John Fowles – Koleksiyoncu

Yatılı okuldan eve geldiği zamanlar, hemen her gün görürdüm onu; çünkü evleri Belediye’nin ek binasının tam karşısındaydı. O ve kız kardeşi sık sık eve girip çıkarlardı, genelde de delikanlılarla; bundan hiç hoşlanmazdım tabii. Dosyalardan ve muhasebe defterlerinden başımı kaldıracak fırsatım olduğunda pencerenin önünde durup, buzlu canım üzerinden yola bakardım; kimi zaman onu da görürdüm. Akşam olunca bunu gözlem günlüğüme not ederdim, başlangıçta X, adını öğrenince de M diye. Onu birkaç kez başka yerlerde de gördüm. Bir keresinde, Crossfield Caddesi’ndeki halk kütüphanesinin önünde kuyrukta tam arkasındaydım. Bir kez olsun yüzüme bakmadı, ama ben ensesini ve uzun saç örgüsünü seyrettim. Çok açık renk ve yumuşacık örgüleri birer ipek kozasını andırıyordu. Tek bir örgü şeklinde beline kadar uzanıyordu; bazen önüne, bazen arkasına atıyor, arada bir de dolayıp yukarı topluyordu. Buraya konuğum olarak gelmeden önce, saçlarını omuzlarına dökülmüş olarak görme ayrıcalığına yalnızca bir kere eriştim; deniz-kızına benzer bu güzellik karşısında soluğum kesilmişti. Bir başka sefer, çalışmadığım bir cumartesi günü Doğabilimleri Müzesi’ne gitmiştim, dönüşte aynı trendeydik. Üç sıra ötede, çaprazıma oturup kitabını okudu; böylece otuz beş dakika boyunca onu seyredebildim. Onu görmek bana her defasında, hani derler ya yüreğim ağzımda nadide bir şey yakalıyormuşum, büyük bir dikkatle yaklaşmalıymışım duygusu veriyordu. Örneğin, Orman Azameti kelebeği. Onu hep böyle düşünürdüm, yani hoş veya başka bir şekilde değil; yaklaşılması zor, az rastlanan ve çok zarif.


Gerçek bir uzman olmak gerekirdi değer biçebilmek için. Henüz liseden mezun olmadığı o yıl, babasının doktor olduğundan ve bir keresinde Böcek Meraklıları toplantısında kulak misafiri olduğum bir konuşma sayesinde annesinin içtiğinden başka onun hakkında bir şey bilmiyordum. Kadını bir dükkânda gördüm bir kere, konuşuyordu; yapmacıklı bir sesi vardı ve ilk bakışta alkole düşkün bir tip olduğu anlaşılıyordu; çok fazla makyaj vs. vs. Günün birinde, yerel gazetede kazandığı burs ve ne kadar akıllı olduğu hakkında bir yazı okudum, adı da kendi gibi güzeldi: Miranda. Sanat eğitimi için Londra’ya gittiğini öğrendim böylece. Bu gazete haberi gerçekten bir şeyleri değiştirdi. Her ne kadar henüz bildik anlamda tanışmamışsak da, sanki daha yakınlaşmış gibiydik. Nedendir bilmem, daha ilk görüşte onun eşsiz olduğunu anlamıştım. Tabii ki deli değilim, bunun düşten öte olmadığını biliyordum ve o para olmasaydı bir düş olarak kalacaktı. Sık sık ona ilişkin hayallere dalıyordum; onunla tanıştığımı, hayran olacağı şeyler yaptığımı, evlendiğimizi ve işte her şeyi düşündüğüm hikâyeler. Daha sonra açıklayacağım ana kadar aramızda çirkin hiçbir şey yoktu, asla olmadı. O resimler çiziyor, ben de koleksiyonumla ilgileniyordum (düşlerimde). Zamanını beni ve koleksiyonumu severek geçiriyordu, kelebek resimleri çiziyor, onları boyuyordu; modern, güzel bir evde, şu duvarı boydan boya pencere olan bir salonda birlikte çalışıyorduk. Hata yapmaktan korktuğum için neredeyse hep sustuğum Böcek Meraklıları toplantıları da aynı salonda yapılıyordu; sevilen ev sahipleriydik.

Açık sarı saçları ve gri gözleriyle öylesine güzeldi ki, bütün erkekler kıskançlıktan çatlıyordu. Onun varlığına rağmen güzel olmayan hayaller kurduğum tek zaman onu spor arabalı ve kolej öğrencisi kılıklı, gürültücü bir delikanlı ile gördüğüm zamandı. Bir gün bankada, para yatırmak için oğlanın arkasındaydım ve çocuğun “Beşlik banknotlar halinde alacağım” dediğini duydum; elindeki 10 sterlinlik çekle espri yapıyordu sözde. Onun gibiler hep böyle davranırlar. Neyse, bazen onu oğlanın arabasına binerken görürdüm, ya da çocuğun yanına oturmuş kentte turlarken; o günler iş arkadaşlarıma karşı ters davranırdım ve böcekbilimci gözlem günlüğümde X işaretini kullanmazdım (tüm bunlar Londra’ya gitmeden önceydi, gidince delikanlıyı bıraktı). Bunlar kendimi kötü düşlere kaptırdığım günlerdi. Ağlar veya önümde diz çökerdi. Bir keresinde, kendimi hayale kaptırıp bir televizyon oyununda gördüğüm gibi bir tokat patlattım yüzüne. Belki de her şey o zaman başladı. Babam bir trafik kazasında ölmüş. İki yaşındaymışım. 1937’de. İçkiliymiş, ama Annie Hala, arabayı annem yüzünden içkili kullandığını söylemiştir hep. Gerçekte ne olduğunu kimse bana anlatmadı, ama olaydan kısa bir süre sonra annem beni Annie Hala’yla bırakıp ortadan kayboldu. Annemin tek istediği keyfince yaşamaktı.

Bir keresinde kuzenim Mabel bana (küçüktük, dalaşıyorduk) annemin bir sürtük olduğunu ve yabancı bir herifle kaçtığını söylemişti. Ben de aptal gibi bunun doğru olup olmadığını gidip doğruca Annie Hala’ya sormuştum; ortada saklanan bir şeyler varsa, bunu yapan halamdı. Artık umurumda değil; annem hâlâ yaşıyorsa bile onu görmek istemiyorum, beni ilgilendirmiyor. Annie Hala sık sık iyi atlattığımızı belirtirdi değişik ifadelerle ve onunla aynı fikirdeyim. Böylece Annie Hala ve Dick Enişte tarafından, kızları Mabel’la birlikte büyütüldüm. Annie Hala babamın ablasıydı. Dick Enişte, ben on beş yaşındayken öldü. 1950’ydi. Tring Göleti’ne balık tutmaya gitmiştik, ben her zaman yaptığım gibi kelebek ağı ve ıvır zıvırımla uzaklaşmıştım. Karnım acıkıp da onu bıraktığım yere döndüğümde bir sürü insan vardı. Kocaman bir balık yakaladı sanmıştım. Ama felç olmuştu. Eve kadar taşıdılar; o günden sonra ne tek söz söyledi, ne de bizleri tekrar doğru düzgün tanıyabildi. Ben başımı alıp kelebeklerin peşine düştüğüm ve eniştem de oltalarının yanında kaldığı için tam olarak birlikte geçirdiğimiz söylenemese de yemekte ve yol boyunca beraber olduğumuz o günler (anlatacağım günlerin dışında) kesinlikle geçirdiğim en güzel günlerdi. Çocukken, Annie Hala ve Mabel kelebeklerime değer vermezlerdi, ama Dick Enişte hep benden yana çıkardı.

İyi bir parçayı her zaman takdirle karşılardı. Gelişimini tamamlamış bir kelebek yakaladığımda benimle oturarak, kanatları gerilip kururken hafifçe çırpınışını seyredecek kadar aynı duyguları yaşıyordu. Üstelik tırtıl kavanozlarım için ardiyesinde yer açardı. Çerçevelediğim kelebeklerle hobi ödülünü kazandığım zaman, Annie Hala’ya söylememem koşuluyla bir sterlin vermişti. Neyse, uzun sözün kısası; benim için bir baba gibiydi. Müşterek bahiste kazandığım çeki elime aldığımda Miranda’dan sonra aklıma gelen kişi oydu. Ona en iyi olta takımını, istediği her şeyi alabilecektim. Ama artık buna olanak yoktu. Müşterek bahiste tutturduğumda yirmi bir yaşıma gireli bir hafta olmuştu. Her hafta beş şilinlik oynardım. Vergi Dairesi’nde birlikte çalıştığımız Moruk Tom ve Crutchley, kızlardan birkaçıyla ortaklaşa, büyük oynarlardı. Benim de onlara katılmam için yakamı bırakmıyorlardı, ama ben yalnız kalmayı yeğledim. Moruk Tom ve Crutchley’den asla hoşlanmadım. Moruk Tom, belediyenin yaptıklarına ilişkin gevezelik edip, Belediye Haznedarı Mr. Williams’a yağ çekmeyi kendine iş edinmiş dalkavuğun biriydi.

Crutchley’ye gelince aklı kötüye çalışan, sadist bir adamdı, kelebek merakımla alay etme fırsatını asla kaçırmazdı, hele etrafta kızlar varsa. “Bakın, Fred’in bitkin bir hali var, bir Yalancı Beyaz Melek ile müthiş bir hafta sonu geçirdi herhalde,” der ve “Dün gece seninle beraber gördüğüm Diken Kelebeği kimdi?” diye devam ederdi. Moruk Tom kıs kıs güler, Crutchley’nin Sağlık Koruma’da çalışan ve bizim bürodan hiç çıkmayan kız arkadaşı Jane de kıkırdardı. Bu kız Miranda’nın tam karşıtıydı. Bayağı kadınlardan, hele genç kızların bayağısından her zaman nefret etmişimdir. Sonuç olarak, söylediğim gibi, bahislerde tek başıma oynamayı sürdürdüm.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir