Jack London – Dehşet Ülkesi

Beyaz adam çok hastaydı. Kulak memeleri delinmiş ve biri gerilmekten yırtılmış kıvırcık saçlı vahşi bir zencinin sırtında, at üstündeymiş gibi taşınıyordu. Vahşinin yırtılmış kulak memesinde, oymalı tahtadan yapılmış üç parmaklık koca bir süs halkası vardı. Yırtık kulağa yeni bir delik daha açılmış, gösterişsiz bir toprak pipo asılmıştı. Beyaz adam, yağlı bedenine dar ve kirli bir peştemal tutunmuş bu iki ayaklı ata sıkı sıkıya sarılmıştı. Başı, güçsüzlükten, zencinin yapağı gibi kıvırcık simsiyah saçlarına düşüyor, tekrar kaldırdığında da, pek seçemeyen gözlerle, titrek, bunaltıcı havada bir o yana bir bu yana sallanır gibi görünen hindistancevizi ağaçlarına bakıyordu. Sırtına ince bir gömlek giymiş, belden aşağısına, dizkapaklarma uzanan keten bir gez geçirmişti. Başında geniş kenarlı, yıpranmış bir kovboy şapkası vardı. Belinde de, ateşlenmeye hazır, büyük kalibreli bir otomatik tabanca asılıydı. Arkalarından yürüyen on dört on beş yaşlarında bir zenci çocuk, ilaç şişeleri, içi sıcak su dolu bir kova ve çeşitli iyileştiriciler taşıyordu. Sağlıksız, öğürtücü bir kokunun yayıldığı ve kızgın güneşin ortalığı kavurduğu, yaprak kımıldamayan ağır bir hava içinde, sazdan örülmüş dar avlu kapısından geçerek, yeni dikilmiş gölgesiz hindistancevizi ağaçları arasında yürümeye başladılar. Karşıdan, işkence gören ya da son nefesini veren insanlarınkine benzer vahşi feryatlar yükseliyordu. Bu korkunç sesler, damı ve duvarları ottan, dar ve uzun bir hangardan geliyordu. Oraya yaklaştıkça, acılı ve iniltili bağrışmalar daha iyi duyuluyordu. Görünümden ürperen beyaz adam bayılacak gibi oldu.


Salomon Adaları’nın korkunç afeti dizanteri, Berande çiftliğinde yaşayanların üstüne çöreklenmişti. Çiftliğin sahibi beyaz adam, dizanteriye karş’ yalnız başına savaşmak zorundaydı. Taşıyıcısının omuzlarına iyice eğilerek, iki büklüm durumda alçak kapıdan geçmeyi başardı. Karşısındaki korkunç görüntünün allak bullak ettiği kafasını toparlayabilmek için, kendisini izleyen çocuktan aldığı şişedeki keskin amonyak kokusunu ciğerlerine çekerek, «Susun!» diye bağırdı. Gürültü birden kesilmişti. Bambu kamışından yapılma altı ayak boyundaki döşeme, bir adım genişliğinde bir koridorla birleşerek hangar boyunca uzanıyordu. Döşemenin üstünde, en aşağılık soydan geldikleri bir bakışta anlaşılan yirmi kadar zenci yan yana kıvrılmış yatıyordu. Hepsi de yamyamdı. Yüzleri uyumsuz ve hayvansıydı. Biçimsiz beden yapıları maymuna benziyordu. Midye ve bazı böcek kabuklarından burun halkaları takmışlardı. Delinmiş burun kanatlarından, boncuklar dizilmiş teller uzanıyordu. Gergin kulak memeleri, ağaç çubuklar, pipolar ve çeşitli süs eşyasıyla donanmıştı. Derileri, çirkin görünüşlü değişik biçimde döğmeler ve yara izleriyle kaplıydı. Hastalık yüzünden üstlerindekileri atarak çırılçıplak soyundukları halde, bağa halhallarıyla, boncuk dizilerini ve bel kemerlerine geçirilmiş parlak bıçaklarını özenle yanlarında tutuyorlardı.

Çoğunun bedeni, ortalığı kara bulutlar gibi saran sineklerin konup kalktığı korkunç yaralarla kaplıydı. Beyaz adam, bir uçtan öteki uca dizilmiş zencilerin önünden geçerek hepsine ilaç dağıttı. Birkaçına klor verdi. Hangisinin, hangi ilaca, ne ölçüde dayanabilecek güçte olduğunu iyice saptayarak ona göre ilaç vermek zorundaydı. Ölmüş bir zenciyi dışarı çıkarttı. Hiç şakaya gelmez biri gibi sert ve kesin konuşuyor, ölüyü taşımalarım emrettiği sağlıklı zenciler, kaşlarını çatıyorlardı. Içlerinden biri, isteksizce ölünün bacaklarına yapışırken homurdanmaya başlayınca, beyaz adam yerinden doğrularak, güçlükle kaldırdığı koluyla, zencinin ağzına bir yumruk patlattı. «Ne demek oluyor bu, Angara?» diye kûkredi. Zenci, vahşi bir hayvanın mekanik çabukluğuyla doğrulup, beyaz adamın üstüne atılmaya hazırlandı. Gözlerinde, vahşi hayvan öfkesini açığa vuran bir kıvılcım çaktı. Ancak, beyaz adamın, kemerinde asılı tabancasına el attığını görünce saldırmaktan vazgeçti, gevşeyen bedeniyle ölünün üstüne eğilip taşınmasına yardım etti. Artık homurdanmıyordu. Beyaz adam, «Domuzlar!» diye homurdanarak dişlerini gıcırdattı. Kendisi de, iyileştirmeye çalıştığı, önünde kıvrılıp yatan zenciler kadar hastaydı. Bu salgın yerine girdiğinde, oradaki işini sonuna dek tamamlayabilecek güçte olup olmadığını bilmiyordu.

Ancak, önlerinde bir baygınlık geçirecek olsa, bu vahşilerin aç kurtlar gibi üstüne saldırıp gırtlağını sıkacaklarını çok iyi biliyordu. Neredeyse ölmek üzere olan birinin, son nefesini verir vermez dışarıya taşınmasını emrettiği sırada, kapıdan içeriye uzanan bir zenci başı, dört kişinin daha hastalandığını bildirdi. O sırada, henüz yürüyebilen yeni hastalar içeriye girdiler. Beyaz adam, yeni gelenlerden en zayıfım, az önce oradan uzaklaştırılan ölüden kalan yere yerleştirtti. Ondan sonrakinin uzanabilmesi için hastalardan birinin daha ölmesi gerekiyordu. Sonra, çiftlikçe çalışanlardan sağlam kalabilenlere, hastane olarak kullanılan garajın yanma, hastalar için yeni bir bölüm yapmalarını emrederek, bir uçtan bir uca dolaşmaya ve hastalara ilaç dağıtmaya devam etti. iyileşmelerine yardımcı olabileceğini düşünerek bir yandan da onlarla şakalaşıyordu. Zaman zaman, hangarın öteki ucundan garip bir inleme duyuluyordu. O yana gittiğinde, bu garip sesleri çıkaranın sağlıklı bir delikanlı olduğunu görerek kızgınlıkla sordu: «Neden böyle bağırıp duruyorsun?» Delikanlı, «O benim kardeşimdir, yakında ölecek!» diye karşılık verdi. Beyaz adam, «Ulan eşşoğlu eşşek!» diye haykırdı, «böyle böğürerek onu daha çabuk öldüreceksin. Söylediklerini duyuyor mu ki? Şimdi cezanı vereceğim!» Yumruğunu kaldırınca, delikanlı suratını asıp yere çömeldi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir