Selçuk Altun – Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir

Dünyanın en iyi yazarı kim? Çela ne-re-de-sin? Aramaya başlıyorum. Galib(a). Dünyanın en iyi yazarının adı ve yapıtları eski ev sahibim müteveffa O. Y.’nin, dostu emekli dansöz K.Ant’a emanet ettiği Edimekari sandıkta saklı. Çela (Raşel Kanetti), yaşamımdan çıkarmayı becerdikten sonra aklımdan çıkaramadığım eski sevgilim, kimbilir hangi önemli müzenin kuytu bir köşesinde Horowitz dinleyip, Louise Glück’ten şiirler okuyup hem kendinden hem de benden kaçmakta. Bay O. Y.’nin ölümünden sonra yaşamıma girip, Çela’nın apansız yaşamımdan çıkmasının tek sorumlusu Dayım demek zorunda olduğum anagram isimli (Halis Silah) kişidir. Dayım da (g)itti. Sonunda. Onun ölümünü beklemek üzere Pera Palas Oteli’nin Celal Bayar Süiti’ne yerleştim. Geçici karargahım olacak tarihi odaya çıkmak için titreyerek inmeye çabalayan antika asansörü beklerken, üniversite yıllarımda iki arkadaşımla birlikte bir hafta sonu bu müzeotelde kalmak istediğimde onun izin vermeyişini anımsadım. Yaşamı denge, anlam, çıkar ve hırs gibi dürtülerle kuşatılmış olan Dayım, Boğaz’da yalıda yaşayan yeğeninin aynı şehirdeki köhne bir otelde hafta sonu geçirmesini anlamlı bulamamıştı.


Özenerek tefriş edilmemiş, donuk renkli eşyaların sanki ayakta durmaya çalıştığı unutulmuş hastane hücresi kılıklı geniş odayı, yalnızlığımı tehdit etmeyecek gibi görünen dokusu nedeniyle küçük karelere bölünmüş yüksek penceresinin üst bölümünden, Haliç ötesindeki görkemli camilerin eteklerine sarılarak zamana direnen yığınla yığma binanın oluşturduğu silueti izledim. Gözlerim doyup pencerenin alt bölüm karelerinden bakma hakkını kullandıklarında, eski komünist ülke otomobillerinden sonra gördükleri en çirkin dizaynlı ve ilkel isimli yerli malı taksilerin ardı ardına Unkapanı Köprüsü yönüne doğru savrula savrula uzaklaştıklarını gördüler. Bavulları açma eyleminden önce giriş kapısına komşu duvarda iğreti bir çerçeve içine hapsolunmuş kısa mesajı deşifre etmeye çalıştım. Kolsuz bir insanın ayak parmaklarıyla ilk kez yazmak zorunda kalsa ortaya çıkabilecek çirkinlikteki el yazısı 1892 yılında açılan otelden daha yaşlı olup 1986 yılında 103 yaşında vefat eden ilk sivil cumhurbaşkanı Celal Bayar’a aitti. Şimdilik dost olmak arzusunda bulunduğum odayı anılarıyla dolduran Bayaı’ın sempati mesajını yazarken ne denli zorlandığını duyumsar gibiydim. İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan aldığım portatif müzik sistemini odanın diğer eşyalarına küsmüşçesine bir köşeye büzülmüş yazı masasının yanına kurduktan sonra, iki büyük bavulumu, kitap ve CD dolu valizimi yerleştirdim. İstanbul’da kalacağım süre içinde intihar etmiş yazar, şair ve ressamların yaşam ve özyaşamöykülerini okumaya devam edecektim. Lisedeki favori öğretmenim Steve Tobey’in intihar etmeden önce İstanbul günlerim için yaptığı liste: Vladimir Mayakovski, Mark Rothko, Hart Crane, Anne Sexton, Jerzy Kosinski, Reinaldo Arenas, Sergey Yesenin ve Arthur Koestler şiddetindeki isimlerden oluşuyordu. New York’taki yardımcım Aaron’ın bavuluma sıkıştırdığı ve içinde insan sesi yer almayan CD’ler: Pat Metheny, Richie Beirach, Mulgrew Miller, Charlie Haden, Terje Rypdal, Jan Garbarek, Charlie Parker ve Billie Evans’a aitti. Bir de yanımdan ayıramadığım emektar kasetim vardı. Ön yüzünde Karen Carpenter’ın, arka yüzünde Andy Williams’ın kaset bitene dek aynı şarkıyı söyledikleri; Solitaire. Dayım’ın Florence Nightingale Hastanesi yoğun bakım ünitesindeki yaşam savaşı sekiz gün sürdü. O ölene dek, gece Beyoğlu’na inmeden, ben odama sığındım. Önce emniyetini sonra tedirginliğini sürekli duyumsadığım “büyük gözaltı” olgusu beni yeniden rahatsız etmeye başlamıştı. Akşam yemeklerimi çoğu kez odamda, “Menemen veya sahanda yumurta”nın, “Turkish Omelette” diye çevrildiği oda servisi mönüsünden ısmarlardım.

Teknolojisi 1892’den beri yenilenmemiş bir matbaada basılmışçasına alçakgönüllü karton mönünün arkasında otelde kalan ünlüler sıralanmıştı. Elliyi aşkın devlet adamı, soylu, sanatçı ve yazardan oluşan listeyi incelerken, yirmiye yakın dilbilgisi, çeviri ve dizgi yanlışı saptadım. Üstelik Nobel ödülü aldıktan sonra otelde uzun süre kalmış şair Joseph Brodsky’nin ismi de atlanmıştı. Anıtsal otelimize katkım olur hevesiyle eksiklikleri not edip resepsiyona indiğimde, ilgisiz görevli tarafından nazikçe terslendim. Geceleri buzlu Absolut Kurant eşliğinde okudum. Yorulduğumda dönüşümlü olarak O. Y.’ye göre ülkenin en büyük şairi Oktay Rifat’ın son kitabı Koca Bir Yaz’ı İngilizce’ye ve Steve Tobey’e göre yüzyılın en önemli romanı, Vladimir Nabokov’dan Pale Fire’ı (Solgun Ateş) Türkçe’ye çevirmeye devam ettim. Yorulduğumda, Pale Fire’ın 999 mısradan oluşan şiir bölümünden ezbere pasajlar okudum, Haliç’in karanlığına gözlerimle batarak. Uyku hapları ve karabasanların izin verdiği sabahların erken saatlerinde İstiklal Caddesi’nin davetkar isimli yan sokaklarını keşfe çıktım. Gözden çıkarılmış bir arenaya binlerce gladyatör ayaklarından zincirlense, aç-susuz-çıplak-yalnız bırakılsa da kahramanca direnmezler mi onlar? Alacakaranlığına yetişebildiğim sabahlarda gezdiğim sokaklardaki yaşlı binalardan bahsediyorum. Her birini ayrı zaman tünelinden geçirerek deşifre etmeye çabaladığım yitik sokakların birinde, yorgun masalarından yeşil çuha örtülerin henüz iptal edilmediği bir sabahçı kıraathanesine rastladım. En az kendileri kadar hüzünlü suratımı görünce yadırgamadılar beni masalarından ender kalkan müşteriler. Artık yıkansa da temizlenemez kıvamındaki renksiz minik bardaklardan demli çaylar içtim. Müşterilerin yalnızca gözleriyle konuştuğu, sabahın umutsuz sessizliğini çay kaşıkları şıngırtılarının bozabildiği dingin ortamda, Cumhuriyet gazetesi okudum doyasıya.

Koyu çayların iştahımı kapatamadığı sabahlar klostrofobik ve rutubet aromalı büfelerde mola verdim. Asık suratlı, yarı temiz ve kavruk gençlerin özensizce hazırladıkları ve afiyet olsun demedikleri sucuklu tostları zevkle yedim ılık meyve sulan eşliğinde. Her gün öğlene doğru, Dayım’ın iflas etmiş bir tanıdığından taksitle satın aldığı, ölümsüz gri Jaguar Sovereign otel kapısında zorunlu hastane ziyaretleri için hazır olurdu. İlk sabah, otomobilde yanıma kurulma hazırlıkları içindeki, Dayım’ın avukatlık ile pezevenklik uç noktaları arasındaki yelpazesinin baş-işbitiricisi, çizgi roman karakteri Fred Çakmaktaş’ın bıyıklı tipi Zeki Ekiz’i ön koltukta oturması için uyardım. Şoför Mete Etem, Todor Jivkov’un provokasyonlarının gönülsüz sürgünlerindendi, iki yıllık evliyken karısıyla Şumnu’dan kaçıp Güngören’deki akrabalarına sığınmışlardı. Mete’nin panik içinde iş arama çabalarının sonucunu beklemeden eşinin minik kızıyla birlikte geri döndüğünü duymuştum. Mavi gözlü, sarı benizli, çalışkan, soru sorulmazsa konuşmayan bu insana, hüzünlü yüzü için de sempatim vardı. “Günaydın” sözcüğüyle geçiştirilen selamlaşmanın dışında, sekiz gün boyunca, gerekmediği sürece onlarla hiç konuşmadım. Üç yıl önce her şeyimle Dayım’ın dünyasından koptuğumu düşünürken de yanılmışım. Latif Demirci’nin toplu karikatür kitabı Mithat & Mirsat ve Edip Akbayram’ın bir CD’si, unuttuğum yerde, otomobildeki koltuğumun önündeki cepli filede sabırla bana katılmayı bekliyorlardı. Üç yıl önce yörüngesinden, iki yıl önce İstanbul’dan kaçarak Dayım’ın büyük gözaltından kurtulduğumu sanmıştım. Sıkıntısız geçmeye aday bir Ağustos gecesiydi, izine Türkiye’den kimselerin ulaşamayacağına emin olduğum New York’taki evimde Aaron’la, Nicholas Payton dinleyip, yaşayan en önemli ressamlardan Balthus’un (doğumu 1908) Drawings başlıklı resim kitabını karıştırıyorduk. İkinci Absolut Kurant şişesini açarken telefon inatla çaldı. İstanbul’dan arayan Zeki Ekiz, Dayım’ın ciddi bir trafik kazası geçirdiğini ve hastaneye kaldırıldığını bildiriyordu. Umursamazlığıma hazırlıklı, ivedilikle gitmezsem Dayım’ın tek varisi olma konumunu yitirebileceğimi vurgulayarak telefonu kapattı.

Ertesi gün ilk uçakla İstanbul’a hareket ettim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir