John Fowles – Fransiz Tegmenin Kadini

Lyme Körfezi’nde -Lyme Körfezi İngiltere’nin güney batıya uzanan bacağının altındaki en büyük gediktir- en sert rüzgâr, doğu rüzgârıdır; 1867 Mart’ının sonlarında, havanın böyle sert olduğu bir sabah, körfeze adını veren küçük ama tarihi Lyme Regis rıhtımında yürüyüşe çıkan çifti gören meraklı biri, onlar hakkında bir sürü isabetli tahminde bulunabilirdi. Cobb mendireği en az yedi yüz yıllık bir alışkanlığın ceremesini çeker; çünkü, Lyme yerlileri ona bakınca pençe şeklinde denize uzanan eski, gri bir duvardan başka bir şey görmezler. Daha doğrusu, Atina’daki Pire limanının küçücük bir kopyası gibi kasabanın epeyce dışında olduğu için kasabalı ona sırt çevirmiştir sanki. Gerçi, yüzyıllardır onu onarmak için bir sürü para döktükleri düşünülürse, ona neden içerledikleri anlaşılır. Ama işin maliyetiyle ilgilenmeyenler ya da daha seçici gözler için Cobb, Güney İngiltere kıyılarının kesinlikle en güzel rıhtımıdır. Hem de sadece, turistik kılavuzlarda yazdığı gibi, İngiltere tarihinin yedi yüz yılının kokusunu üzerinde taşıdığından, İspanya Armada’sıyla savaşmaya giden gemiler buradan yola çıktığından, Monmouth buraya demir attığından değil… esas olarak halk sanatının eşsiz bir örneği olduğundan. Hem ilkel hem karmaşık, hem hantal hem zarif; bir Henry Moore ya da Michelangelo heykeli gibi ustalıklı kıvrım ve oylumlarla dolu; saf, pürüzsüz, mükemmel, bir yontu şaheseri. Abartıyor muyum? Belki ama söylediklerimin doğruluğunu ölçebilirsiniz; çünkü anlattığım tarihten bu yana Cobb pek az değişti; oysa Lyme kasabasındaki değişiklikler pek de az değil, bu yüzden karadan tarafa bakarsanız bana haksızlık etmiş olursunuz. Eğer 1867’de o adamın da yaptığı gibi, kuzeye yani karaya dönseydiniz, gördüğünüz manzara uyumlu olacaktı. Bir düzine kadar evden oluşan pitoresk bir yığın ve küçük bir kayıkhane – kızağında bir balıkçı teknesinin sandığa benzer kaburgası- Cobb’un karayla birleştiği yerde üst üste yığılmış. Yarım mil doğuda, meyilli otlakların ötesinde, Lyme’ın kendisinin kamış ve arduvaz kaplı damları; en parlak günlerini ortaçağda yaşamış olan ve o zamandan beri gerilemekte olan bir kasaba. Halk arasında Ware Commons diye bilinen, kasvetli, kurşuni tepeler batıda, Monmouth’un bir gaflet anında girdiği çakıllı kumsaldan başlayarak dimdik yükseliyordu. Onların üzerinde ve gerisinde, karanın epeyce içlerinde yoğun ağaçlarla kaplı başka tepeler yükseliyordu. Bu açıdan bakıldığında Cobb, son istihkâm gibi duruyor; batının o vahşi, aşındırıcı sahil şeridinin önüne dikilmiş. Bu konuda da söylediklerimin doğruluğu ölçülebilir.


O zamanlar o tarafta hiç ev yoktu, şimdi de birkaç rüküş plaj kabini dışında durum aynı. O meraklı kişi -ki, böyle biri vardı- bu ikisinin yabancı olduklarını, zevkli insanlar olduklarını ve sadece sert bir rüzgârın onları Cobb’un keyfini çıkarmaktan alıkoyamayacağını tahmin edebilirdi. Öte yandan, teleskobu daha iyi ayarlayınca, onları buraya deniz mimarisinden çok, ortak bir yalnızlığın çektiğini ve dış görünüşlerine bakarak da çok ince bir zevkleri olduğunu anlayabilirdi. Genç hanım son modaya göre giyinmişti; çünkü 1867’de başka bir rüzgâr daha esmekteydi: Kadınlar kabarık etek ve geniş kenarlı şapkalara başkaldırmaya başlamıştı. Teleskopta göze çarpan erguvan rengi etek neredeyse cüretkâr denebilecek kadar dardı. Eteğin boyu için de cüretkâr denebilirdi; çünkü zengin yeşil palto ile yere nazlı nazlı basan siyah botların arasından iki beyaz bilek rahatça görünüyordu; fileli topuzun üzerine, kenarına bir tutam beyaz tüy iliştirilmiş o münasebetsiz küçücük, yassı şapkalardan oturtulmuş: Lyme’daki yerli hanımların en azından bir yıl daha giymeye cesaret edemeyecekleri bir şapka modeli; daha uzun boylu olan adam ise, kusursuz, açık gri bir kostüm giymiş, şapkası elinde, favorilerini İngiliz erkeği modası konusunda ahkâm kesenlerin bir iki yıl önce hafif kaba -yani gülünç- ilan ettiği tarzda fena halde kırpmış. Genç hanımın giysisinin renkleri bugün bize biraz fazlaca cafcaflı gelebilir; ama o zamanlar dünya, anilin boyalarının icadının ilk tatlı sancılarını çekmekteydi. Hem zaten kadın dünyası da, davranışlarında katlanması beklenen kısıtlamaları telafi edercesine, kullandığı renklerde ağırbaşlılık değil, parlaklık arıyordu. Ama kara, kıvrımlı dalgakıranın üzerinde duran diğer kişi bizim teleskopçuyu bile şaşkına çevirirdi. Tam en uçta duruyor, iskele babası gibi kullanılan, tersyüz edilmiş bir topa yaslanıyordu. Karalara bürünmüştü. Rüzgâr giysilerini savuruyordu ama o hiç kıpırdamadan, denize bakıyor bakıyordu; taşrada sıradan bir günün olağan bir parçasından çok, efsanevi bir şeye, boğulanlar anısına dikilmiş canlı bir anıta benziyordu. 2 O sene (1851) İngiltere’de yapılan nüfus sayımına göre, on yaşını aşmış 8.155.000 kadın, buna karşılık 7.

600.000 erkek vardı. Bu da açıkça göstermektedir ki; Viktorya çağında yaşayan bir kızın kaçınılmaz yazgısı bir eş ve anne olmaksa da erkeklerin sayısı buna elvermiyordu. E. ROYSTON PİKE, Viktorya Altın Çağından İnsan Belgeleri Açacağım gümüş yelken kaçacağım buradan Açacağım gümüş yelken kaçacağım buradan Vefasız yârim ağlayacak, vefasız yârim ağlayacak Vefasız yârim ağlayacak ardımdan. BATI YÖRESİNDEN HALK ŞARKISI: “Sylvie Yolda Giderken” “Tina hayatım, Neptün’e sadakatimizi gösterdik. Artık ona sırtımızı dönsek bizi bağışlar herhalde.” “Sende de hiç şövalye ruhu yok.” “Bu da ne demek şimdi kuzum?” “Hazır etrafta kimse yokken, kolumu biraz daha tutmak isteyeceğini sanırdım.” “Ne kadar da hassasız.” “Londra’da değiliz artık.” “Yanılmıyorsam Kuzey Kutbu’ndayız.” “Uca kadar yürümek istiyorum.” Bunun üzerine adam yüzünde yapmacık bir umutsuzluk ifadesiyle dönüp sanki son kez görüyormuş gibi karadan yana baktı; sonra çiftimiz Cobb üzerindeki yürüyüşlerini sürdürdü. “Geçen perşembe babamla aranızda ne geçtiğini bilmek istiyorum.

” “Teyzen o tatlı akşamın en ufak ayrıntılarını bile ağzımdan kerpetenle aldı zaten.” Kız durup adamın gözlerinin içine baktı. “Charles! Bak Charles, benden başka herkese istediğin komikliği yapabilirsin. Ama bana o yapış yapış esprilerinden yapma.” “Ama hayatım, böyle yapmazsam kutsal evlilik bağı bizi birbirimize nasıl yapıştıracak?” “Şu berbat espri anlayışını kulüpteki arkadaşlarına sakla.” Soğuk bir tavırla yürümeyi sürdürüp Charles’ı da yürümeye zorladı. “Bir mektup aldım.” “Ben de bundan korkuyordum. Annenden mi?” “Bir şeyler olduğunu biliyorum… tam şarap içerken.” Charles cevap verene kadar birkaç adım yürüdüler, bir an için ciddileşecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. “İtiraf etmeliyim ki saygıdeğer babanla aramızda ufak bir felsefi anlaşmazlık çıktı.” “Çok ayıp etmişsin.” “Ben sadece dürüst davranmaya çalışmıştım.” “Peki tartışmanın konusu neydi?” “Baban Bay Darwin’in hayvanat bahçesinde bir kafes içinde sergilenmesi gerektiğini söyledi. Maymunlar bölümünde.

Bense Darwin’in savunduğu görüşlerin arkasındaki bazı bilimsel tezleri açıklamaya çalıştım. Başaramadım. Et voilà tout.” “Bunu nasıl yaparsın, hem de babamın bu konudaki fikirlerini bildiğin halde!” “En saygılı hallerimi takınmıştım.” “Yani en kötü hallerindeydin.” “Dedelerinin maymun olduğunu düşünen bir adamla kızının evlenmesine izin vermeyeceğini söyledi. Sanırım bir süre düşündükten sonra dedemin en azından soyluluk unvanı olan bir maymun olduğunu hatırlayacaktır.” Kız ona bakıp başını sitemle öte yana çevirdi; endişelendiğini göstermek isteyince hep böyle yapardı: Şimdi de izdivaçlarının önündeki en büyük engelin bu durum olduğunu düşündüğü için endişeleniyordu. Babası çok zengin bir adamdı ama dedesi manifaturacıydı, Charles’ın dedesiyse bir baronetti. Charles gülümsedi ve sol koluna hafifçe tutunan eldivenli eli sıktı. “Bir tanem, meseleyi kendi aramızda hallettik ya, yeter. Babandan çekinmen çok yerinde bir davranış. Ama ben onunla evlenmiyorum. Hem benim bilim adamı olduğumu unutuyorsun. Bir monografi yazdığıma göre öyle olmalıyım.

Eğer böyle gülersen ben de bütün zamanımı fosillere adar, seninle hiç ilgilenmem.” “Fosilleri kıskanmaya hiç niyetim yok.” Hınzırca sustu. “Çünkü en azından bir dakikadır fosillerin üzerinde yürüdüğün halde bakmaya bile tenezzül etmedin.” Charles birden yere bakıp hemen çömeldi. Cobb’un bazı bölümleri, üzerinde fosil olan taşlarla döşelidir. “Vay canına, şuna bak! Certhidium portlandicum. Bu taş Portland’daki kireçtaşı ocaklarından gelmiş olmalı.” “Seni ömrün boyunca o taş ocaklarında çalışmaya mahkûm edeceğim; eğer hemen ayağa kalkmazsan tabii.” Charles gülümseyerek boyun eğdi. “Ne dersin, seni buraya getirmekle iyi etmemiş miyim? Şuraya bak!” Duvara yanlamasına sokulmuş yassı taşların aşağı inen kaba saba bir merdiven oluşturduğu yere götürdü Charles’ı. “Jane Austen’in İkna romanında Louisa Musgrove’u düşürttüğü basamaklar bunlar işte…” “Ne romantik.” “Erkekler de romantikmiş… o zamanlar.” “Şimdiki erkekler de bilimsel, öyle mi? Bu belalı yerden inecek miyiz?” “Dönüşte.” Yeniden yürümeye başladılar.

Ancak o zaman Charles yolun sonunda duran kişinin cinsiyetini anladı, daha doğrusu fark etti. “Şu işe bak, ben de onu balıkçı sanmıştım ama kadınmış değil mi?” Ernestina gözlerini kıstı; o pek güzel gri gözleri miyop olduğundan, gördüğü kara bir şekilden 1 ibaretti. “Genç mi?” “Bu kadar uzaktan anlaşılmıyor.” “Ama ben kim olduğunu tahmin ettim. Zavallı Trajedi olmalı.” “Trajedi mi?” “Takma isim. Ona takılan isimlerden biri.” “Diğerleri neler?” “Balıkçılar ona çok kaba bir ad takmışlar.” “Tina hayatım, lütfen çekinme!” “Ona, Fransız Teğmenin … Kadını diyorlar.” “Anladım. Toplumdan dışlandığı için günlerini burada geçiriyor yani, hı?” “Biraz… deli. Hadi dönelim. Yanına gitmek istemiyorum.” Durdular. Charles gözlerini karaltıya dikmişti.

“Ama meraklandım. Kimmiş bu Fransız Teğmen?” “Deniyor ki o adama…” “Âşık mı olmuş?” “Daha kötüsü.” “Adam onu terk mi etmiş? Çocuk filan var mı?” “Yok. Galiba çocuk yok. Hepsi dedikodu.” “Peki orada ne yapıyor?” “Onun dönmesini bekliyormuş, öyle diyorlar.” “Ama… ona bakan kimse yok mu?” “Yaşlı Bayan Poulteney’in yanında çalışıyor. Biz ziyarete gittiğimizde hiç görünmez. Ama orada oturuyor. Hadi dönelim. Onu görmedim.” Ama Charles gülümsüyordu. “Eğer üstüne atlarsa seni savunarak ne kadar şövalye ruhlu olduğumu kanıtlarım. Gel!” Toptan bozma iskele babasına yaslanmış duran kadına biraz daha yaklaştılar. Bonesini çıkarmış, elinde tutuyordu; saçlarını siyah mantosunun içine sımsıkı sokmuştu: mantosu son kırk yıl içinde moda olmuş olan herhangi bir kadın mantosundan çok bir binici ceketini andırıyordu.

O da kasnaklı etek giymemişti; ama bunun, en son Londra modasını izlediğinden değil de, unutkanlıktan kaynaklandığı aşikârdı. Artık yalnız olmadığını anlasın diye Charles yüksek sesle, basmakalıp bir şeyler söyledi, ama kadın dönüp bakmadı bile. Charles’la Ernestina, profilden kadının yüzünü ve bakışlarının nasıl bir tüfek gibi ufka doğrultulduğunu görebilecekleri bir yerde durdular. Aniden rüzgâr sertleşince, Charles, Ernestina’yı tutmak için beline sarılmak, kadın da iskele babasına daha sıkı tutunmak zorunda kaldı. Neden olduğunu kendisi de bilmeden, belki de Ernestina’nın yüreğini ağzına getirmek için rüzgâr hafifler hafiflemez ileri atıldı Charles. “Bakın bayan, sizi burada görüp de güvenliğiniz için endişelenmemek mümkün değil. Daha güçlü bir esinti…” Kadın dönüp ona baktı; daha doğrusu bakışı onu delip geçmiş gibi geldi Charles’a. O ilk karşılaşmadan sonra o yüzden aklında kalan, gerçekten de o yüzde olanlar değil, onun o yüzde bulmayı ummadığı şeyler oldu; çünkü, o çağda bir kadından ağır başlı, uysal ve utangaç bir görüntü sergilemesi beklenirdi. Charles birden yasak bölgeye girmiş gibi hissetti kendini; sanki Cobb, Tarihi Lyme Kasabasına değil de o yüze aitti. Ernestina’nınki gibi güzel bir yüz değildi. Hiçbir devrin ölçülerine ya da zevklerine göre güzel sayılmazdı. Ama unutulmaz bir yüzdü, trajik bir yüz. Bir dağ kaynağından çıkan su gibi saf, doğal ve engel tanımazcasına fışkırıyordu hüzün bu yüzden. Hiçbir yapaylık, ikiyüzlülük, histeri, maske yoktu orada; hele delilik hiç yoktu. Delilik uçsuz bucaksız denizde, uçsuz bucaksız ufuktaydı, böylesi bir hüzne yeterli sebep bulunamamasındaydı; kaynağın kendisi doğaldı da sırf bir çölden çıktığı için doğal gibi görünmüyordu sanki.

Sonraları, tekrar tekrar, Charles bu bakışın bir mızrak olduğunu düşündü: Tabii böyle düşünmek yalnızca nesneyi değil insanın üzerinde bıraktığı etkiyi de tarif ediyor. Kendini o an zalim bir düşman gibi hissetti; mızrak onu delip geçmişti, böylesi küçük düşmeyi hak etmişti o. Kadın hiçbir şey söylemedi. Geriye bakışı en fazla iki üç saniye sürdü; sonra yine gözlerini güneye çevirdi. Ernestina, Charles’ın kolunu çekti, o da omuz silkip gülümseyerek döndü. Karaya yaklaştıklarında, “İşin içyüzünü anlatmasaydın keşke. Taşra hayatının kötü yanı da bu. Herkes herkesi tanıyınca ne gizem kalıyor ne de hayaller” dedi. Bunun üzerine Ernestina onunla dalga geçti: Romanları aşağılayan bilim adamına ne olmuştu böyle?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir