Robert Charles Wilson – Darwinya

Guilford Law, Dünya’nın değiştiği gece on dördüne bastı. Tarihin dönüm noktası, olacağı olmuştan ayıran geceydi ama bunların hepsinden önce onun yaş günüydü sadece. Kış gölleri kadar derin, soğuk ve bulutsuz bir gök altındaki, mart ayının bir cumartesi günüydü. Bütün öğleden sonrayı abisiyle çember çevirerek ve dondurucu havaya buğulu nefesler üfleyerek geçirdi. Akşam olduğunda annesi, Guilford’ın en sevdiği yemeği, domuz etli fasulyeyi hazırlamıştı. Güveç, gün boyunca fırında usul usul pişmiş ve mutfağı tatlı bir zencefil ve şurup kokusuyla doldurmuştu. Bir de yaş günü armağanı vardı: içine resimler çizebileceği ciltli, boş bir defter. Ve gemici mavisi, büyük beden yeni bir süveter. Guilford 1898 yılında, neredeyse yeni yüzyılla birlikte doğmuştu. Üç kardeşin en küçüğüydü. Guilford, anne ve babasının hâlâ “yeni yüzyıl” dedikleri şeye hem erkek hem de kız kardeşinden daha fazla aitti. Bu onun için yeni bir şey değildi. Hayatının neredeyse tamamını onun içinde geçirmişti. Elektriğin nasıl işlediğini biliyordu. Radyodan bile anlıyordu.


Tozlu, gaz lambalı ve naftalinli geçmişi içten içe hor gören bir yirminci yüzyıl insanıydı o. Cebinde parasının olduğu ender zamanlarda, Modern Elektriğin son sayısını satın alır ve sayfaları dağılıncaya dek okurdu. Aile, orta halli bir Boston evinde yaşıyordu. Babası şehirde dizgicilik yapmaktaydı. Üst katta, tavan arası merdiveninin bitişiğindeki odada kalaıı büyükbabası; İç Savaş’ta, 13. Massachusetts Bölüğü’nde savaşmıştı. Guilford’ın annesi yemek pişirir, evi temizler, bütçeyi denkleştirir ve ufacık arka bahçelerinde domates ile çalı fasulyesi yetiştirirdi. Abisi, herkesin dediğine göre, bir gün bir doktor ya da avukat olacaktı. Ablası sıska ve sessizdi, ayrıca babasının hiç tasvip etmediği Robert Chambers romanları okurdu. Gökyüzü yangın yeri gibi aydınlandığında Guilford’ın yatma vakti çoktan gelip geçmişti ama onun uyanık kalmasına ya genel hoşgörü havasından ya da sırf biraz daha büyüdüğü için izin verilmişti. Abisi ev ahalisini pencereye çağırdığında, Guilford ne olup bittiğini anlamamış ve büyükbabası dâhil herkes durup gökyüzüne bakmak için mutfak kapısından dışarı üşüştüklerinde bütün bu heyecanın onun yaş günüyle bir şekilde ilintili olduğunu sanmıştı. Bunun yanlış bir fikir olduğunu biliyordu ama ne de güzel olurdu. Onun yaş günüydü. Evinin üzeri gökkuşağının ışıklarıyla kaplıydı. Gökyüzünün doğusu tutuşmuştu sanki.

Belki bir şeyler yanıyordur, diye düşündü. Denizde, uzaklarda… “Kuzey ışıkları gibi,” diye fısıldadı annesi, tereddütlü bir sesle. Hafif rüzgârdaki bir perde gibi parıldayan bir kuzey ışığıydı bu ve beyaz renkli çitle kış kahverengisi bahçenin üzerine belirsiz gölgeler düşürüyordu. Bir an şişe camı gibi yeşile çalan, bir an akşam denizi gibi mavileşen büyük ışık duvarı hiç ses çıkarmıyordu. Tıpkı iki yıl önce Halley Kuyrukluyıldızının olduğu gibi sessizdi. Annesi de kuyrukluyıldızı düşünüyor olmalıydı, çünkü o zaman ne dediyse yine aynısını demişti: “Dünyanın sonu geldi sanki…” Bunu niçin demişti? Niçin ellerini büküp gözlerine siper yapmıştı? Aslında durumdan çok memnun olan Guilford, Dünya’nın sonunun geldiğini hiç sanmıyordu. Kalbi bir saat gibi atıyor ve gizlice zaman tutuyordu. Bir şeylerin başlangıcıydı belki de. Bir dünya sona ermiyor, yeni bir dünya başlıyordu. Yeni bir yüzyıl gibi, diye düşündü. Guilford, yeni olan şeylerden korkmuyordu. Gökyüzü onu korkutmamıştı. Bilime inanıyordu; dergilere göre bilim doğanın tüm gizemlerini açıklıyor, sabırlı ve inatçı sorularla insanlığın kadim cehaletini yıkıyordu. Guilford, bilimin ne olduğunu bildiğini sanıyordu. Meraktan öte bir şey değildi… alçakgönüllülükle kuvvetlendirilen, sabırla disipline edilen.

Bilim bakmak demekti… özel bir tarzda bakmak. Özellikle de anlamadığınız şeylere dikkatle bakmak. Söz gelimi yıldızlara bakmak ve onlardan korkmamak, onlara tapmamak, sadece sorular sormak, bir sonraki ve onun ardındaki sorulara açılacak kapıların anahtarlanı bulmak. Diğerleri birbirlerine sokulmak için salona kaçarken, Guilford kırık dökük arka merdivenlere korkusuzca oturdu. Bir an için de olsa, sıcacık yeni süveterinin içinde, nefesinin buharı gökyüzünün soluksuz ışıltısında kıvrılarak yükselirken, mutluluk içinde yapayalnızdı. Sonra, akıbeti izleyen aylar, yıllar ve yüzyıllar boyunca, sayısız benzetmeler yapılacaktı. Tufanla, kıyametle, dinozorların yok oluşuyla ilgili… Ama doğrudan bu olayın ve arda kalan insanlar üzerindeki etkisinin ne eşi olmuştu ne de benzeri. Astronom Giovanni Schiaparelli, 1877 yılında, Mars kanallarının haritasını çıkarmıştı. Bunu izleyen onlarca yıl boyunca onun haritaları kopyalanmış, arıtılmış ve daha iyi mercekler, kanalların bir yanılsama olduğunu ortaya koyuncaya dek doğru oldukları varsayılmıştı… Tabii o zamandan beri Mars’ın kendisi değişmemişse, ki Dünya’ya olanların ışığında bu hiç de düşünülemeyecek bir şey değildi. Belki bir şey, Güneş Sistemi’nin içinde nefesimizin uçurduğu bir iplik parçası gibi dolaşmıştı, kısa süren ama aklın alamayacağı kadar muazzam bir şey dış gezegenlerin soğuk dünyalarına dokunmuş; kayanın, buzun, donmuş yerkabuğunun, ölü coğrafyaların içinden gelip geçmişti. Dokunduğunu değiştiriyor, Dünya’ya doğru ilerliyordu. Gökyüzü, belirti ve alametlerle dolmuştu: 1907 yılında Tunguska’daki ateştopu, 1910’da Halley Kuyrukluyıldızı. Guilford Law’un annesi gibi kimileri bunun Dünya’nın sonu olduğunu düşünmüşlerdi. Daha o zamandan. Gökyüzü o mart gecesinde, kuzeydoğu Atlantik Okyanusu üzerinde, kuyrukluyıldızın geldiği günlerde olduğundan çok daha parlaktı.

Ufuk, saatler boyunca mavi ve menekşe renkli bir ışıkla yanmıştı. Tanıklar, ışığın bir duvara benzediğini söylemişti. Zirveden aşağı dökülmüştü. Suları ikiye bölmüştü. Hartum’dan (ama kuzey ufkunda) ve Tokyo’dan (batıda, belli belirsiz) görülebiliyordu. Hafifçe dalgalanmakta olan ışık; Berlin, Paris, Londra ve Avrupa’nın bütün başkentlerinde gökyüzünün tamamını sarmıştı. Bu soğuk kristalin altında yüz binlerce uykusuz izleyici doldurmuştu caddeleri. Gece yansına on dört dakika kalıncaya dek New York habere boğulmuştu. Doğu saatiyle 11.46’da, transatlantik kablo ansızın kopmuş ve açıklanamaz biçimde susmuştu. Olağanüstü gemilerin çağıydı; Büyük Beyaz Filo, Cunard ile Teutonic ve Maurutania gibi imparatorluğun canavarlarının da içinde olduğu White Star transatlantikleri. Aynı zamanda Marconi telsizinin de çağıydı. Atlantik kablosunun sessizliği bir yığın basit felaketlerle açıklanabilirdi. Avrupa’daki telsiz istasyonlarının suskunluğu ise çok daha kaygı vericiydi. Telsizciler, Kuzey Atlantik’in soğuk, durgun sularından öteye iletiler ve sorular gönderdiler.

Ne bir CQD vardı, ne de yeni imdat işareti SOS. Batmakta olan bir geminin dramı yaşanmıyordu, ama belirli tekneler, White Star’ın Olympic’i ve Hamburg-American’ın Kronprinzzessirı Cecilie’i, gizemli biçimde sessizdiler… İkisi de birkaç dakika önce bir düzine milletten zengin insanların, kış denizinin karanlık sularından heybetle yansıyan bu sıradışı olayları izleyebilmek için buzlu korkuluklarına yaslandıktan amiral gemileriydi. Gökyüzündeki görkemli ve açıklanamaz ışıklar, günün ağarmaya başlamasından hemen önce ansızın kaybolup, ufuktan alevli bir orak gibi çekildiler. Güneş, büyük daire rotasının üzerindeki huzursuz gökyüzüne yükseldi. Deniz dalgalı, rüzgâr hırçındı ve günün ilerleyen saatlerinde şiddetleri daha da arttı. Sıfır boylamının yaklaşık olarak 15 derece batısı ile ekvatorun 40 derece kuzeyinin ötesinde ise sessizlik kesintisiz ve mutlak kaldı. New York telgraf işletmesinin şimdiden “Gizem Duvarı” diye adlandırmaya başladığı hattı ilk geçen, White Star’ın New York’tan hareketle Queenstown ve Liverpool’a gidecek olan eskimeye başlamış yolcu gemisi Oregon olmuştu. Geminin Amerikalı kaptanı Tnmon Davies, nelerin dönmekte olduğunu diğerlerinden daha iyi kavramasa da, durumun aciliyetini anlamıştı. Marconi sistemine hiç mi hiç güvenmiyordu. Oregon’un haberleşmesi, menzili yüz mili zar zor bulan, hantal bir telsiz telgrafla sağlanıyordu. Mesajlar birbirine karışabilirdi; felaket söylentileri genelli liklc abartılırdı. Ama o, 1906 yılında San Fransisco’daydı, Market Caddesi boyunca, alevlerin hemen önünde koşmuştu ve eğer fırsatını bulursa, doğanın ne tür hınzırlıklar yapacağını pekâlâ biliyordu. Önceki gece yaşanılan olaylar boyunca uyumuştu. Yolcuların gökyüzüne ağızları açık bakarak uykusuz kalmalarım umursamaz, kamarasındaki yatağının huzur veren rahatlığını tercih ederdi. Davies, şafaktan hemen önce asabı bozuk bir telsizci tarafından kaldırıldıktan sonra Marconi trafiğini gözden geçirdi, sonra başmühendise kazanları canlandırmasını, başkamarota da herkes için sıcak kahve hazırlatmasını emretti.

Hem Olympic hem de Kronprizzessen Cecilie, Oregoriun sadece birkaç saat doğusundaydı. Eğer gerçekten bir CQD varsa gemiyi buna göre hazırlamasını ikinci kaptandan isteyecekti; o zamana kadar… Eh, tetikte olmakta fayda vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir