Rosie meşalesini etrafa saçılmış tuğlaların üstünde dolaştırdı. Işık, tozu ve kalın örümcek ağlarını taradıktan sonra tünel duvarında derin bir oyuğa kaydı. Rosie oyuğun içine bakmak için eğildi ve karanlıkta yankılanan bir şaşkınlık çığlığı attı. “Ne oldu?” dedi Juli. “Burada bir şey var.” Rosie iyice eğilip oyuğun içine uzandı. Parmakları önce örümcek ağlarına, sonra sert bir şeye değdi. Dokunduğu şey ona bir kutunun köşesi gibi gelmişti. Tutup çekti ve çıkan kutuyu iki yana salladı. “Iyyk.” Juli, Rosie’nin koluna yapışan toz ve örümcek ağlarına tiksintiyle baktı. “Sadece toprak,” dedi Rosie bulduğu şeyi havaya kaldırırken. Kesinlikle bir kutuydu; elinden biraz daha büyük ve kapağında bir tür kabartmalı desen olan bir kutu. “Tut şunu.” Meşalesini Juli’ye verdi ve Juli her iki ışığı da kutuya çevirdi. Rosie kapağın üstündeki toz tabakasını eliyle silkeledi ama deseni rahatça görebileceği kadar temizleyemedi. “Acaba içinde ne var?” diye sordu Juli. “Belki de Erime’den önce gömülmüştür.” “O kadar uzun zamandır burada olduğunu sanmam.” “Yeterince pis,” dedi Juli, meşalelerden birini koltuk altına sıkıştırıp sırt çantasını çıkarırken. “Ne olduğunu görmek için temizlemeliyiz.” Sırt çantasından bir şişe su çıkarıp kapağını açtı. “Bekle, ne yapıyorsun?” Rosie, Juli’nin eline yapıştı. “Ne? Ah, evet.” Juli utanmış gibiydi. “Yeniden doldurma olmadığını unutmuşum.” “Yani bunun geri dönüşüm bile olmadığını mı söylüyorsun? Saf mı yoksa?” Rosie Juli’nin kendi gömleğinden daha pahalı bir şişe kaynak suyunu kutunun üstüne boca etmek üzere olduğuna inanamıyordu. Juli kapağı geri kapatırken yüzünü buruşturdu. “Özür dilerim, akılsızlık ettim. Bunu sen alsan daha iyi olur.” Şişeyi Rosie’nin taşıdığı çantaya iterken ona sırıttı. “Haydi, bir an önce çıkalım. Burası ödümü patlatıyor. Ayrıca, açlıktan ölmek üzereyim.” Rosie gözlerini devirdi ve meşalesini geri aldı. Juli sıska bir insan için çok fazla acıkıyordu. “Pekâlâ. Kutuyu nehirde yıkayabiliriz.” Tüneli tırmanıp dışarı çıktıkları anda ikisi de gözlerini kısmak zorunda kaldı. Öğleden sonra hava çok sıcaktı ve güneş etraflarındaki harap binaların arasından göz kamaştırıyordu. Rosie’nin sol tarafında çatlak bir asfalt parçasının arasından yaban otları gibi büyümüş ağaçlar, sağ tarafında ise eskiden araba olması olası bir şeyin, duvarın altına yarı gömülü haldeki paslanmaya yüz tutmuş enkazı duruyordu. Rosie orada olmamaları gerektiğinin farkındaydı. Eski Şehir nehir kıyısında çatlaklarla kaplı bir çamur yığını ve kırık dökük binalardan oluşan daracık bir şeritten ibaretti ve görünür görünmez tehlikelerle doluydu. Giriş yasaktı ve çeteler bile bu bölgeden uzak dururdu. Rosie Eski Şehir’e son gelişinde az kalsın bir Senato gözetleme helikopterine yakalanıyordu -her zaman bir Vahşi’ye yakalanma tehlikesi olması da çabasıydı- ama hepsine değerdi. Burada bulduğu şeylerden bazıları ona bir hafta yetecek yiyecek satın alabiliyordu. “Şu taraftan suya kadar inebiliriz.” Nehir kıyısındaki birkaç ağaç ile harap bina arasındaki açıklığı işaret etti. Juli gözlerini kısıp baktı. “O duvarın sorun çıkarmayacağına emin misin? Ciddi ciddi yamuk duruyor.” “Az önce yarısı çökmüş bir tünelden çıktık ve sen bunun için endişeleniyorsun, öyle mi?” “Güvende olmak ezilmekten iyidir.” Rosie çantasını yere bıraktı. “Haydi gel, duvar yüzyıllardır orada. Yıkılmak için bugünü seçeceğini hiç sanmıyorum.” “Sanırım haklısın.” Juli şüpheli görünüyordu ama Rosie suyun kıyısındaki diz boyu saz öbeklerini yararak ilerlerken onu takip etti. Biraz ötede nehrin ortalarında ve denize doğru biraz batıda, girdaplı akıntının arasından birkaç eski gökdelenin sivri tepesi yükseliyor ve şehrin eski günlerinden kalma taş abidesi Kral Adası, fonda ağır ağır batan güneşin önünde, koyu renkli bir çivi gibi göğe uzanıyordu. Bu manzara nehrin yukarı kısmındaki ışıltılı kuleler ve Newperth’ün vızır vızır işleyen mekik hatlarıyla müthiş bir tezat oluşturuyordu. Şehir yüksek nüfus yoğunluluğu ve jeotermal enerjisinden kaynaklanan göz alıcı bir parlaklığa sahipti. Şey, en azından Merkez öyleydi. Merkez dışında kalan her şey biraz daha az parlak, kasvete ve enerji kısıntılarına daha yakındı ama Rosie’nin durduğu yerden dikkati zenginlerin kuleye benzeyen apartmanları ve gökkuşağı tonlarında parıldayan yansıtıcı morötesi kalkanları çekiyordu. Onların biraz ötesinde plascamdan yapılma devasa anıt ve Rosie’nin halasının çalıştığı biyotaştan yapılma Orbitcorp tesisi vardı. Orbitcorp’un Newperth’ün orta yerinde kendine ait bir uzay aracı pisti bile vardı. Rosie şu anda bile araçlardan birinin gökyüzünde bıraktığı belli belirsiz, ultra-ısınmış buhar izini seçebiliyordu. Acaba araçta Essie halanın tanıdığı kimse var mıydı? “Mars’tan Rosie’ye,” dedi Juli yanında yere çömelirken. “Acele etmezsen su birazdan yükselecek.” “Evet, tamam, hallediyorum.” Rosie bulduğu kutunun üstüne ılık nehir suyundan atıp çamuru çıkarmaya çalıştı. Çamur yıkanınca ortaya hafif metalden yapılma, yuvarlak köşeli, koyu mavi bir kutu çıktı. Kutunun ön tarafında her biri tırnak büyüklüğünde dört gümüş düğme ve kapağın tam ortasında sırtında binicisiyle şaha kalkmış bir at ve yarım bir güneşten oluşan kabartmalı bir desen vardı. “Nedir bu?” Juli parmağını güneşin üstünde dolaştırdı. “Bilmiyorum.” Rosie kaşlarını çattı. Desende ona tamdık gelen bir şey vardı ama nerede gördüğünü tam olarak hatırlayamıyordu. Bir sap ya da bir tür açma mekanizması aramak için kutuyu baş aşağı çevirdi ama ne bir girinti, ne bir tuş takımı ne de yarık vardı. Sadece gümüş düğmeler. Kutuyu tekrar baş aşağı çevirince içinde bir şey tıngırdadı. Birbirlerine baktılar. Juli’nin gözleri büyüdü. “Acaba…” Arkalarında bir dal çatırdadı ve hemen ardından bir ses, “ikiniz burada ne arıyorsunuz?” diye seslenince Juli’nin cümlesi yarım kaldı. Ayağa fırlayıp hızla arkalarına dönerlerken, Rosie kutuyu arkasına sakladı. Koyu renk rasta saçlı bir oğlan onları seyrediyordu. Onun bir Vahşi olduğunu tahmin eden Rosie’nin yüreği ağzına geldi. Çocuk onunla neredeyse aynı yaşta, belki ondan biraz daha büyüktü; tam olarak ayırt etmesi güçtü. Dizlerinde delikler olan pis bir kot pantolon ve kaslı gövdesini saran lekeli bej bir tişört giymişti. Küçük, biraz yassı bir burnu ve koyu renk ve pis suratında tuhaf duracak kadar parlak ve açık mavi gözleri vardı. Kirli, kötü çocuk havasında bir yakışıklılığı vardı. Tabii eğer o tiplerden hoşlanıyorsanız. Ayrıca belinde bez bir kında taşıdığı bir bıçak vardı. Bütün ağırlığını kalçasına vermişti ve parmaklarının arasında tuttuğu bir dal parçasıyla oynuyordu. Rosie gümbür gümbür atan kalbine rağmen kendinden emin görünmeye çalıştı. “Sadece bakınıyorduk,” dedi. “Gitmek üzereydik.” “Gördüğüm senin kayığın mı?” Vahşi’nin bakışları şüpheciydi. ”Hayır, benim,” dedi Juli. “Ve alamazsın.” Vahşi pis pis sırıttı. “Beni nasıl durduracaksın?” Juli itiraz etmek için ağzını açınca Rosie arkadaşına öfkeli bir bakış atarak kafasını salladı. Juli ağzını kapatınca Vahşi daha fazla sırıttı. “Orada ne saklıyorsunuz?” Başıyla Rosie’nin arkasında tuttuğu kolunu işaret etti. “Hiç,” dedi Rosie hemen. Vahşi kaşlarını kaldırdı. “Aptal değilim.” “Gerçekten bir şey değil,” dedi Juli araya girerek. “Ama sırt çantamda yiyecek ve temiz su var. Onları alabilirsin.” Lanet olsun. Rosie yüksek sesle inlememek için kendini zor tuttu. Juli bunu söylemek zorunda mıydı? Vahşi’nin pis sırıtışı kayboldu. “Sadakanıza ihtiyacım yok.” Elindeki dal parçasını kırıp fırlatınca Rosie korkudan gırtlağının tıkandığını hissetti. “Bir dakika,” dedi boştaki elini avucu açık bir şekilde öne uzatarak. “Gerçekten sadaka değil. Kastettiği bu değildi. Çantayı al, biz sadece eve gitmek istiyoruz.” “Artık çok geç,” dedi Vahşi ve eli bıçağında, onlara doğru yürümeye başladı. Bölüm 2 Juli, Rosie’nin koluna yapışırken, Rosie bir tür silah bulmak için umutsuzca etrafa baktı ama elindeki kutudan başka bir şey yoktu. Belki de ona kutuyla vurabilirdi. Sırtları nehre dönüktü ve gidecek yer yoktu. Kutuyu daha sıkı tuttu. Vahşi iyice yaklaştı. “Lütfen,” dedi Juli ağlamaklı bir sesle. “Lütfen, yapma.” Aralarındaki tek şey Juli’nin yere bıraktığı çantasıydı. Vahşi onlara dik dik baktı, sonra sırıtarak çantayı aldı. “Hediye için teşekkürler.” Gülerek hızla uzaklaştı ve binaların ötesinde gözden kayboldu. Bir süre ikisi de tek kelime etmediler. Öylece durup çocuğun arkasından baktılar. Rosie kendini aptal, rahatlamış ve sıkkın hissetmek arasında gidip geliyordu. Juli uzun bir nefes verdi ve Rosie’nin kolunu sıkmaktan vazgeçti. “Vahşi miydi?” “Sanırım.” Rosie nehre baktı. “Su yükseliyor, gitmeliyiz. Eve babamdan önce varamazsam, kafayı yer. Yine.” Çantasını bıraktığı yere doğru yürüdü. “Aslında,” dedi Juli arkasından giderken. “Çocuk ürkütücüydü ama şirin sayılırdı.” “Sen ciddi misin? Çantanı çaldı.” Rosie kendi çantasını yerden alırken bir küfür savurdu. “Ne oldu?” “Eşyalarımı karıştırmış.” Su ve o gün bulduğu bir bardak gitmişti. Elarika. Rosie kutuyu çantanın içine tıktı, çantayı omzuna astı. Demek bu hafta sebze için ekstra kredisi olmayacaktı. “Teknem!” diye bağırdı Juli. “Büyük olasılıkla onu almaya gitti.” Rosie hışımla ona döndü. Bunu nasıl düşünememişti. “Haydi, gidelim.” Ağaçlara doğru koştu. Terk edilmiş binaların arasından çamurlu bir patika boyunca koştuktan sonra, çalılıkların arasına daldılar ve yeniden nehre doğru saptılar. Juli’nin teknesini kıyıda eski metal bir direğe bağlı bırakmışlardı ve Juli yarım metrelik suda aşağı yukarı sallanan teknesini görünce rahat bir nefes aldı. Çamur birikintisi içinde güçlükle ilerleyip kayığa bindiler. Rosie çantasını güneş panellerinin altındaki su geçirmez bagaj bölmesine yerleştirirken, Juli konsolda bir düğmeyi çevirdi. Motor çalıştı. Şeffaf pylofleksten yapılma kavisli bir panel yükselip etraflarında hava yalıtımlı bir baloncuk oluşturdu ve arındırılmış hava devridaimi başlayınca yumuşak bir tıslama duyuldu. “Hazır mısın?” dedi Juli. “Haydi.” Juli gaz kolunu indirirken, Rosie de çapayı etkisiz hale getirdi. Tekne akıntının üstüne kayarak hız kazandı ve kıyıdan fazla uzaklaşmadan yol alırlarken, arkalarında çamurlu ipeği andıran bir köpük bıraktılar. “Büyük şanstı,” dedi Juli. “Tekneyi kaybetseydim annem beni öldürürdü. O Vahşi neden almadı, anlamıyorum.” “Büyük olasılıkla güvenli çalıştırma sistemini devre dışı bırakamadığı içindir,” dedi Rosie. Tekne hız kazanırken Eski Şehir’in bitkilerin sardığı duvarları ve kalıntıları geride kaldı. Üç kilometre ötedeki kuzey kıyısına kadar uzanan geniş su, batmakta olan güneşin ışıklarıyla parlıyordu. Nehir kıyısı boyunca ve arkasındaki tepelere yayılmış olan Newperth karşılarındaydı. Merkez’in kuleleri güneşin son ışıklarını yansıtarak ışıldarken, su kıyısındaki gecekondu mahalleleri, Kıyı’nın apartmanlarının bodur dörtgenlerinin desteklediği karton kutular kadar uyduruk görünüyordu. Rosie nehrin ortasından ilerleyen bir başka tekneye gözlerini kısarak baktı ve bir huzursuzluk hissetti. Bir dürbün alıp onlarınkinden daha büyük olan tekneye baktı ve tanıyınca yumuşak bir küfür savurdu. “Ne oldu?” dedi Juli. “Güney feribotu.” “Bu saatte mi?” Rosie’nin içi sıkılmıştı; babası büyük olasılıkla o feribottaydı. “Bu şey daha hızlı gidemez mi?” diye sordu. “Evet ama bizi ortadaki akıntıya yaklaştırmam gerekir, orada daha az sürüklenme var ama kütüklere falan çarpma ihtimalimiz daha yüksek.” “Bu şeyde anti-çarpışma özelliği var, değil mi?” “Evet ama…” Juli isteksiz görünüyordu. “Lütfen.” Rosie ona baskı yaptığı için kötü hissediyordu ama babasının yüzünde o ifadeyi bir kez daha görmek istemiyordu. ”Babam çok katıdır. Geç kalırsam küplere biner.” “Tamam,” dedi Juli. “Sanırım ben müthiş bir sürücüyüm.” Gülümsedi ve tekneyi kıyıdan açığa çevirirken, gazı da yükseltti. “Teşekkürler.” Rosie dürbünü indirdi ve feribotun insan yükünü aldığı enerji tesisinden uzaklaşıp nehirden yukarı doğru ağır ağır ilerlemesini izledi. Babası eve ondan önce giderse olabilecekleri düşünmek bile istemiyordu. Hızlandılar ve tekne etrafa sular fışkırtarak hoplayıp tekrar suyun yüzeyine çarpmaya başladı ama bu yeterli değildi. Feribot daha büyük ve daha hızlıydı. “Feribot arayı kapatıyor,” dedi Rosie. “Elimden geleni yapıyorum.” Juli ona baktı. “Ama onu geçebileceğimizi sanmıyorum.” Rosie alçak konsola sıkıca tutunarak Juli’nin yanında ayakta duruyordu. “Üzgünüm,” dedi Juli. “Belki de ona Merkez’de kütüphanede falan olduğumuzu söyleyebilirsin.” Rosie başını salladı. Ne söylediğinin bir önemi yoktu. Geç, çok geçti. Artık bahaneler yetmiyordu. Annesi öldüğünden beri böyleydi. Nehrin yukarı Kıyı dalgakıranına doğru kıvrıldığı bir dirseğe yaklaşıyorlardı. Feribot artık onlarla aynı hizadaydı ve bir dakika sonra yarattığı dalgalarla tekneyi sarsarak onları geçti. “Seni yüzen pazarda indireceğim,” dedi Juli. “Koşarsan, eve ondan önce girebilirsin.” Rosie hiçbir şey söylemedi. Eve ondan önce giremezdi; yeterince zaman yoktu. Feribotun iskeleye yanaşmasını, suyun köpürmesini ve feribot manevra yapıp iskeleye çarparken motorun homurdanmasını izledi. İskelede birkaç kişilik küçük bir kalabalık bekliyordu: arkalarında çocuklarıyla kocalarını karşılayan eşler, su gibi bir çorbanın içinde erişte satan sokak satıcıları. Elbette su geri dönüştürülmüş suydu. Rosie’nin midesindeki düğüm daha da büyüdü ve Juli yüzen pazarın dar kanallarına girmek için motoru yavaşlatırken kıyıya arkasını döndü. Pazar, nehre kadar uzanan ve fakirler için bir satış merkezi olan, birbiriyle bağlantılı yüzen iskeleler ve barınaklar topluluğuydu. Ahşap kulübe ve payanda yığını buraya Erime’den sonra gelen birkaç kuşaklık aileleri barındırıyordu. Onlar geçerken, birkaç satıcı bağırarak eriştelerin, kurutulmuş su yosunlarının ya da fasulyelerinin fiyatlarını söyledi. Meraklı çocuklar kapı görevini üstlenen kumaş parçalarının arasından onlara bakıyor, avurtları çökmüş insanlar dar kanallarda elden çıkarılmış konteynerlerden bozma kanolarının küreklerini çekiyordu. Burada yaşayan insanlar Rosie’den bile daha fakirdi ama burun farkıyla, diye düşündü. Burun farkıyla. Juli tekneyi sola çevirip bir kanonun geçmesine izin verdi. “Nerede inmek istersin?” “Burada.” Rosie bir deniz yosunu satıcısının dükkân kurduğu iskeleyi işaret etti. Juli tekneyi kanalda çevirip o tarafa döndü. Kıyıya yanaştıklarında güneş iyice alçalmış, gökyüzü pembe bir renk almıştı. Juli üstlerini örten baloncuğu kaldırdı ve burunlarına dolan leş gibi koku karşısında yüzünü buruşturdu. “Bu da ne?” dedi elini burnuna kapatırken. “Kuruyan deniz yosunu,” dedi Rosie sadece ağzından nefes almaya çalışarak. Kıyı için alışılmadık bir koku değildi, “içinde protein olan bir geno cinsi,” dedi. “Burada bunu satıyorlar.” “Hatırlat da annemlere buradan bir şeyler yememelerini söyleyeyim,” dedi Juli. “Hey, kutu sende, değil mi?” Rosie başını evet der gibi sallayınca, “Yarın gelip bizde açmak ister misin?” diye sordu. Rosie tereddüt etti, içinde ne olduğunu kendi başına öğrenmek istiyordu ama nasıl hayır diyebilirdi ki? “Tabii. Yarın sabah babam işe gittikten sonra gelirim. Olur mu?” “Müthiş süper olur!” Juli gülümsedi. “Doğu Merkez’de, Darling Grove, numara altıda oturuyorum. Güvenlik ekranına soyadımı girmen yeterli.” “Tamam.” Rosie kıyıya çıktı. “Bekle.” Juli cebinden mavi plastik bir disk çıkardı. “Bunu al, mekiğe para vermen gerekmez.” Bu, şehrin bütün ulaşım ağında geçerli bir jetondu ve mavi olması bir ay boyunca geçerli olduğu anlamına geliyordu. Jetonlar pahalıydı. Babasının alamayacağı kadar pahalı. “Sorun değil, para verebilirim.” “İnat etme, Rosie, al şunu.” Rosie jetonu eline aldı. “Annem sorarsa kaybettim derim. Haydi, git.” Rosie jetonu istemeyerek aldı ve cebine koydu. “Teşekkürler.” Juli gülümsedi. “Babandan önce evde olmak istiyorsan, acele etsen iyi olur.” “Evet. Yarın görüşürüz.” “Hoşça kal.” Juli tekneyi geri geri çıkarmaya başlamıştı ve Rosie bir an durup ona baktı ve tekneye geri atlama isteğiyle doldu. Çok geç olduğunu biliyordu. Babası eve ondan Önce gelecekti ve ne kadar gecikirse, durum o kadar kötüleşecekti. Juli’ye son bir kez daha el salladıktan sonra çantasının askılarını sıkıca tuttu ve kutunun sırtına çarptığını hissederek mendirekten yukarı koştu. Bölüm 3 Eve vardığında hava çoktan kararmıştı. Rosie kapıyı dikkatle açtı. Hiç ışık yoktu. Yandaki evden donuk bas bir müzik sesi geliyor, apartmandaki diğer dairelerden akşam yemeğine hazırlanan ailelerin sesleri yankılanıyordu. Kapılar çarpılıyor, çocuklar bağırıyordu ama Rosie’nin evi sessizdi. İçeri girip kapıyı kapadı ve ışık panosuna dokundu. Sarı loş bir ışık, bir vızıltı eşliğinde titreyerek yandı. Babası kanepede oturuyordu, ince yapılı vücudu öne eğik, gözleri eski fotoğraf albümlerine dikiliydi. Dijital görüntülerden yüzüne ürkütücü, mavi bir ışık vuruyordu. “Baba?” Rosie’nin sesi cılız ve titrek çıktı. Babası onu duymamış gibiydi. “Baba, ben geldim.” Babası çok uzak bir yerden dönüyormuş gibi bir ifadeyle kafasını kaldırdı ama sonra bakışları odaklandı ve kanepeden kalkıp ellerini öne uzatarak kızına doğru yürüdü. “Rosie, nerelerdeydin?” Babası kolunu tutunca Rosie elinde olmadan geri çekildi. “Hiçbir yerde, bir arkadaşımla dışarıdaydım. Okul tatil, hatırlıyor musun?” “Tatil mi?” Babası kaşlarını çattı. Gözlerinin etrafında koyu renk halkalar vardı ve Rosie babasının nefesinde ekşi bir koku duydu. “Ama Rosie, saat geç oldu… Nerede olduğunu bilmiyordum. Başına bir şey gelebilirdi.” “Hiçbir şey olmadı, baba, iyiyim.” Babası ona sımsıkı sarılıp yüzünü gömleğinin kaba kumaşına bastırdı. “Dışarıda insanlar var, kötü insanlar… Ya sana bir şey olsaydı? Ne yapardım? Mutlaka… mutlaka…” Her kelimede Rosie’yi biraz daha fazla sıkıyordu. “… eve daha erken dönmelisin.” “Evet, tamam.” Babası nefes almasını güçleştiriyordu. Rosie onu itip odasına doğru yürüdü. “Rosie…” Yalvaran sesi Rosie’nin yorgun ve bomboş hissetmesine neden oldu ama arkasına dönmedi. “Birazdan gelirim, baba.” Açık albümde annesinin görüntülerini görmemek için çaba harcayarak odasına doğru yürümeyi sürdürdü. “Rosie…” Bunu hep yapmak zorunda mıydı? Rosie odasının kapısını itti ve arkasından çarparak kapadı. Sırt çantasını çıkardı ve sırtını kapıya yaslayıp yere kadar kayarak indi. Göğsü sıkışıyordu. Bir süre gözlerini kirli halıdan ayırmadan oturdu. Odası o kadar küçüktü ki ayakları karyolasının bacaklarına değiyordu. Zemindeki kum zerreleri avuçlarına yapıştı. İçerisi sıcak ve boğucuydu; uzun kollu tişörtünü çıkarıp fanilasıyla kaldı. Babasının ayak seslerini duydu; kanepenin yaylarının gıcırtısı ve sessizlik. Yine albüme bakıyordu. Rosie avuçlarının alt kısmını yaşaran gözlerine bastırdı. Ağlamanın bir yararı yok, Rosie Black. Canı sıkıldığı zaman sıkça olduğu gibi, annesinin sesi yine zihnindeydi. Gözyaşları hiçbir şeyi çözmez. İyi de, ne çözerdi ki? Fotoğraflara bakmak da insanları geri getirmiyordu ki. Rosie annesini ağlarken hiç görmemişti. MalX ondan bir sürü şeyi alıp götürdükten sonra bile. Annesi eski halinin solgun bir hayaletine dönüşmüştü. Gözleri dışında. Rosie son ana kadar gözlerinde onu görebilmişti. MalX’in en acımasız yanı buydu: Bedeni tüketiyordu ama zihin sapasağlam duruyordu. Tabii cortivide, acıyı zihinden ayırabilen ilaca, paranız yetmiyorsa. Ama onların cortivid için yeterli kredisi yoktu. Kendi kendine, başka bir şeye konsantre ol, dedi. Kutuyu çantasından çıkarıp kucağına koydu ve parmaklarını kapağın üstündeki desende ve yarım güneşten çıkan çizgilerin üstünde dolaştırdı. Bu deseni daha önce nerede görmüştü? Ayağa kalktı, yatağının üstündeki raftan eski püskü bir okutucu alıp içindekiler listesini hızla taradı. İşte. Uzay Araştırmaları: Kozmik Şirketler. Kodu seçti ve bir saniye sonra Orbitcorp’un dönen amblemi, üstü ışıltılı bir uzay tozuyla çizili mavi bir gezegen, ekranda belirdi. Rosie, Orbitcorp’un sahibi olduğu bütün firmaları taradı: Geogalactic Rovers, Mardan Gear Inc., Southern Skies Robotics ve daha pek çoğu. Ama hiçbirinin amblemi kutunun üstündeki desene benzemiyordu. Midesi gurulduyordu ama aldırmadı. Bir şeyler yemesi, babasıyla yeniden karşı karşıya gelmesi demekti. Bekleyecekti. Belki babası birazdan yorgun düşerdi; o zaman çıkıp pilav ya da onun gibi bir şey yapabilirdi. Bir an, gözünün önünde annesinin, Rosie’ninkilere çok benzeyen, tepede toplanmış, yanlardan birkaç dağınık buklenin döküldüğü uzun kahverengi saçlarıyla mutfakta eskiden olduğu gibi akşam yemeği hazırlarken kendi kendine şarkı mırıldanan görüntüsü canlandı. Annesi onlara haftada bir ya da iki kez sebze bulmayı her zaman başarırdı. Hayır, bunu düşünme. Rosie tekrar kutuya baktı. Neydi bu logo? Parmaklarını kapağa vurdu. Belki de Essie halanın bir yardımı dokunurdu. Elini yatakla duvar arasındaki gizli saklama yerine soktu ve halasının ona verdiği avuç büyüklüğündeki komu çıkardı. Halasının kodunu tuşlayınca küçük ekran aydınlandı. Essie hala babasının en küçük kız kardeşiydi. Kısacık kesilmiş dimdik saçları vardı, daracık pantolonlar giyer ve bol bol küfrederdi. Sık sık ziyarete gelmezdi; sadece doğum günleri ve arada bazı hafta sonlarında. Ama Rosie’nin Merkez’deki okulunun ücretini ödüyordu ve annesinin ölümünden kısa süre sonra bu aygıtı ona vermişti. Ne zaman ihtiyaç duyarsan beni ara demişti. Rosie günün birinde ona karşılığını ödeyebilmeyi umuyordu. Rosie kulağını babasından ayırmadan aygıtı sessize aldı ve sinyalin iletildiğini haber veren üçgenin ekranda zıplamasını seyretti. Üçgen önce bir yıldıza ardından da dönen gezegen görüntülerine dönüştü. Ekranda bir sıra yazı belirdi. “Hey, nasılsın? Rosie gülümsedi. Essie hala uzay istasyonunda olmalıydı. Evde olsaydı onu görebilirdi. Selam, yazdı Rosie. Uzayda mısın? Evet? Ne oldu? İyi misin? Rosie ona babasından ve albümden bahsetmeyi düşündü ama sonra vazgeçti. İyiyim ama bir sorum var. Sen bana yardım edebilirsin. Erkek arkadaş sorunu mu?
Lara Morgan – Yaratilis
PDF Kitap İndir |