Ken MacLeod – Gece Oturumları

“Bilimkurgu,” dedi robot, “gerçeğe dönüştü!” John Richard Campbell rahatsız, yarım yamalak uykusundan uyandırılmasına klişe lafa kızdığı kadar kızarak homurdandı. Döndü, battaniyesini yüzünden çekti, kulaklığını düzeltti ve doğruldu. Koltuğunu dikey konuma getirirken pek az yolcunun kımıldandığı dikkatini çekti. Çoğunluk hâlâ uyuyordu ve uyumayanlar bomboş bakışlarla kulaklıklarında çalanları dinliyordu. Campbell’ın ekvatora yaklaşırken uyandırılmayı talep etmesinin nedeni, pencere yanı koltuğu seçmesininkiyle aynıydı: Pasifik Uzay Asansörü’nü görme fırsatını kaçırmak istememişti. Atlantik’teki karşıtıyla —ya da rakibiyle— birlikte asansör, insan elinden çıkma yapıların muhtemelen en etkileyicisi ve kesinlikle en büyüğüydü. Bir defasında yeni Babil Kulesi diye aşağılamıştı Campbell ya, kendi gözleriyle görmesi şarttı. “Asansör şu anda sağ tarafımızda görülebilmektedir,” diye mırıldandı robotun sesi kulaklığında. “Sol taraftaki yolcularımız ise birkaç dakika sonra, girilmez bölgeden kaçınma amaçlı hafif dönüşümüzü yaptığımızda görebilecekler.” Campbell yanağını cama, çenesini omzuna dayadı ve soluk kabin ışıklarının yansımasını engellemek adına sol elini şakağına siper ederek ileri, sancak tarafına baktı. Aşağıdaki karanlıkta dönerek yükselen minik parıltılar gördü. Sarmalın tepesinden aşağı, kısaymış gibi görünen bir mesafe boyunca dimdik, parlak bir hat iniyordu. Campbell dikkatle hattı izleyerek sarmalın hemen üzerinde, hava aracının görüş alanının tam sınırında kalan minnacık parlak ışıklar kümesini buldu. Kümenin dikey hareketini, uçağın burnu yavaşça dönüşe başlarken son anda görebildi. Uçak yan yatarken Campbell var gücüyle cama yaslandı.


“Artık görmezsiniz,” dedi robotun sesi, “ancak daha yukarı, göğe doğru bakarsanız asansörü uzayda görme şansınız var. Bu açıdan beklediğinizden daha kısa bir hat gibi ama yıldız kadar parlak görünecektir.” Öyleydi. Campbell karanlık gökteki incecik çatlağa görüş alanından çıkana dek baktı. Hattın ta ucuna yakın bir yerlerde ufacık, ipinden düşmeye hazırlanan tek bir tespih tanesini andıran bir parıltı gördüğünü sandı ama emin olamadı: 35.786 kilometre (eksi uçağın uçtuğu 12 kilometrelik yükseklik) uzağındaki Jeo-İstasyon mini minnacıktı ve hattının diğer ucundaki devasa karşı-ağırlık parçası bile zor bela görünüyordu. Campbell ardına yaslandı. Manzara görmeye değerdi, evet ama uçuş müdavimlerinin neden zahmet edip uyanarak bakmadıklarını anlayabiliyordu. Koridorun kokpit tarafındaki kabin görevlisi robot sabit bakışlarını sol taraftaki pencerelere çevirmişti ve boyunlarını uzatarak manzarayı görmeye çalışanların kulaklıklarına kuşkusuz aynı sözleri mırıldanıyordu. Campbell o taraftaki yolcuların manzarayı daha iyi gördüklerini tahmin etti. Dönüşte diğer taraftan yer almaya karar verdi; dönüş yolunun uçuş koridoru asansörün batısından geçiyordu. Pencereye döndü ve gözlerini karanlığa alıştırmaya koyuldu. Görüş şartları hiç iyi değildi ama en parlak yıldızlar seçilebiliyordu. Birkaç dakika seyrettikten sonra parlak portakal rengi ışıklarıyla yanan bir göktaşı gördü. Ardından bir tane daha… Her görüşünde duyduğu ses kendi soluğuydu ama göktaşları öyle yakın gözüküyorlardı ki geçişlerinin uğultusunu duyduğunu sandı.

Duruşu bir süre sonra rahatsız geldi. Robot anlatım kanalını kapadı, koltuğunu becerebildiğince yatırdı, battaniyesini kafasına kadar çekti ve uyumaya çalıştı. Uyuyamayacağından emindi ya, gözlerini tekrar açtığında battaniyesinin dizlerine düştüğünü ve pencereden ışığın girdiğini gördü. Şafak, Hindu resimlerinin arka planları misali limoniden yosun yeşiline kadar türlü renkle doluydu ve izleyen on dakika boyunca yavaşça masmavileşti. Bir daha içi geçti Campbell’ın. Kabin sinyali çınladı. Robot kanalı tekrar devreye girdi. Önündeki koltuğun sırt ekranı açılarak uçağın ABD Batı sahillerine yaklaştığını ve yerel saatin öğleden sonra ikiye geldiğini gösterdi. Camdan bakan Campbell, lacivert denizde göktaşlarının izleri misali uzanan bembeyaz hatları, yıpranmış çatıların tepelerini andıran dalga başlarını gördü. Bacakları ağrıyordu. Kalktı, yanındaki iki yolcuyu özür dileyerek aştı ve uçağın orta bölümündeki tuvalete gitti. Geri döndüğünde robot servis arabaları iki sıra ötesindeydi. Yerine oturdu. Servis arabası durdu. Robotun mercek gözlere ve gülümseme şekli verilmiş ızgaralı bir ağza sahip oval bir kafası, aşağı yukarı dişi oranlarla biçimlendirilmiş bir gövdesi ve belinden aşağı genişleyerek uzun etek havası veren konik bir alt kısmı vardı.

“Şekersiz ve sade, lütfen,” dedi Campbell. Makinenin kolu, gövdesinde hiçbir öne eğilme göstermeden uzadı ve Campbell’a üzerinde kahve, kivi suyu ve bir tane tahıl gofreti bulunan ufak tepsiyi verdi. “Teşekkürler.” “Rica ederim,” dedi robot. Yanında oturan orta yaşlı hanım ise kahvaltısını, “Sütlü, iki şekerli,” dışında herhangi bir şey demeden aldı. Robot uzaklaşırken, “Lütfen veya teşekkürler gibi şeyler söylemenize gerek yok,” dedi kadın. “Para otomatlarından daha akıllı değil bu robotlar.” Campbell gofretini açarak kadına gülümsedi. “Otomatlara da teşekkür ediyorum ben.” Uçak Los Angeles’ı aşarken Campbell robot kanalını tekrar açtı. Gözlerini manzaradan alamıyordu. Kapkara düzlükler, gri, kurdelemsi yollar, eskiden sokakların bulunduğu yerlerdeki soluk hatlar… “…Hıristiyan güçler burada on kilotonluk bir nükleer savaş başlığıyla karşılık verdiler…” Campbell kızgınlıkla kanalı kapadı ve arkasına yaslandı. Yanında oturan ve manzarayı görmek için öne eğilen kadın sinirlendiğini fark etmişti. “Ne oldu?” dedi. Yüzünü ekşitti Campbell.

“İsyancılara ‘Hıristiyan Güçler’ diyorlar. Hükümet tarafında da aynı miktarda Hıristiyan vardı.” Özür dilercesine gülümseyerek kafa salladı. “Takılıyorum bazen böyle şeylere.” “Öyle ama Yeni Zelanda’da bize bela açanlar hükümet tarafı değildi,” dedi kadın. Peçetesini katlayarak bembeyaz, iri dişleri arasına sıkışmış bir ayçiçeği kırıntısıyla uğraşmaya başladı. “Kökü kuruyasıca Hıristiyanlardı.” “Ben de o kö… Köktenci bir Hıristiyan’ım ben,” dedi Campbell sertçe. “Kendi aptallığın, delikanlı,” dedi kadın. Dilini dişlerinde gezdirdi, emme sesi çıkardı ve yutkundu. “Senin yaşındayken ben de kiliseye giderdim. Ufacık, çok hoş bir kilisemiz vardı. Ahşap oymalar, vesaire. Marae 1 gibiydi hatta. Sonra Amerikan Hıristiyanları geldi ve Maori 2 işi kilisemiz yüzünden kâfirsiniz diye bağırıp çağırmaya başladılar.

O zaman hepinizin canı cehenneme dedim. Gittim, en yakın kaori ağacını buldum, atalarımla konuştum ve bir daha asla arkama bakmadım.” “Üzüldüm doğrusu,” dedi Campbell. “Bahsettiğiniz Amerikalı sürgünlerin çoğu gerçek Hıristiyan değildir. Hatta olanların da bazıları zorbadır. Yani başınıza geleni onaylamam mümkün değil elbette.” “Sağ olasın!” Alaycıydı kadının tonu. “Peki, ‘gerçek’ Hıristiyanlar ne yaparlardı diyorsun?” “E,” dedi Campbell, “her şeyden önce size İncil’i anlatırlardı ve kilise dekorasyonu konusunu ancak siz veya sizden birilerinin cidden ve içtenlikle İsa’ya ve tabii havarisel kilise idaresine imana hazır olduğunu kesinkes gördükten sonra açarlardı.” “İsa aşkına!” dedi kadın küfreder bir vurguyla. “Yani diyorsun ki siz de aynısını yapardınız ama daha diplomatça davranırdınız.” Campbell gerginliği azaltmak adına gülümsedi. “Bana diplomat diyen pek çıkmaz.” “Orası belli. Peki, geçelim onu: Ne iş yapıyorsun sen?” “Robotik mühendisiyim,” dedi Campbell. “Oğlum onun okulunda,” dedi kadın biraz daha sıcak bir vurguyla.

“Nerede çalışıyorsun peki?” “Waimangu Bilim Parkı.” “Demek öyle,” dedi kadın kafa sallayarak. Sesi yine düşmanlaşmıştı. “Kökü kuruyasıca Yanki sürgünlerin en bozulduğum taraflarından biri, yaradılışçı zırvalarıyla Yeni Zelanda’mın doğal güzelliklerinin içine etmeleri zaten.” Sert bir bakış attı Campbell’a. “Robotik mühendisisin demek. Herhalde animatronik Âdem ile Havva’yla, dinozorlarla ve diğer tüm zırvanın bakımıyla falan uğraşıyorsundur.” Kadın konuşurken elindeki boş kahve bardağını, göründüğü kadarıyla refleks kabilinden buruşturarak yere fırlatmıştı. Campbell kadının öfkesi karşısında irkildi. “Canlandırmalar doğaya düşündüğünüz kadar müdahale etmiyorlar,” dedi. “Hepi topu birkaç animatronik ile bir avuç robot. Gösterilerin çoğu, ziyaretçilerin gözlüklerine indirebilecekleri sanal görüntülerden ibaret.” Kadın dudaklarını büzdü, kafa salladı, döndü ve gözlüğünü taktı. Campbell omuz silkerek pencereden dışarı bakmaya başladı. Öğlen güneşi yüksek platoları, kayalıkları ve dev hendekleri aydınlatıyordu.

Çok geçmeden muazzam manzara ortaya çıktı. Campbell yanındaki kadının yine eğildiğini fark edince daha iyi görebilmesi için biraz geri çekildi. Kadın, gözlükleri alnında, Büyük Kanyon gözden yitene dek seyre devam etti. “Waimangu’ya benzemiyor pek,” dedi. Campbell suç ortaklarına has sırıtışını fark ederek, “Haklısınız,” dedi. “Tufan jeolojisine inanmam ben.” “Neye inanırsın peki?” “İncil’e,” dedi Campbell. “Ki o da Yaradılış ve Tufan’a ve bu olayların gerçekleşme tarihlerine inanıyorum demek. Kanıt aramak küstahlık geliyor bana. Tanrı’nın sözü yetmeli.” “Yani sana göre fosiller Tufan’dan kalma, öyle mi?” “Hayır.” “E, nasıl açıklıyorsun fosilleri o zaman?” “Açıklamam gerekmiyor,” dedi Campbell. “Ama hayvanların kalıntıları olduklarını söylemek haddini bilmezliğe giriyor bence. Kayalarda bulduklarımız kemik şeklinde taşlardan ibaret.” Kadın şaşkınca gülümseyerek baktı.

“Ayrıca tüy şeklinde, deri şeklinde, ayak izi şeklinde taşlar mı var yani?” “Dediğiniz gibi; taş hepsi.” “Tanrı onları imanımızı sınamak için mi bıraktı diyorsun?” “Yo, hayır! Öyle bir şey diyemeyiz. İnsanlar bu taşların kalıntı olduklarına inanmaya başlamadan önce yaratılmış taş biçimleri olduklarına inanıyorlardı. İmanlarını hiçbir şekilde sarsmıyordu bu durum.” Kadın dehşete kapılmışçasına elini alnında şaklattı. “Peki, milyonlarca ışık yılı mesafedeki yıldızları nasıl açıklıyorsun?” “Milyonlarca ışık yılı mesafede bulunduklarını nasıl bilebiliyorsunuz?” “Paralaks 3 ölçümüyle,” dedi kadın. “Güzel,” dedi Campbell. “Çoğu kişi bunu bilmez; sadece öyle söylendiği için inanır. Ama astronomların yıldız paralakslarını ölçerken esasen ölçtükleri, ışık ışınları arasındaki açılardır. Bunun ardından bu ışınların Güneş gibi kütlelerden geldiklerini varsayarlar ki aslında ellerinde bunu gösterecek hiçbir delil yoktur.” “Ama var! Yıldızların bileşimlerini gösteren tayf-ölçerler var bir kere!” “Işık ışını ölçüyorlar, evet.” “Uzay teleskoplarımız var; gezegenleri hatta Dünya ebadındaki gezegenlerdeki bulutları ve kıtaları bile görebiliyoruz. Şu formasyonda uçan sondalarla… Neydi adı?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir