Oscar Wilde – De Profundis

Wilde’ı, ancak hayatının son yıllarında tanımış olanlar, hapisten zayıflamış ve çökmüş olarak çıkan bir Wilde’a bakarak, hapisten önceki dâhi Wilde’ı hayal edemezler. Kendisiyle ilk karşılaşmamız, 1891 yılında oldu. Wilde o sıralarda Thackeray’in, “büyük adamların başlıca yeteneği” diye tanımladığı şeye, sükseye s “ Narkissos öldüğünde kır çiçekleri çok üzülmüş, onun ardından ağlayabilmek için nehirden su damlaları istemişler. ‘Ah!’ demiş nehir, ‘her damlam gözyaşı olsa Narkissos’un ardından ağlamama yetmez; ben ona âşıktım!’ ‘Ah!’ demiş kır çiçekleri de, ‘Nasıl âşık olunmaz Narkissos’a. Öyle güzeldi ki!’ ‘Güzel miydi?’ diye sormuş nehir. ‘Senden iyi kim bilebilir? Her gün üzerine eğilip senin sularında kendi güzelliğini seyrederdi uzun uzun…’” Wilde bir an durdu… “Nehir cevap vermiş: ‘Ben ona âşıktım; çünkü sularıma eğildiğinde, onun gözlerinde sularımın yansımasını görürdüm.’” Sonra Wilde, tuhaf bir kahkahayla kasılarak ekledi: “Bu öykünün adı, ‘Mürit’.” Evinin kapısının önüne varmıştık, ondan ayrıldık. Benimle yeniden görüşme isteğini belirtti. O yıl ve ondan sonraki yıl boyunca onu sık sık, her yerde gördüm. Dediğim gibi Wilde, başkalarının karşısına bir tören maskesiyle çıkardı; şaşırtmak, eğlendirmek, bazen kızdırmak üzere. Hiçbir zaman karşısındakini dinlemez, düşünce kendi düşüncesi olmadığı sürece onu hiç ilgilendirmezdi. Tek başına parlamadığı an, kendini gözden silerdi. O zaman ancak onunla baş başa kalınca yeniden ortaya çıkardı. Baş başa kaldığı an hemen söze başlardı: “Dünden beri neler yaptınız?” O sıralar benim yaşamım inişsiz çıkışsız olduğu için, anlatacaklarımın hiçbir ilginç yanı yoktu.


Sıradan birkaç olay sayardım, Wilde’ın alnı kırışırdı. “Gerçekten bunlar mı yaptıklarınız?” “Evet.” “Doğru söylüyorsunuz, değil mi?” “Evet, tabii.” “Peki o zaman niye anlatıyorsunuz? Hiç ilginç değil ki. Bakın, iki dünya vardır: Sözü edilmeden var olan dünyaya gerçek dünya denir; çünkü bu dünyayı görmek için sözünü etmeye hiç gerek yoktur. Öteki ise sanat dünyasıdır, bu dünyadan söz etmek gerekir; çünkü ancak sözü edildiğinde var olur. Adamın biri, öykü anlattığı için köyünde çok sevilirmiş. Her sabah köyden ayrılır, akşam döndüğünde de, bütün gün çalışıp yorulmuş olan köylüler çevresine toplanıp sorarlarmış: ‘Neler gördün bugün? Hadi anlat.’ Anlatırmış o da: ‘Ormanda flüt çalan bir Pan gördüm, çevresinde küçük periler halka olmuş dans ediyordu.’ ‘Başka ne gördün? Anlat,’ dermiş köylüler. Anlatırmış: ‘Deniz kıyısına vardığımda, dalgaların üzerinde üç denizkızı gördüm; altın bir tarakla yemyeşil saçlarını tarıyorlardı.’ Köylüler bu öyküleri anlattığı için seviyorlarmış onu. Bir sabah her zamanki gibi köyden ayrılmış. Deniz kıyısına geldiğinde bir de bakmış ki, dalgaların üzerinde üç denizkızı altın bir tarakla yeşil saçlarını tarıyor. Gezintisini sürdürmüş; ormana yaklaştığında, flüt çalan bir Pan ve halka olup dans eden periler görmüş… O akşam köyüne döndüğünde, köylüler her akşamki gibi, ‘Neler gördün? Hadi anlat,’ deyince, ‘Hiçbir şey görmedim,’ demiş.

” Wilde bir süre durur, öykünün etkisi üzerime sinsin diye bekler, sonra yeniden başlardı: “Dudaklarınız hoşuma gitmiyor; hiç yalan söylememiş birinin dudakları gibi dümdüz. Size yalan söylemeyi öğreteceğim, dudaklarınız antik masklarda olduğu gibi güzel ve kıvrımlı olacak. Sanat yapıtını sanat yapıtı, doğa yapıtını da doğa yapıtı yapan nedir, biliyor musunuz? Aralarındaki fark nereden gelir? Aslına bakarsanız, nergis çiçeği bir sanat yapıtı kadar güzeldir; aralarındaki fark güzellik olamaz. Nedir ikisini ayıran, bilir misiniz? Sanat yapıtı her zaman tektir. Kalıcı hiçbir şey yaratmayan doğa, yaptıklarının hiçbiri kaybolup gitmesin diye hep kendini yineler. Yığınla nergis çiçeği vardır; işte bu yüzden her birinin ömrü bir gündür. Doğa ne zaman yeni bir biçim icat etse hemen onu yineler. Deniz canavarı, başka bir denizde, kendisine benzer bir başka deniz canavarı yaşadığını bilir. Tanrı tarihte bir Neron, bir Borgia ya da bir Napoléon yarattığında, bir tanesini de kenara koyar; onu bilmeyiz, önemli değil; önemli olan, birinin başarılı olmasıdır; çünkü Tanrı, insanı; insan da sanat yapıtını yaratır. Evet, biliyorum … bir gün yeryüzünde büyük bir sarsılma oldu, sonunda doğa eşi olmayan bir şey, gerçekten tek olan bir şey yaratacakmış gibi ve Hazreti İsa dünyaya geldi. Evet, biliyorum… Ama dinleyin bakın: Arimatealı Aziz Yusuf, akşam vakti, Hazreti İsa’nın az önce can verdiği Golgota Tepesi’nden inerken, genç bir adamın beyaz bir taşın üzerine oturmuş ağlamakta olduğunu görmüş. Adama yaklaşmış, ‘Istırabını anlıyorum,’ demiş. ‘ O adam gerçekten doğru bir adamdı.’ Ama delikanlı şöyle yanıtlamış: ‘Ah! Ben ona ağlamıyorum. Ağlıyorum, çünkü ben de mucizeler yarattım! Ben de körlerin gözlerini açtım; felçlileri iyileştirdim, ölüleri dirilttim.

Ben de meyvesiz incir ağacını kuruttum, suyu şaraba çevirdim… Ama insanlar beni çarmıha germedi…’” Bana çok kez öyle gelirdi ki, Oscar Wilde temsil etmekle görevlendirildiğine inanmıştı. İncil, bir Pagan olan Wilde’ın kafasını meşgul eder, içini kemirir, İncil’i, mucizeleri yüzünden affedemezdi. Paganlıkta mucize, sanat yapıtıdır; Hıristiyanlık bu sınırı aşıyordu. Sanatta sağlam her gerçekdışı şey, hayatta inançlı bir gerçeklik gerektirir. En ustaca öyküleri, en düşündürücü hicivleri, bu iki ahlakı, yani Pagan natüralizmi ile Hıristiyan idealizmini karşılaştırmak ve Hıristiyan idealizmini anlamsızlaştırmak amacını taşırdı. “Hazreti İsa, Nasıra’ya dönmek istediğinde,” diye anlatırdı, “Nasıra o kadar değişmiş ki, kentini tanıyamamış. Onun yaşadığı Nasıra ağıtlarla ve gözyaşlarıyla doluymuş; oysa bu yeni kentte kahkahalar ve şarkılar varmış hep. Hazreti İsa kente girdiğinde çiçeklerle yüklü kölelerin beyaz mermerden bir evin mermer basamaklarına doğru koşuşturduğunu görmüş. Hazreti İsa eve girmiş, donuk akik rengi bir salonun dibinde, lal rengi örtülere uzanmış bir adam görmüş; dağınık saçları kırmızı güllerle iç içe, dudakları şaraptan kıpkırmızıymış. Hazreti İsa adama yaklaşmış, omzuna dokunup sormuş: ‘Niçin böyle yaşıyorsun?’ Adam dönmüş, Hazreti İsa’yı tanımış ve yanıtlamış: ‘Ben cüzamlıydım, beni iyileştirdin. Niçin başka türlü yaşayayım?’ Hazreti İsa o evden çıkmış. Sokakta, yüzü, elbiseleri boyalı, ayakları incilerle süslü bir kadın görmüş; kadının arkasında, iki renk giysili, gözleri arzuyla dolu bir erkek yürüyormuş. Hazreti İsa adama yaklaşmış, omzuna dokunup sormuş: ‘Neden bu kadını izliyor, öyle bakıyorsun ona?’ Adam dönmüş, Hazreti İsa’yı tanımış ve yanıtlamış: ‘ Ben kördüm, gözlerimi açtın. Gözlerimle başka ne yapabilirim ki?’ Bunun üzerine Hazreti İsa, kadına yaklaşmış; ‘Bu tuttuğun yol günah yoludur, niçin tuttun bu yolu?’ diye sormuş. Kadın Hazreti İsa’yı tanımış, gülerek yanıtlamış: ‘Tuttuğum yol keyifli; üstelik sen bütün günahlarımı affetmiştin.

’ O zaman Hazreti İsa’nın yüreği kederle dolmuş, bu kentten ayrılmak istemiş. Ama çıkarken, kenti çevreleyen hendeklerin dibinde, oturmuş ağlayan bir delikanlı görmüş. Hazreti İsa ona yaklaşıp kıvırcık saçlarına dokunmuş, ‘Dostum, niçin ağlıyorsun?’ diye sormuş. Lazar doğrulup bakmış, Hazreti İsa’yı tanımış ve yanıtlamış: ‘Ben ölüydüm, beni dirilttin. Yaşamımı başka ne yapayım isterdin?’” Bir başka gün de Wilde şöyle başladı söze: “Size bir sır vereyim mi?” Heredia’nın evindeydik, kalabalık salonun ortasında beni bir kenara çekmişti. “Bir sır … ama kimseye söylemeyeceğinize söz verin … Hazreti İsa niçin annesini sevmezdi, biliyor musunuz?” Bunu kulağıma, fısıltıyla, utanır gibi söyledi. Sonra kısa bir ara verdi, kolumu tuttu, arkaya çekildi ve bir kahkaha patlatarak birden, “Bakire olduğu için!” dedi. İzninizle son bir öykü daha aktaracağım, en tuhaf, aklı tökezletecek hikâyelerden biri; Wilde’ın yarattığı belli belirsiz çelişkiyi anlayabilen anlasın. “Sonra Tanrı’nın mahkemesinde büyük bir sessizlik olmuş. Günahkârın ruhu, çırılçıplak çıkmış Tanrı’nın karşısına. Tanrı, günahkârın yaşamının yazılı olduğu defteri açmış, ‘Yaşamının çok kötü olduğu kesin,’ demiş. ‘İşlediğin günahlar: (Dâhiyane, harika bir günah listesi sıraladı) 1 Bütün bunları yaptığına göre, seni kesinlikle Cehennem’e göndereceğim.’ ‘Cehennem’e gönderemezsin beni.’ ‘Niye gönderemezmişim Cehennem’e?’ ‘Çünkü hayatım boyunca orada yaşadım.’ Bunun üzerine Tanrı’nın mahkemesinde büyük bir sessizlik olmuş.

‘Ne yapalım! Cehennem’e gönderemediğime göre seni Cennet’e göndereceğim.’ ‘Cennet’e gönderemezsin beni.’ ‘Niçin gönderemeyeyim Cennet’e?’ ‘Çünkü onu hiç hayal edemedim.’ Ve Tanrı’nın mahkemesinde büyük bir sessizlik olmuş.” 2 Bir sabah, Wilde, okuyayım diye bir yazı uzattı bana; oldukça kaba bir eleştirmen, “düşüncesini allayıp pullamak üzere güzel masallar uydurmayı bildiği” için kutluyordu onu. “Sanıyorlar ki,” dedi Wilde, “bütün düşünceler çıplak doğar… Benim ancak masallarla düşünebildiğimi anlamıyorlar. Heykeltıraş düşüncesini mermere aktarmaya çalışmaz; doğrudan mermerle düşünür. Yalnızca tunçla düşünebilen bir adam varmış. Günün birinde bu adamın aklına bir fikir gelmiş; mutluluk, bir anlık mutluluk fikri. Bu düşüncesini anlatma gereği duymuş. Ama insanlar hepsini tükettiğinden, yeryüzünde hiç tunç yokmuş. Adam düşüncesini anlatmazsa delireceğini hissetmiş. Karısının mezarı üzerindeki bir tunç parçasını, karısının, hayatta sevdiği tek kadının mezarını süslemek için yaptığı bir heykeli düşünüyormuş; kederin, ömür boyu süren kederin heykeliymiş bu. Ve adam, düşüncesini anlatmazsa delireceğini hissetmiş. Bunun üzerine kederin, ömür boyu süren kederin heykelini alıp kırmış, eritmiş ve bu tunçla mutluluğun, bir anlık mutluluğun heykelini yapmış.

” Wilde, “sanatçının yazgısı” diye bir şeye inanır, düşüncenin insandan güçlü olduğunu düşünürdü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir