John Keats – Ormanda Unutulan Askerler

1942 yılının Mayıs ayı başında Filipinler’de henüz serbest olan çok az sayıda Amerikalı vardı. Bu Amerikalılar’dan ikisi, Mindanao adasındaki terkedilmiş köylerden birinde, bir kulübede oturmuş, tartışıyorlardı. Mindanao, takımadaların büyüklük bakımından ikincisi ve en yabanisiydi. Tartışanlar da bir subayla bir erdi. Er olanın adı Robert Ball’du. Elinde tüfekle pencerenin önünde duruyor, gözlerini dar patikadan ayırmıyordu. Japonlar her an buradan gelebilirlerdi. Subay ona şöyle diyordu: «Şunu kafana iyi yerleştir; “bizim için önemli olan tek şey, sağ salim Amerika’ya dönmektir.» Ball birden arkasına döndü. Yüzünde derin bir öfkenin izleri vardı. Bir çocuğunkini andıran yüzü, öfkenin etkisiyle kızarmıştı. Teslim olmak… Herkesin ağzında dolaşan tek söz buydu. Şimdi de bu lafı bir subay söylüyordu! Üzüntüden boğuklaşan bir sesle: — «Hiçbir şey denemek istemiyor musunuz? Öyle olsun,» dedi. «Bu, kendi bileceğiniz bir şey! Ama ben bu işe, bir erkekler ordusunda savaşmak için girdim!» Evet, savaşmak istiyordu ama; nerede ve nasıl savaşacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, teslim olursa savaşmaktan vazgeçmesi gerektiğiydi.


Sonra, bir esir kampındaki yaşantı hiç de hoş şey değildir. İnsan genç oldu mu şöyle bir iki kadeh içmekten, kızlarla oynaşmaktan hoşlanır. Aynca, her şeyden önce o, yabancı diyarları gezip görmek için askere girmişti. Gece epey ilerlemişti ama, arkadaşlar arasındaki tartışma sürüp gidiyordu. En eskileri hep şöyle diyorlardı: «Görürsün bak, fazla beklemeyeceğiz. Bir ordu gelip onların kıçına tekmeyi yapıştırana kadar… İnan bana, bu iş hep böyle gitmeyecek!» Başkaları ise şu öğütleri veriyorlardı: «Aldırma canım, koyuver kendini, gül, oyna.» Sonra kafasında yer etmesi için şunu tekrarlıyorlardı: «Sakın karamsar olma!» Er olan Ball ile arkadaşı çavuş rütbesindeki Knortz azınlıktaydılar. Çünkü kendilerine verilen bütün öğütler karşısında hiçbir sağlam kanıt ileriye süremiyorlardı. Ertesi gün hiç istemedikleri halde tüfeklerini daha önce terkedilmiş öbür tüfek yığınının üzerine bıraktılar. Sonra onlar da Japonlar’ın Malaybalay dolaylarında hazırladıkları kampa giden savaş tutsakları arasında kuzu kuzu yerlerini aldılar. Japonlar da büsbütün acımasız değillerdi hani. Savaş tutsaklarına sigara ikram ediyorlardı. Lavao yakınındaki bir esir kampında herkes Amerikan generali William Sharp’ın teslim olduğu haberini almış, bütün esirler keyiften dört köşe olmuşlardı. Daha önce aynı kampa Amerikalılar, düşman uyruklu oldukları için bazı yabancıları kapamışlardı. Bunları serbest bırakmak için bir Japon birliği kampa geldi.

Bu yabancı uyruklulardan birisi de Waldo Neveling adında bir Alman’dı. Orta boylu bir adamdı. Onun için de boyu Japon askerlerininkinden bir karış yüksekti. Tropik güneşi saçlarının rengini ağartmıştı. Bu saçlar hemen hemen aklaşmıştı. Güneşten iyice yanmış, çıplak alnının altında içeriye doğru kaçmış açık mavi gözleri vardı. Sık sık gülümsüyor, sanki her gülümseyişi de derin bir hoşnutluğu gösteriyordu. O zaman ince dudaklı ağzı kulaklarına varıyordu. Tam o sırada da Waldo Neveling, karşısında terbiyeli terbiyeli eğilen Japonlara en sevimli gülücüklerinden birini yollamaktaydı. Çünkü onlarla kendi kişiliği arasında Mihver Devletleri’nin birleşmesi, en hoş tarzda olup bitmekteydi. Japonlar ona şöyle diyorlardı: – «Herr Neveling, uygun bulursanız şöyle adanın içerilerine doğru giderek köy köy dolaşın. Oralarda gizlenen bütün Amerikan sivillerini Japon ordusunun genel karargâhına başvurmaları için ikna edin. O azman onlar da toplama kamplarının sağlayacağı rahatlıklardan (!) yararlanabilecekler.» Japonlar daha birçok sivilin serbest olarak dolaşıp durduklarını biliyorlardı. Bunlar maden işletmelerinde çalışan, misyonerlik, öğretmenlik yapan kimselerdi.

Japon yüzbaşı, Alman’ın cevap vermesini beklerken şunları da ekledi: — «Sonra Herr Neveling, lütfen Amerikalılar’a şunu da söyler misiniz? Eğer bu güzel çözüm yolunu kabul etmezlerse, Japon ordusu onları öldürtmek üzere yola asker çıkaracak.» Herr Neveling hemen cevap verdi: — «Benim için bundan daha hoş bir iş olamaz!» Japonlar’ın kendisine verdikleri özel geçiş belgesini cebine yerleştirdi. «Allahaısmarladık» anlamına gelen bir işaret yaptıktan sonra görevini yerine getirmek için yola çıktı. General Sharp’ın teslim olduğu haberi Lanao kentinde, Bukidnon il sınırının yakınındaki dağlarda tek başına seyahat eden bir yolcuya da ulaşmıştı. Tek başına dedik ama; bu adam, yanında yalnız iki Filipinli olduğu halde yol almaktaydı. Bunlar koskocaman bir tahta sandığı iki uzun bambu kamışının üstüne yerleştirmişler, sağa sola yalpalayarak ilerliyorlardı. Bir başka Filipinli ise en önde yürümekteydi. Bir şiltenin altına yan gömülmüş durumdaydı. Sandık da, şilte de tek başına seyahat eden Samuel J. Wilson’undu. Bu adam, Manila’daki Wilson işhanının sahibiydi. Sam Wilson çarpışmaların kesinlikle sona erdiğini öğrenince kurulmuş bir makine gibi elini cebine attı, parmakları orada bulunan sustalı çakıyı kavradı. Wilson’un kendi cam için korktuğu yoktu. Manila’da da, Corregidor’da da öylesine çok korkmuştu ki; burada, Mindanao’da artık onu hiçbir şey korkutamazdı. Ama o, karısı Susie’yi ve oğullarını düşünüyordu.

Japonlar onları tutukevi haline soktukları, Manila’daki Santo Thomas Üniversitesi’ne kapatmışlardı. Manila’nın düşmesinden az önce Donanma Komutanlığı, Sam’ı teğmenliğe atayarak özel bir görev vermişti. Ancak karısına veda edecek kadar vakit bulabilmişti. Başka hiçbir şey yapamamıştı. Zar zor ışıklandırılmış olan saray yavrusu evlerinde Susie’yi son kez kollarının arasına alarak çocukları uyandırmamak için alçak sesle konuşup ona güven vermişti: — «Merak etme her şey yoluna girecek,» demişti. «Japonlar gelince ne derlerse ‘evet’ de. Söyledim ya: Her şey yoluna girecek.» Oysa her şeyin berbat bir hale geleceğini Wilson kuşkusuz biliyordu. Fakat fısıltılarla uyanan küçük oğlu o sırada oturma odasına girmişti. Elinde de sustalı bir çakı vardı: — «Al baba, bu sende kalsın,» dedi. «Tüfeğini yitirirsen onları bununla öldürürsün!» Sam Wilson çevresindeki dağlara bakıyordu. Tek başına başarması gereken gizli görevi sona ermişti. Artık ona başka hiçbir görev verilmeyecekti. O, bir savaşçı değildi. Orta yaşlı bir adamdı.

Madenler, arsalar üzerinde birtakım spekülâsyonlara girişmiş, talihi yâver gidince zengin olmuştu. Çok genç yaşta Philadelphia’dan yola çıkmıştı. Bir basımevinde boğazı tokluğuna çalışıyordu. Ona göre Filipinler takımadası Manila’dan ibaretti. Başka bir yerde nasıl yaşanılabileceğini bilmediği gibi, yerli diyeleklerden hiçbirini de konuşmuyordu. Milyarları vardı ya, parasını verdikten sonra nasıl olsa güvenilir bir sığınak bulabileceğini umuyordu. Fakat adalar halkının en hoşlandıkları şeyin dedikodu yapmak olduğunu da biliyordu. Dedikodu kimi zaman politikaya, hattâ sevişmeye de baskın çıkıyordu. Adalardaki en zengin Amerikalılar’dan birinin sığındığı yeri kim çenesini tutar da başkasına söylemezdi? Sonra, Japonlar da onun yaşamakta olduğunu bir öğrenirlerse … O zaman Susie’yi de, oğullarını da alıp Santiago kalesindeki işkence burcuna götürürlerdi. Susie’nin, kocasının nerede saklandığını bilmeyişi onlara vızgelirdi… Sustalı çakıyı parmaklarıyla yine sımsıkı kavradı. Nereye gittiğini kendisi de bilmeden, Sam Wilson şiltesinin peşinden yürümeye devam etti. Aynı anda, Mirayon vadisine tepeden bakan bir dağın yamacındaki bir geçitteyiz. Deniz düzeyinden bin metre yükseklikte basit bir geçit olan burası, Mindanao’nun içlerindeki dağlara doğru gidiyordu. Üç kişi mola vermek için durdu. Sabahın bu erken saatlerinde insan ağaçların gölgesine oturdu mu, terlemeden dinlenme olanağını bulabilirdi.

Ama daha o saatte, birazdan her yanı korkunç sıcağın bastıracağı sezinleniyordu. Wendell Fertig: «Bunun gibi başka sabahları da dünya gözüyle görebilecek miyim acaba?» Diye düşünüyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Neden çok kısaydı