Susanna Tamaro – Yüreğimin Sesini Dinle

İlk işaret belki de ağacın kesilişiydi. Bana hiçbir şey söylememiştin, bunlar çocukları ilgilendiren konular değildi; böylece, bir kış sabahı, ben derin bir yabancılaşma içersinde, en küçük ortak çarpanın erdemlerini dinlerken, testere onun gövdesinin gümüşi beyazlığına saldırıyordu; ben teneffüste koridorlar boyunca ayaklarımı sürüklerken, onun canının kıymıkları kar taneleri gibi karıncaların başına yağıyordu. Bu korkunç durumla, okul dönüşümde yüz yüze geldim. Çimenlerin ortasında, ceviz ağacının yerinde kapkara bir boşluk vardı; üçe bölünmüş ve dalları kesilmiş gövde yerde yatıyor; mazotun pis dumanına bulanmış, yüzü kıpkırmızı bir adam kazı makinesinin kocaman dişleriyle kökleri sökmeye uğraşıyordu; alet işçinin küfürleri arasında hırlıyor, homurdanıyor, geriliyor, şaha kalkıyordu; o lanet olası kökler topraktan ayrılmak istemiyordu; tahmin edilenden daha derinde ve daha inatçıydılar. Yıllar yılları, mevsimler mevsimleri kovalarken, kökler toprağı karış karış ele geçirerek sessizce yayılmış, meşenin, sedirin, elmanın kökleriyle iç içe girmiş, aynı zamanda su ve gaz borularına da çözülmesi olanaksız bir biçimde sarmalanmıştı; ağaçlar bu nedenle kesilmeliydi, karanlık içerisinde insanın çalışmalarını hiçe sayarak sinsice ilerledikleri için insan da tekniğini onların inatçılığına karşı kullanmak zorunda kalıyordu. Ansızın, tepede asılı soğuk kış güneşinin altında, sanki bir evin çatısı açılmış ya da borazanın ilk çalışıyla evrenin kubbesi kaldırılmış gibi, köklerin görkemli şemsiyesi gözlerime, ince köklere takılı kalmış çamur parçalarıyla bir takımyıldız gibi görünmüştü; ana kökün en derin kısmı toprağın altında kalmıştı. O zaman –ve sadece o zaman– adam yumruğunu bir zafer edasıyla havaya kaldırmış ve sen, üzerinde iş önlüğünle el çırpmıştın. O zaman –ve sadece o zaman– ne ağzımı açmış, ne bir adım atmış olan ben omuriliğimin her şeyle iletişime geçtiğini hissettim: Omurlarım, iliğim değil de ortaya fırlamış eski bir tel gibiydi, kıvılcımlar yapmacık bir neşeyle oradan oraya koşuşturuyordu; soğuk ve vahşi bir enerjiye kapılmışlardı; gözle görünmeyen çok sivri buz dikenleri gibi dört bir yana yayılıyor, damarlarımı ele geçiriyor, yüreğimi şişliyor, beynimde patlıyor, kafatasımla beyin sıvısı arasında dans ediyorlardı; beyaz kıymıklar, ölülerin kemikleri tüyler ürpertici bir dans gösterisi yapıyorlardı; bu ateş değil, ışık değil enerjiydi; beklenmedik ve şiddetli bir eylemin enerjisiydi; morarmış, yakıcı bir enerji. Ve şimşeğin göz kamaştırıcı ışığından sonra derin gecenin karanlığı; aşırılığın sakin olmayan sükûneti vardı: fazlasıyla görmek, fazlasıyla acı çekmek, fazlasıyla bilmek. Uykunun değil, kısa ölümün sükûnetiydi bu; acı aşırıya kaçtığında ayakta kalabilmek için biraz ölmek gerekiyordu. Benim ağacım – birlikte büyüdüğüm, yıllar içersinde benimle dostluğunu sürdüreceğini, altında çocuklarımı büyüteceğime inandığım ağacım yerle bir edilmişti. Onun yere yığılışı pek çok şeyi beraberinde sürükleyip götürmüştü: uykumu, neşemi, görünürdeki kaygısızlığımı. Devrilirken duyulan çatırtısı bir patlamaydı: Bir önce ve bir sonra vardı; farklı bir ışık, gidip gelen karanlıktı. Günün karanlığı, gecenin karanlığı, yaz ortasının karanlığı. Ve karanlıktan doğan bir kesinlik: İçinde ilerlemek zorunda olduğum bataklık kederimdi.


Zerreden büyük bir gizem yoktur. Gizli olanın patlaması gözle görünmeyenin korunması içinde gerçekleşir. Bir taş, taş olmadan önce her zaman bir taş olmuştur ama bir ağaç, ağaç olmadan önce tohumdur; insan, insan olmadan önce bir moruladır. 1 En büyük tasarılar sınırdaki bir ortamda uyuklar; içi dıştan ayıran gelişime izin verir. Bu nedenle en başından beri küçük olana özen göstermek gerektiğini anlamışımdır. Koca cevizin ölümü üzerine günlerce ağladım. Önceleri beni avutmaya çalışıyordun; bir ağacın kesilmesi böylesine perişanlık yaratır mıydı? Ağaçları sen de severdin, beni kızdırmak için böyle bir şey yapmazdın; bu kararı vermiştin çünkü ağaç sorunlar yaratıyordu, hem eve hem sedire çok yakındı; ağaçlar geniş yere ihtiyaç duyarlar, diye yineleyip duruyordun; sonra günün birinde kökü banyo küvetinin deliğinden dev bir ahtapotun dokungacı gibi çıkabilirdi; böyle korkunç bir şey olmasını istemezdim değil mi? Beni güldürmeye, en azından gülümsetmeye çalışıyordun ama başaramıyordun. Büyük boşalmanın ardından günlerimi kımıltısız geçiriyordum; yere uzanıyor, gözlerimi betondan gökyüzüne dikiyor, tek bir yanıt bile vermeyi beceremiyordum. Pek yakınlarda, resimli kitaplarımın birinde yüzü olmayan ve korunaksız yaratıklar olan denizhıyarlarının öyküsünü okumuştum; bunlar yüzleri olmayan ama gene de hayata inatla tutunan hayvanlardı. Bir saldırıya uğradıklarında iç organlarının tümünü –yüreği, bağırsağı, akciğeri, karaciğeri, üreme organlarını– dışarıya fırlatıyorlar ve böylece gladyatörlerin hasımlarını bir ağ atarak durdurmaları gibi, kendi canlarını kurtarma fırsatı buluyorlardı; sonra yosun ormanına sığınıp dinleniyor ve hücrelerinin birbirlerine tutunmalarını ve sonra birbirlerinden farklılaşarak az önce yitirdikleri organlarına dönüşmelerini bekliyorlardı. İşte ben de saldırıya uğramış bir denizhıyarıyla aynı koşullarda bulunuyordum; içim boşalmış, söyleyecek tek sözüm kalmamıştı. Senin birbirini kovalayan sorularını yanıtlamıyordum, son derece farklı iki evrende yaşıyorduk: Sen ağırlıklı olarak sağduyunun egemen olduğu kendi dünyanda yaşarken ben tehditler, karanlıklar, arada düşen yıldırımlarla dolu kendi dünyamdaydım. İki dünyanın arasındaki ilişki tek yönlüydü; ben seninkini görebiliyordum ama sen benimkini anlayacak düzeyde değildin. Belki de bu nedenle, üçüncü gün, sağduyun eridiğinde, sabrın tükendiğinde ve belki de danıştığın çocuk hekiminin önerisiyle odanın kapısını açtın ve şöyle dedin: “Yeter artık, senin bu yaptığına şımarıklık denir. Ağaç ağaçtır ve yerine daima bir yenisi dikilebilir!” Ve sonra olasılıkla benim okulda olduğum saatlerde yaptığın gibi ev işlerine sarıldın.

Yüze vurmak benim kişiliğime uygun bir davranış değildi. Gezegenler arasındaki mesafenin tek sorumlusu değişik yerçekimi yasalarıydı; önümde uzanan ufuk farklıydı; bana daima Küçük Prens’i okuyan sen de bunu biliyordun: Her asteroitin kendine özel bir yurttaşı vardı. Senin baobap ağacını göz önünde bulundurmamana şaşıyordum: Ceviz aynen baobap ağacı gibiydi. Sonradan bana almak istediğin gül, asla onun yerini tutamadı. Gül, insanın gözlerine, koku alma duyusuna hitap eder ama sonunda kesilir, bir vazoya girer ve en sonunda çöpe atılır gider. Oysa sevdiğimiz bir ağaç köklerini yüreğimizin çevresine salar, öldüğü zaman bu kökler kuruyup dökülürken anı olarak minik ama kalıcı izler bırakır. Kendi varoluşunun başarısızlığını bir insana –ya da olaya– yükleyen kişi yivin içinde kayan uzun bir zincire bağlı köpeği andırır. Kısacası, onların altında artık çim bitmez olur, toprak dövülmüş gibidir ve tozludur; yiyecek ve dışkı artıklarıyla doludur. Amacı olamayan bu koşudan bitkin düşen köpek öldüğünde ve zincir hareketsiz olarak yerde yattığında bu sıkıntılı varoluştan geriye kalan bir tek hüzünlü bir boşluktur. Olaylar ve karşılaşmalar atılan safralar ya da çıkış yolu bilinmeyen dar sokaklar değildir; daha çok birer aynadırlar –küçük, büyük, içbükey, dışbükey, dalgalı, deforme eden, çatlak, kararmış aynalar–, bunlar yansımalarıyla kendimiz hakkında henüz bilgi sahibi olmadığımız bir yanımızı bize tanıtırlar. Bu denizhıyarı hayatımdan beşinci ya da altıncı gece uyanmış olmalıyım. Dolunayın soğuk ışığı odama yayılmıştı. Elbise askılığımın uğursuz gölgesi zemine vuruyordu. Neden karanlıkta bir gölge olmalıydı? Yakalanması imkânsız her şeyin varlığını çağrıştırmaktan başka neye yarardı? Çocukluğumun akşamlarında genellikle yatağımın yanına otururdun ve bana bir masal anlatırdın; bütün o prensesler, büyüler, korkunç hayvanlar ve şaşırtıcı olaylardan geriye zihnimde sadece iki görüntü kalmıştı: kurtların sarı gözleri ve Golem’in 2 uğursuz ve sessiz adımları; birincisi ormanlarda ve ıssız sokaklarda pusu kurabilirdi, oysa Golem her yerde karşımıza çıkabilirdi; kapıları açıp kapatmayı biliyor, merdivenleri çıkabiliyordu; çocukları yemiyor, onları canavara dönüştürmüyordu ama gene de beni bütün öteki yaratıklardan daha çok korkutuyordu; onun adını andığım her an soluduğum hava değil, buz oluyordu. Bu nedenle tehditkâr gölgeler altında ezildiğimi hissedince ayağa kalkmaya ve dışarı çıkmaya karar vermiştim.

Sonbaharın ilk gecelerinden biriydi, hava soğuk değil, nemliydi; havada yaz ışıltılarını hatırlatan çiçek kokuları asılıydı; belki de kimi dallarda asılı, kimi yere dökülmüş ve çürümüş elmalardan veya henüz olgunlaşmış sarı eriklerden geliyordu koku. Sıcaklık şimdiye dek sıfırın altına inmediğinden pek az yaprak dökülmüştü, şurada burada yabani sıklamenlerin açmış olduğu, senin temizlik yaparken gözüne çarpmamış olan ayrıkotlarının bulunduğu yeşillik üzerinde yürüyordum. Artık içimde hiçbir şey kalmadığını sandığımdan, daha önce cevizin bulunduğu yere gittim, dizlerimin üzerine çöktüm; toprak ıslaktı ve kesim sırasında kırılmış minik dallarla örtülüydü. Bir zamanlar cevizin olduğu yerde havada farklı bir titreşim vardı; bir an için ağacın hâlâ orada olduğunu hissettim: Sanki kökler özsuyu gövdeye pompalıyor, dalların koyu renkli parmakları onu yeniden aşağıya, toprağa gönderiyordu; yere köklenmiş ve gökyüzüne uzanmış o enerji ırmağı kısa süre önce meyvelerini dökmüştü. Onların düşüşünün yarattığı düzensiz senfoni her sonbaharda benim çocukluğuma eşlik etmişti; okuldan dönüşte ceplerimi cevizle doldurmak için ağaca doğru koşardım. Sen mutfağın penceresinden “Bırak onları, leke yapıyorlar,” diye seslenirdin ama ben sana kulak asmazdım; hoyratlık etmeden, parçalamadan kırardım onları; sonra da yiyeceğim yerde avucuma koyar seyrederdim: Cevizin içi son derece gizemli, ders kitaplarımda gördüğüm bir imgeyle birebir aynıydı. Bizim, bütün memelilerin ve bütün kuşların beyinleri aynı biçimdeydi: en kırılgan kısmı korumak üzere oluşmuş kafatası, beyni saran dura mater ve pia mater adlı zarlar ve beyin yarıkürelerinin içinde yer alan son derece ilginç olan hipokampus. Doğada bulunan iki şey hangi nedenle birbirlerine bu kadar şaşırtıcı biçimde benziyorlardı? Bu evrenin bir yasası mıydı, yoksa sadece bir çılgınlık, kontrolden kaçmış bir dikkatsizlik miydi? Çevremdeki zemin cevizlerle kaplıydı; sağanak yağmurlar haziran ayında yeşil olan kabuğu şimdi karaya çalan bir renge dönüştürmüştü; kabuğun ortaya çıkmasını görmek için başparmağımla şöyle bir ovuşturmam yetiyordu. Sertti ama sincapların pembe ayaklarından, fildişi rengi dişlerinden; kuzgunların, kargaların, saksağanların gagalarından kurtulacak kadar değildi; sertti ama benim sorularımdan kaçacak kadar değil. Çünkü –önceleri var olan, sonraları artık olmayan– ceviz ağacı benim aynamdı; hayatımın ilk aynasıydı. Yaralanmış toprağa diz çökmüş, bu cehenneme yüzümü vermiş, ayın soğuk ışığına gömülmüş, elimde bir tohum ve görünürde bomboş olan yüreğimle otururken ansızın payıma düşen günler içinde ne saraylar ne şanslar yaratabileceğimi ne de bir aile kurabileceğimi anladım. Sedir ağacının bir kozalağı gürültüyle yanı başımda zemine çakılırken, açık seçik önümde açılmakta olan yolun sorulardan oluşan, ulaşılması zor ve daima yalnızlık yüklü bir yol olduğunu anladım. 1 Embriyonik gelişiminin çok erken bir evresinde embriyona verilen bir ad. Hücre sayısı 16’ya ulaştığında zigot, morula adını alır (Çev.).

2 Yahudi mitolojisinde ne zaman ne yapacağı belli olmayan, olağanüstü gücü nedeniyle potansiyel tehlike oluşturan, aynı zamanda nazik, sevecen, yardımsever yaratık. (Ç.N.)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir