Kapı, kayarak yana doğru açıldı ve Clarke, idam vaktinin geldiğini anladı. Bakışları, gardiyanın botlarına kilitlenmişti. Kendisini bir korku dalgasına, umutsuz bir panik seline hazırladı. Ama dirseklerinin üzerinde doğrulup terden sırılsıklam olmuş yatağından kalktığında, hissettiği tek şey rahatlamaydı. Bir gardiyana saldırdıktan sonra tek kişilik hücreye alınmıştı ama Clarke için yalnızlık diye bir şey yoktu. Her yerde sesler duyuyordu. Karanlık hücresinin köşelerinden ona sesleniyor, kalp atışlarının arasındaki sessizliği dolduruyorlardı. Aklının en derin, en gizli köşelerinden çığlıklar yükseliyordu. Arzuladığı şey ölüm değildi, ama o sesleri durdurmanın tek yolu buysa, ölmeye hazırdı. Yönetime ihanetten hapse atılmıştı ancak gerçek, kimsenin hayal edemeyeceği kadar korkunçtu. Hatta mucizevi bir şekilde yeniden yargılanıp affedilse bile içi rahat etmeyecekti. Hiçbir hücre duvarı, anılan kadar kasvetli değildi. Gardiyan, ağırlığını bir ayağından diğerine verirken boğazını temizledi. “319 numaralı mahkûm, lütfen ayağa kalkın.” Gardiyan, beklediğinden gençti. İnce, uzun vücuduna bol gelen üniforması, rütbesiyle tezat oluşturuyordu. Askerdeyken verilen yiyecek, Koloni’nin fakir dış bölge gemileri Walden ve Arkadya’daki yetersiz beslenmenin izlerini silmeye yetmiyordu. Clarke, derin bir nefes alıp ayağa kalktı. Gardiyan, mavi üniformasının cebinden bir çift metal kelepçe çıkararak, “Ellerini uzat,” dedi. Clarke, gardiyanın teni tenine sürtündüğünde ürperdi. Onu yeni hücreye getirdiklerinden beri değil birine dokunmak, yeni bir insan bile görmemişti. Gardiyan, “Çok mu sıkı oldu?” diye sordu. Sesindeki kaba saba tonla çelişen bir parça şefkat, Clarke’ın göğsünü acıttı. Hücre arkadaşı -ve aynı zamanda tek arkadaşı- olan Thalia’dan başkası ona merhamet göstermeyeli çok uzun zaman olmuştu. Başını salladı. “Yatağa otur. Doktor yolda.” “Burada mı yapacaklar?” diye soran Clarke, boğuk ve çatlak bir sesle konuşmuştu; kelimeler boğazını acıtıyordu. Eğer bir doktor gelecekse, bu, onu yeniden yargılamaktan vazgeçtikleri anlamına geliyordu. Buna şaşırmamalıydı. Koloni Hukuku’na göre yetişkinler, mahkûmiyetin hemen ardından idam ediliyordu. Küçükler ise on sekiz yaşına gelene kadar hapsediliyor, ardından onlara savunmalarını yapmaları için son bir şans veriliyordu. Ancak son zamanlarda insanlar, birkaç yıl önce olsa affedilecek suçlar nedeniyle yeniden yargılanmalarına birkaç saat kala idam ediliyordu. Yine de bunu hücresinde yapacak olmalarına inanmak zordu. Garip bir şekilde, tıp stajyerliği sırasında fazlaca zaman geçirdiği hastaneye son bir kez gitmeye can atıyordu. Duyularını tamamen yitirmeden önce, dezenfektan kokusu ve havalandırmanın uğultusu gibi tanıdık bir şeyler hissetmek istiyordu… Gardiyan, onun gözlerine bakmadan konuştu: “Oturman gerekiyor.” Clarke, birkaç kısa adım attı ve küt! diye dar yatağının ucuna oturdu. Hücredeyken, zaman kavramını yitirmiş olduğunu bilse de burada tek başına neredeyse altı ay geçirdiğine inanmak zordu. Thalia ve üçüncü hücre arkadaşı Lise -Clarke’ı alıp götürdükleri zaman ilk defa gülümseyen kız-ile geçirdikleri yıl, şimdi ona çok uzaklarda kalmış gibi geliyordu. Ama bunun başka bir açıklaması yoktu. Bugün, on sekizinci doğum günü olmalıydı ve Clarke’ı bekleyen tek hediye, kalbi durana kadar kaslarını felç edecek bir şırıngaydı. Sonrasında cansız bedeni uzaya bırakılacak ve galakside sürüklenip duracaktı; Koloni’nin geleneği buydu. Kapının önünde bir siluet belirdi ve ince, uzun bir adam hücreye girdi. Omuzlarına kadar inen beyaz saçları, Clarke’ın onun laboratuvar ceketinin yakasındaki rütbe işaretini görmesini engelliyordu. Ancak onun Konsey’in baş tıbbi danışmanı olduğunu anlaması için işarete ihtiyacı yoktu. Hapse girmeden önce, yılın büyük bir bölümünü Dr. Lahiri’yi gölgesi gibi izleyerek geçirmişti; ameliyatta onun yanında durduğu saatlerinse sayısını bile bilmiyordu. Diğer stajyerler Clarke’ın görevini kıskanıyorlardı. Dr. Lahiri’nin Clarke’ın babasının en yakın arkadaşlarından biri olduğunu öğrendiklerinde -en azından ailesi idam edilmeden önce öyleydi- doktoru adam kayırıyor diye şikâyet etmişlerdi. Dr. Lahiri, “Merhaba Clarke,” dedi hoş bir şekilde. Sanki onunla hücrede değil de hastane yemekhanesinde selâmlaşıyordu. “Nasılsın?” “Birkaç dakika sonra olacağımdan daha iyiyim, galiba.” Dr. Lahiri, eskiden Clarke’ın kara mizahla dolu esprilerine gülümserdi ama bu kez yüzünü buruşturup gardiyana dönmüştü. “Kelepçeleri çıkarıp, bize bir dakika izin verebilir misin lütfen?” Gardiyan, huzursuzca kımıldandı. “Onun başında durmam gerekiyor.” Dr. Lahiri, abartılı bir sabırla “Kapının hemen arkasında bekleyebilirsin,” dedi. “On yedi yaşında, silahsız bir kızla başa çıkabilirim herhalde.” Gardiyan, gözlerini Clarke’tan kaçırarak kızın kelepçelerini çıkardı ve Dr. Lahiri’yi başıyla çabucak selamlayıp dışarı çıktı. “On sekiz yaşında silahsız bir kız demek istedin herhalde,” dedi Clarke, zorlama olduğunu düşündüğü bir gülümsemeyle. “Yoksa hangi yılda olduğumuzu bilmeyen deli bilim adamlarına mı döndün?” Babası öyleydi. Evlerindeki yirmi dört saatlik ışıklan programlamayı unutup işe sabaha karşı dörtte giderdi. Sonra da çalışmaya dalar, geminin koridorlarının bomboş olduğunu fark etmezdi. “Sen hâlâ on yedi yaşındasın, Clarke,” dedi Dr. Lahiri. Genelde ameliyattan sonra uyanan hastalarına sakladığı sakin bir sesle konuşuyordu. “Üç aydır hücredesin.” Paniğe kapıldığını gizleyemeyen Clarke, “O zaman burada ne işin var?” diye sordu. “Yasalara göre on sekiz yaşıma gelene kadar beklemeniz gerekiyor.” “Planlarda bir değişiklik oldu. Sadece bunu söylemeye yetkim var.” “Yani, beni idam etmeye yetkin var ama konuşmaya yetkin yok, öyle mi?” Dr. Lahiri’yi anne babasının duruşmasında izlediğini hatırladı. O zaman, adamın yüzünde katı bir ifade vardı. Clarke, onun yöntemleri onaylamadığı için bu ifadeyi takındığını düşünmüştü ama şu anda bundan emin değildi. Dr. Lahiri, onları savunmamıştı. Tıpkı diğerlerinin savunmadığı gibi. Konsey, Phoenix’in en zeki bilim insanlarından olan anne ve babasını Gaia Doktrini’ne – Felaket’ten sonra çıkarılan, insan ırkının devamını koruma altına alan kurallara- aykırı davranmaktan ötürü suçlu bulurken, orada sessizce oturmuştu. “Ya ailem, onları da sen mi öldürdün?” Dr. Lahiri gözlerini kapattı; sanki Clarke’ın sözleri ses olmaktan çıkıp gözle görülebilir, tuhaf bir şeye dönüşmüştü. Gözlerini açıp Clarke’ın yatağının ucundaki tabureyi işaret etti. “Oturabilir miyim?” Clarke cevap vermeyince, Dr. Lahiri gidip karşısına oturdu. “Kolunu görebilir miyim lütfen?” Göğsünün sıkıştığını hisseden Clarke, kendisini nefes almaya zorladı. Dr. Lahiri, ona yalan söylüyordu. Bu çok acımasızca ve iğrençti ama bir dakikaya bitecekti. Kolunu ona doğru uzattı. Dr. Lahiri, elini ceketinin cebine attı ve antiseptik kokan bir bez çıkardı. Bezi Clarke’ın kolunun iç kısmına sürerken kız, titredi. “Merak etme. Canını yakmayacak.” Clarke, gözlerini kapattı. Gardiyanlar, onu Konsey Odası’ndan dışarı çıkarırken Wells’in ona acıyla bakışını hatırladı. Duruşma sırasında içini kemiren öfkesi çoktan dinmişti. Wells’i düşünmek, vücuduna hiçliğe karışmadan önce, yeni bir ısı dalgası göndermişti. Tıpkı sönerken son kez ışıldayan bir yıldız gibi… Ailesi ölmüştü ve hepsi Dr. Lahiri’nin suçuydu. Dr. Lahiri kolunu kavradı, parmaklan damarını arıyordu. Yakında görüşürüz anne, yakında görüşürüz baba… Doktor, kolunu iyice sıkmaya başlamıştı; işte buraya kadardı. Clarke, bileğinin içinde bir iğne hissettiğinde derin bir nefes aldı. “İşte bu kadar. Hazırsın.” Clarke’ın gözleri, bir anda açıldı. Aşağıya bakınca koluna takılmış metal bileziği gördü. İrkilerek elini üzerinde gezdirdi, derisine bir düzine minik iğne bastırılıyordu sanki. Doktordan uzaklaşarak telaşla “Nedir bu?” diye sordu. Dr. Lahiri, “Gevşe,” dedi, sinir bozucu bir rahatlıkla. “Hu, bir verici. Solunumunu, kan değerlerini takip edecek ve birçok yararlı bilgi toplayacak.” “Kimin için yararlı bilgi?” diye sordu Clarke. Aslında yanıt, midesinde gitgide büyüyen korkuda şekilleniyor olsa da kendisini tutamamıştı. “Bazı heyecan verici gelişmeler yaşandı,” dedi Dr. Lahiri. Sesi, Wells’in babası, Şansölye Jaha’nın Anma Günü konuşmalarının içi boş bir taklidi gibiydi. “Gurur duymalısın, bunların hepsi ailen sayesinde oldu.” “Ailem, vatana ihanetten idam edildi.” Dr. Lahiri, ona kınayarak baktı. Bir yıl önce bu, Clarke’ın utançtan yerin dibine girmesine neden olurdu ancak bu kez bakışlarını kaçırmamıştı. “Bunu mahvetme Clarke. Doğru şeyi yapmak, ailenin işlediği korkunç suçu telafi etmek için bir şansın var.” Clarke’ın yumruğu doktorun yüzüne indiğinde tok bir çatırtı geldi, kafasının duvara çarpmasıyla bunu bir gümbürtü takip etti. Gardiyan saniyeler içinde göründü ve Clarke’ın ellerini bükerek arkasında birleştirdi. “İyi misiniz efendim?” diye sordu Dr. Lahiri ’ye. Dr. Lahiri, yavaşça doğruldu, Clarke’a bakarken çenesini ovuşturuyordu. “En azından oraya vardığında kendini diğer çocuk suçlulardan koruyabileceğini biliyoruz artık.” Clarke, gardiyanın elinden kurtulmaya çalışırken, “Nereye vardığımda?” diye homurdandı. “Hapishaneyi bugün boşaltıyoruz,” dedi Dr. Lahiri. “Yüz şanslı suçlu, tarih yazma fırsatını yakalıyor.” Ağzının köşeleri kıvrılarak bir sırıtmaya dönüştü. “Dünya’ya gidiyorsun.”
Kass Morgan – Yüz #1 – The 100
PDF Kitap İndir |