı. Dört kutu uyku ilacını başucu sehpasının üstünden aldı. Bunları ezip suya karıştırarak içmektense birer birer yutmaya karar vermişti; çünkü niyetle hareket arasında her zaman bir kopukluk vardır. O, yarı yoldan dönmek özgürlüğüne sahip olmak istiyordu. Gene de, yuttuğu her hapla birlikte, kararının daha da kesinleştiğini hissediyordu. Beş dakika sonra kutular boşalmıştı. Bilincinin ne kadar sürede kaybolacağını kestiremediğinden yatağının üstüne Fransızca Homme dergisinin çalıştığı kütüphaneye daha yeni gelmiş olan son sayısını koymuştu. Bilgisayar bilimine özel bir ilgisi yoktu, ama dergiyi karıştırırken bir bilgisayar oyunu hakkında bir makale gördü (şu CD-Romlardan biri). Oyunun yaratıcısı Paulo Coelho adlı Brezilyalı bir yazardı ve bu yazarla Grand Union Oteli’nin kafesinde bir konferansta tanışmıştı. Kısacık konuşmuşlar, sonunda yazarın yayıncısı tarafından, onlarla birlikte akşam yemeğine gelmesi önerilmişti. Ama yemekte daha pek çok kişi vardı, herhangi bir konuda derinlemesine konuşma fırsatı olmamıştı. Gene de yazarla tanışmış olması, onu kendi yaşamının bir parçası saymasına yol açtığından, adamın çalışmasıyla ilgili bir makaleyi okumanın vaktin geçmesini sağlayacağını düşündü. Tam da ölümü beklediği sırada kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen bilgisayar bilimi konusunda bir yazı okumaya başladı Veronika. Bu, ömrü boyunca yaptığı şeylere uygundu aslında; hep en kolay seçeneği, el altında ne varsa onu yeğlemişti.


İşte bu dergi gibi örneğin. Ama şaşırtıcı bir şey oldu, yazının ilk satırı onun doğal edilginliğini sarstı (uyuşturucular daha midesinde erimemişlerdi bile, ama Veronika doğuştan edilgindi) ve ömründe ilk kez şu günlerde tanıdıkları arasında pek moda olan bir sözün doğru olup olmadığını düşündü: “Bu dünyada hiçbir şey rastlantı sonucu meydana gelmez.” Tam da ölmeye başladığı anda nereden çıkmıştı bu ilk satır? Kendisine yönelik gizli mesaj mıydı bu, yani, basit rastlantılar yerine gizli mesajlar vardıysa eğer? Bilgisayar oyununun resminin hemen altındaki yazısına şu sözlerle başlamıştı gazeteci: “Slovenya nerededir?” “Bu kadar olur yani,” diye düşündü, “Slovenya’nın nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor.” Oysa Slovenya diye bir yer vardı işte; dışarıdaydı, içerideydi, çevresindeki dağlarda, şu anda baktığı meydandaydı; Slovenya onun ülkesiydi. Dergiyi bir yana attı, Slovenler hakkında hiçbir şey bilmeyen bir dünyaya öfkelenmesi anlamsızdı şu aşamada; vatanın onuru artık onu ilgilendirmiyordu. Şimdi kendi kendiyle gurur duyma zamanıydı, şimdi yaptığı şeyi yapabildiği, en sonunda cesaretini toplayıp bu yaşama veda edebildiği için. Ne büyük bir sevinç! Üstelik, her zaman düşlediği biçimde yapıyordu bu işi – hiçbir iz bırakmayan uyku haplarını kullanarak. Neredeyse altı aydır bu hapları elde etmek için uğraşıyordu Veronika. Bir türlü beceremeyeceğine inanarak bileklerini kesmeyi bile göze almıştı bir ara. Odasının kan revan içinde kalacağı, rahibelerin ne yapacaklarını bilemeyip sıkıntıya düşecekleri önemli değildi; ne de olsa intihar eden biri, önce kendini, sonra başkalarını düşünmek durumundaydı. Ölümünün olabildiğince az sıkıntı yaratması için elinden geleni yapmaya hazırdı, ama tek yol bileklerini kesmekse, başka seçeneği yoktu. Rahibeler de odayı çabucak temizleyip olayı çabucak unutacaklardı elbette, yoksa odayı yeniden kiralamakta zorluk çekerlerdi. Yirminci yüzyılın sonunda yaşıyor olabiliriz, ama insanlar hâlâ hortlaklara inanıyorlar. Lyubliyana’da bulunan az sayıdaki yüksek binalardan birinin tepesinden atabilirdi kendini tabii, ama onca yükseklikten düşmesinin sonucu ana-babasına daha da büyük acılar çektirmeyecek miydi? Kızlarının öldüğü şokundan kurtulmaya fırsat bulamadan onun paramparça olmuş cesedini görmek, teşhis etmek zorunda kalacaklardı. Hayır hayır, kan kaybından ölmekten daha kötü bir çözümdü bu, çünkü kendisi için her şeyin en iyisini isteyen iki insan üzerinde silinemeyecek izler bırakacaktı.

“Kızlarının ölümüne er geç alışırlardı. Ama paramparça olmuş bir kafatasını unutmak imkânsızdı.” Kendini vurmak, yüksek bir yapıdan atlamak, kendini asmak, bu seçeneklerden hiçbiri onun kadınsı doğasına uymuyordu. Kadınlar kendilerini öldürdüklerinde çok daha romantik yöntemler seçerler – bileklerini kesmek ya da aşırı dozda uyku ilacı almak gibi. Terk edilmiş prensesler ve Hollywood yıldızları bunun sayısız örneğini gözler önüne sermişlerdir. Yaşamın, harekete geçmeden önce doğru ânı beklemekten ibaret olduğunu biliyordu Veronika. Sonunda öyle de oldu. Geceleri bir türlü uyuyamadığına dair yakınmaları sonucu, iki arkadaşı, güçlü bir uyuşturucudan ikişer paket bulup getirdiler ona; kentin gece kulüplerinden birinde çalışan müzisyenler kullanıyormuş bunları. Veronika dört paketi de yatağının başucundaki sehpaya koyup bir hafta elini sürmedi, yaklaşan ölümle flört ederek, insanların yaşam adını verdikleri şeyle -hiçbir duygusallığa yer vermeden- vedasını tamamlamayı bekledi. Şimdi oraya varmıştı işte, işi sonuna dek götürmüştü ve elinde kalan şu kısa sürede ne yapacağım bilemediği için canı sıkılmaktaydı. Biraz Önce okuduğu saçma sapan soru geldi aklına yeniden. Bilgisayarlarla ilgili bir yazı nasıl oluyor da bu kadar salak bir soruyla başlayabiliyordu: “Slovenya nerededir?” Yapacak daha ilginç bir şey bulamadığından, söz konusu yazıyı sonuna kadar okumaya karar verdi. Böylece öğrendi ki, bu bilgisayar oyunu Slovenya’da -orada oturanlar dışında kimsenin nerede olduğunu doğru dürüst bilemediği o tuhaf ülkede- gerçekleştirilmiş, çünkü orada işçi ücretleri çok düşükmüş. Birkaç ay önce, ürünün Fransız yapımcısı, ürünü tanıtmak için dünyanın her yanından çağırdığı gazetecilere Vled’de müthiş bir parti vermiş. Veronika, kentte büyük yankılar uyandıran bu parti hakkında bir şeyler okuduğunu hatırladı: CDRomun ortaçağ atmosferini yansıtsın diye şatonun baştan aşağı yeniden düzenlenmesinin yanı sıra yerel basında bir başka polemik ön plana çıkmıştı: Almanya, Fransa, İngiltere.

İtalya. İspanya gibi ülkelerden gazeteciler davet edildiği halde bir tek Sloven’in çağrılmamış olması uzun uzun tartışılmıştı. Homme dergisinin muhabiri -ki ömründe ilk kez Slovenya’ya gelmişti ve bütün masrafları başkalarınca ödenmiş bu ziyaretin tadını öteki gazetecilerle gevezelik ederek, sözde esprili yorumlar yaparak, şatoda sunulan bedava yiyecek İçecekleri mideye indirerek çıkarmıştı besbelli- makalesine ülkesinin ukala entelektüellerinin hoşuna gidecek bir espri ile başlamayı uygun görmüştü. Dergideki meslektaşlarına buranın yerel âdetleri üstüne kimbilir ne yalanlar atmıştı üstelik; ola ki Sloven kadınlarının ne kadar kötü giyindiklerinden de söz etmişti. Neyse, bu onun sorunuydu. Veronika ölmekteydi ve başka dertleri vardı, ölümden sonra yaşam var mı, cesedi ne zaman bulunacak falan gibi. Gene de -ya da, belki, sırf almış olduğu bu önemli karar yüzünden- makale kafasına takılmıştı. Manastırın penceresinden Lyubliyana’nın küçük bir meydanına bakıyordu. “Slovenya’nın nerede olduğunu bilmiyorlarsa, Lyubliyana bir mit olmalı,” dedi kendi kendine. Atlantis ya da Lemuria gibi insanların imgelemini zorlayan başka kayıp diyarlar gibi. Dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimse, Everest Tepesi’nin nerede olduğunu sorarak bir yazıya başlamayı aklından geçirmezdi, hayatta orada bulunmamış olsalar bile. Ama işte, Avrupa’nın orta yerinde bir gazeteci böyle bir soru sormaya utanmıyordu, çünkü okurlarının Slovenya’ nın, nerede kaldı ki oranın başkenti Lyubliyana’nın nerede olduğunu bilemeyeceklerini biliyordu. İşte o zaman vaktini geçirecek bir yol buldu Veronika, ilaçları alalı on dakika olduğu halde hiçbir bedensel değişim hissetmediğine göre. Yaşamının son edimi şu dergiye bir mektup yazmak. Slovenya’nın eski Yugoslavya’nın bölündüğü beş yeni cumhuriyetten biri olduğunu açıklamak olacaktı.

Bu mektup onun intihar mektubu olacaktı. Ölümünün gerçek nedenleri konusunda hiçbir açıklama yapmayacaktı. Cesedini bulduklarında, bir dergi, ülkesinin yerini bilmeyen bir dergi yüzünden yaşamına son verdiğine inanacaklardı. Gazetelerde yer alacak polemikleri düşünüp güldü: Ülkesinin onuru uğruna canına kıydığı için kimileri ondan yana çıkacak, kimileri de ona karşı tavır alacaktı. Kendi fikrinin de bu kadar çabuk değişebilmesi onu şaşkınlığa uğrattı; daha birkaç dakika önce şimdikinin tam tersini düşünmüş, dünyanın ve başka coğrafi sorunların onu hiç mi hiç ilgilendirmediğine inanmamış mıydı? Mektubu yazdı. O anda yaşadığı keyif, ölmenin gerekliliği konusunda neredeyse yeniden düşünmesine yol açacaktı. Ama hapları almıştı artık, geri dönmek için çok geçti. Zaten bu gibi keyifli anları hiç yaşamamış da değildi. Sürekli depresyon halinde yaşayan, hüzünlü, nefret dolu biri değildi, kendisini bu yüzden öldürmüyordu ki. Lyubliyana sokaklarında neşe içinde az mı dolaşmıştı güneşli öğle sonlarında? Sonra, şairin heykelinin bulunduğu bu küçük meydanı kar yağarken seyretmek de hoştu. Bir seferinde neredeyse bütün bir ay boyunca sanki bulutların üstünde gezmişti, sırf o meydanın ortasında hiç tanımadığı biri ona bir çiçek verdi diye. Son derece normal bir insan olduğuna inanıyordu, ölmeye karar vermesinin çok basit iki nedeni vardı, bunları açıklayan bir mektup bırakacak olsa pek çok kişinin ona hak vereceğinden hiç kuşkusu yoktu. Birinci neden: Yaşamındaki her şey hep aynıydı ve bir kez gençliği sona erdi mi hep yokuş aşağı gideceği belliydi: Yaşlılık, dönüşü olmayan izler bırakacak, hastalıklar birbirini kovalayacak, dostlar birer birer yok olacaktı. Yaşamını sürdürmekle hiçbir şey kazanmayacaktı, tam tersine acı çekme olasılığı hep artacaktı. İkinci neden daha felsefiydi: Veronika gazete okuyan, televizyon seyreden, dünyada olup bitenlerden haberli biriydi.

Her şey yanlıştı ve kendisi herhangi bir şeyi düzeltebilecek durumda değildi – bu, tamamıyla aciz olduğu duygusunu büyütüyordu içinde. Kısa bir süre sonra ömrünün son yaşantısı gerçekleşecek ve bu ötekilerden çok farklı olacaktı: ölüm. Mektubu bitirip bir kenara koydu, daha acil, o sırada yaşamakta olduğu olayla (ya da, daha doğrusu, ölümüyle mi demeli?) daha uyumlu konulara yoğunlaştırdı dikkatini. Ölmenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalıştı, herhangi bir sonuca varamadı. Ayrıca bu konuda kafa yorması anlamsızdı, çünkü birkaç dakika sonra sorunun yanıtını öğrenecekti. Kaç dakika sonra? Hiç bilemiyordu. Gene de herkesin kendi kendine sorduğu bir sorunun yanıtını da pek yakında alacağından pek hoşnuttu; Tanrı var mı? Pek çok kişinin aksine, yaşamının temel sorularından biri olmamıştı bu. Komünist rejim döneminde okullarda verilen resmi bilgilere göre yaşam ölümle son buluyordu, kendisi de bu fikri benimsemişti, öte yandan, ana-babasının, onların da ana-babalarının kuşağı hâlâ kiliseye devam ediyor, dualarını ediyor, hacca gidiyor ve Tanrı’nın kendilerine kulak verdiğine kesinkes inanıyorlardı. Yirmi dört yaşında ve geçirebileceği her türlü yaşantıyı geçirmiş olan Veronika -ki bu da az bir şey sayılmazdı- her şeyin ölümle son bulacağından hemen hemen emindi. İntiharı bu yüzden seçmişti ya işte: en sonunda özgürlük. Sonsuza varan unutuş. Çok derinlerde bir yerde gene de bir kuşku vardı aslında; Ya Tanrı varsa? Binlerce yıllık uygarlık tarihi intiharı tabulaştırmış, tüm dinler bunu yasaklamıştı. İnsanoğlu yaşam mücadelesi vermeli, boyun eğmemeli. İnsanoğlu üremeli ve üretmeli. Toplumun çalışacak birilerine ihtiyacı var.

Bir çift, aralarındaki aşk bitmişse bile birlikte kalmak durumundadır, her ülkenin askerlere, politikacılara, sanatçılara gereksinimi vardır. “Tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum. insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı? Mutlaka çok iyi niyetlerle girişmiştir bu işe, ama sonuçlar bir felaket. Tanrı varsa, bu dünyayı erkenden terk etmeyi seçen yaratıklara karşı cömert davranacaktır, hatta bizleri burada vakit harcamaya zorladığı için özür bile dileyebilir.” Tabuların, boş inançların canı cehenneme! Pek dindar olan annesine soracak olsanız, Tanrı’nın, geçmişi, şimdiki zamanı, geleceği bildiğini söyleyecektir. İyi ya, onu bu dünyaya gönderirken, günün birinde intihar edeceğinin de kesinlikle bilincindeydi öyleyse. Dolayısıyla bu intihar, onu şaşkınlığa, şoka uğratmayacaktır. Veronika midesinin bulandığını hissetti, çok hızla artan bir bulantı. Birkaç saniye sonra penceresinden görünen meydana yoğunlaştıramayacaktı dikkatini. Mevsimin kış olduğunu, saatin öğleden sonra dört dolayında olduğunu biliyordu, güneş hızla batmaktaydı. Öteki insanların yaşamayı sürdüreceklerini de biliyordu. Tam da o anda sokaktan geçen genç bir adam onu pencerede gördü, ölmek üzere olduğunu hiç bilmeden baktı kıza. Bir grup Bolivyalı müzisyen (Bolivya nerededir? Dergilerde bu soru neden hiç sorulmaz?) ünlü Slovenyalı ozan France Preseren’in heykelinin önünde çalmaktaydılar. Ülkesinin halka üzerinde onca derin izler bırakmış bir ozan… Meydandan yükselen müziğin sonunu işitecek kadar yaşayacak mıydı? Yaşamının sonu için çok güzel bir anı olurdu bu: Akşamüzeri, dünyanın öbür ucundan bir ülkenin düşlerini anlatan bir ezgi, sıcacık, minik bir oda, yoldan geçen yakışıklı genç adam, hayat dolu, nedense durup kendisine bakmaya karar vermiş.

Hapların etkisi başlamıştı ve bu adamın onu gören son kişi olduğunu düşündü. Genç adam gülümsedi, kız ona gülümseyerek karşılık verdi; kaybedeceği bir şey yoktu ki. Adam el salladı, kız başka bir yere bakıyormuş gibi yaptı, genç adam fazla ileri gitmişti. Bunun üzerine bozulan genç adam yoluna devam etti, penceredeki yüzü sonsuza dek unutarak. Gene de Veronika, son bir kez biri tarafından beğenilmiş olmaktan keyif duydu. Sevgisizlik yüzünden öldürmüyordu kendini. Ailesi tarafından sevilmediği ya da para sorunları ya da amansız bir hastalığı olduğu için de değildi. Veronika, Lyubliyana’da bu güzel akşamüstünde, meydanda Bolivyalı müzisyenler çalarken, genç bir adam penceresinin önünden geçerken ölmeye karar vermişti ve gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği şeyler onu mutlu ediyordu. Bunları bir otuz, kırk ya da elli yıl daha görmeye devam etmeyeceğini bildiğinden daha da mutluydu, çünkü o zaman bütün orijinallikleri kaybolacak ve her şeyin tekrarlandığı her günün bir öncekine ve sonrakine benzediği bir yaşam trajedisine dönüşeceklerdi. Mide bulantısı dayanılmaz biçimde artmıştı, kendini çok çok kötü hissediyordu. “Ne tuhaf, bir avuç uyku ilacı alırsam hemen uykuya dalacağımı sanmıştım.” Oysa şu anda kulaklarında tuhaf bir uğultu, içinde kusma ihtiyacı duyuyordu. “Kusarsam ölmem.” Midesine saplanan sancıları düşünmemek için hızla inen geceye, Bolivyalılara, dükkânlarını kapatıp evlerine gitmeye başlayan insanlara yoğunlaştırmaya çalıştı dikkatini. Kulaklarındaki uğultu gittikçe yükseliyordu, ilaçları aldığından bu yana ilk kez korku duydu, bilinmeze doğru gidişin derin korkusuydu bu.

Çok uzun sürmedi. Biraz sonra bilincini kaybetti. Gözlerini açtığında Veronika, “Burası cennet olmalı,” diye düşünmedi. Cennette odaları floresan ışıkla aydınlatmazlardı kesinlikle ve de ânında başlayan sancı tipik bir dünya sancısıydı. Ah, bu dünyanın acıları hiçbir şeye benzemez, hemen anlaşılır. Kıpırdamaya çalıştı, sancısı arttı. Gözlerinin önünde parlak noktalar dolaştı, ama Veronika biliyordu ki bunlar cennetin yıldızları değil, duyduğu derin acının sonucudur. “Ayılıyor,” diyen bir kadın sesi işitti. “Cehennemin tam ortasına düştün, keyfini çıkarmaya bak.” Hayır, bu gerçek olamazdı, ses onu aldatıyordu. Cehennemde falan değildi, çünkü çok üşüyordu ve ağzından, burnundan birtakım tüplerin çıktığının farkına vardı. Tüplerden biri -boğazına sokulmuş olanı- onda boğuluyormuş duygusu uyandırıyordu. Bunu çekip çıkarmaya davrandı, ama kolları kayışlarla bağlanmıştı. “Şaka yaptım, burası cehennem değil,” diye devam etti ses. “Cehennemden de beter bir yer, gerçi oraya hiç gitmedim ama.

Villete’te bulunuyorsunuz.” Duyduğu acıya ve boğulma hissine karşın neler olduğunu hemen anladı Veronika. Kendini Öldürmeye çalışmış, ama biri gelip onu kurtarmıştı. Belki de rahibelerden biriydi bu kişi ya da bir arkadaşı habersiz uğramıştı, ısmarladığını unuttuğu bir şeyi getirmişlerdi belki de. Gerçek şu ki, ölmemişti, Villete’e getirilmişti. Büyük korku kaynağı olan, ünlü tımarhane Villete… Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1991 yılında açılmıştı. O sırada, eski Yugoslavya’nın barışçıl yollarla bölünebileceğini sanan (ne de olsa Slovenya on bir gün savaş görmüştü hepi topu) bir grup Avrupalı işadamı, masrafı fazla olduğu için terk edilmiş bir kışla binasında akıl hastaları için bir hastane açma izni almışlardı. Oysa çok geçmeden savaşlar başlamıştı: önce Hırvatistan’da. sonra Bosna’da. İşadamları telaşa kapıldılar. Yatırımın parası dünyanın dört bir yanına dağılmış kapitalistlerden gelmişti, çoğunun adını bile bilmiyorlardı; onun için karşı karşıya oturup, birkaç bahane sıralayıp, bir süre sabır göstermelerini söyleyecek bir durum yoktu. Sorunun çözümünü bir ruh sağlığı hastanesine hiç yakışmayacak bazı uygulamaları devreye sokmakta buldular. Böylece oldukça yumuşak bir komünizmden yeni çıkmış genç ülke için Villete, kapitalizmin en kötü yanlarının bir simgesi haline gelmişti: Hastaneye kabul edilmek için bol para yeterliydi. Ailenin herhangi bir üyesinden miras kavgası (ya da kişinin uygunsuz davranışları) yüzünden kurtulmak isteyen, büyük paralar vererek sorunlu çocuklarını ya da büyüklerini hastaneye kapatmaya kalkışan insanların sayısı hiç de az değildi. Daha başkaları, borçlarından kaçmak ya da normalde uzun hapis cezaları gerektirecek kimi davranışlarına gerekçe uydurmak amacıyla tımarhanede bir süre kalıp hiçbir ceza ödemeden ya da mahkeme karşısına çıkmadan çekip gidiyorlardı.

Villete, hiç kimsenin kaçıp kurtulamadığı bir yerdi. Gerçek deliler -mahkemece ya da başka hastaneden gönderilmiş olanlar yani- orada kendine deli süsü verenler ya da deli olmakla suçlananlarla birlikte bulunuyorlardı. Sonuç olarak kesin bir kargaşa hüküm sürüyor, gazeteler sık sık oradaki yolsuzluklardan, kötü davranışlardan söz eden yazılar yazıyorlardı – gerçi kimsenin orayı ziyaret etmesine izin verilmediğinden kimse olan biteni tam olarak bilmiyordu. Hükümet şikâyetleri araştırıyordu, ama kanıt bulunamıyordu: Hissedarlar. Slovenya‘nın yabancı yatırımcılara zorluklar çıkardığı söylentisini yayma tehdidinde bulunarak, işlerini yürütüyorlardı. İşleri de her geçen gün daha iyiye gidiyordu. “Birkaç ay önce teyzem kendini öldürdü,” diye devam etti kadın sesi.“Neredeyse sekiz yıldır odasından çıkmaya bile korkuyordu; tıkınıp duruyor, şişmanlıyor, sigara içiyor, yatıştırıcı ilaçlar alıp vaktinin çoğunu uyumakla geçiriyordu. İki kızı, kendisini seven bir kocası vardı oysa.” Veronika başını sesten yana çevirmeye çalıştı, ama başaramadı. “Onun canlanıp mücadeleye davrandığını bir kez gördüm, o da kocası bir sevgili bulduğunda. O zaman ortalığı ayağa kaldırdı, birkaç kilo zayıfladı, bir sürü bardak kırdı, haftalar boyu bütün mahallenin uykusunu haram etti bağırıp çağırmasıyla. Komik gelecek ama, bence yaşamının en mutlu dönemiydi o; bir şey için savaşını veriyordu, kendini canlı, yaşadığı zorluklara karşılık verecek güçte hissediyordu.” Veronika içinden,“Bütün bunların benimle ne ilgisi var?” diye geçirdi konuşmakta güçlük çektiği için. “Ben senin teyzen değilim, kocam da yok.

” “Sonunda kocası sevgilisini bıraktı,” dedi kadın, “teyzem de yavaş yavaş eski haline döndü. Bir gün bana telefon etti, hayatını değiştirmek istediğini, sigarayı bıraktığını söyledi. Aynı hafta, sigarayı bıraktığı için aldığı hapların sayısını artırdı ve herkese kendisini öldürmek istediğini açıkladı. Kimse inanmadı ona. Derken bir sabah benim telesekretere bir mesaj bırakmış havagazını açıp intihar etmiş. O mesajı kaç kez dinledim: Ömrümde sesini böylesine sakin, yazgısına böylesine boyun eğmiş duymamıştım. Ne mutlu ne de mutsuz olduğunu söylüyor, onun için sürdüremeyeceğim bu yaşamı diyordu.” Öyküyü anlatan kadına acıdı Veronika, teyzesinin ölümünü anlamak çabası içinde anlattığı belli oluyordu çünkü. Herkesin ne olursa olsun hayatta kalmak için savaşını verdiği bir dünyada, ölmeye karar verenleri anlamak kolay mı? Kimsenin kimseyi yargılayacak durumu yok. Her insan kendi bilir çektiği acının boyutlarını ya da yaşamında anlamın hepten yok olduğunu. Veronika bunu açıklamak istedi, ama boğazındaki tüp yüzünden boğulur gibi oldu, kadın onun yardımına koştu. Kayışlarla bağlanmış, orasından burasından tüpler çıkan, kendi iradesine, açıkça belirttiği ölme isteğine karşı korunmuş gövdesine doğru eğilen kadım gördü. Başını iki yana salladı, şu tüpleri çekip çıkarmaları, huzur içinde ölmesine izin vermeleri için gözleriyle yalvardı. “Altüst olmuş durumdasınız,” dedi kadın. “Yaptığınızdan pişman mısınız, yoksa hâlâ ölmek mi istiyorsunuz, bilmiyorum; beni ilgilendirmiyor.

Ben işimi yapmak zorundayım. Hasta, ajitasyon durumu gösterirse, kurallara göre ona yatıştırıcı iğne yapmam gerek.” Veronika boğuşmaktan vazgeçti, ama hemşire koluna iğneyi sokmuştu bile. Çok geçmeden, o tuhaf, düşsüz dünyaya daldı yeniden; hatırladığı tek şey biraz önce gördüğü kadının yüzüydü: yeşil gözler, kumral saçlar, uzak bir hava, birtakım şeyleri zorunlu olduğu için yapan, kuralları şu ya da bu biçimde hiç sorgulamayan insanların havası…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir